Sürekli bir şeyler yapma halindeyiz. Durmak dinlenmek yok. Seyrediyoruz, biriktiriyoruz, spor yapıyoruz, seyahate çıkıyoruz , görmediğimiz yapmadığımız hiçbir şey kalmaması için bütün imkanlarımızı kullanıyoruz. Hep bir yapma halindeyiz ve yapmama halini hiç düşünemiyoruz. Ya da düşünüyorsak bile yapmamayı yapamıyoruz. Ve yavaşlayamıyoruz pandeminin zorunlu bıraktığı haller dışında.
Modernizmin bize dayattıklarına ışık hızında yetişmeye çalışıyoruz. Daha çok kitap okuyabilmek için hızlı okuma kurslarına gidiyoruz. Öyle ya internet sitesinden kitap aldığımızda editörün gör dediği kitapları okumak için çok ihtiyacımız var buna. Oldum olası hızlı okuma işi hiç yatmamıştır kafama. Woody Allen’ın yaşadığı çok güzel bir örnek var bununla ilgili. Woody Allen hızlı okuma kursuna gidiyor ve sonrasında Karamazov Kardeşler’i okuyor. Kitap nasıldı? diye sorduklarında ise “Olay Rusya’da geçiyor” diye yanıtlıyor.
Şimdilerde o kadar hızlı okuma kursuna gitmiyordur insanlar. Çünkü neredeyse her önemli edebiyat eseri sinemaya uyarlanıyor. Bir kitapçı olarak, okura kitap önerdiğinizde ben onun filmini seyrettim deyiveriyor size. “Aynı şey değil” diyecek oluyorsunuz ama karşınızdaki başka türlü tükettiği bir esere karşı ilgisini çoktan kaybetmiş durumda. Yenisi lazım. Belki beş on günde okuyabileceğiniz bir kitap iki saatlik bir filmle sunulmuş size. Hız çağında bundan büyük hizmet mi olur?
Buradan şu anlaşılmasın edebiyat eserleri kesinlikle sinemaya uyarlanmasın demiyorum. Ancak aynı şey değil diyorum. Örneğin Frankenstein romanını okuduğunuzda tarif edilen ve sizde oluşan karakterle sinemaya uyarlanan arasında hiçbir benzerlik olmayabilir. Ve hatta canavarın adı Frankenstein bile değildir. Canavarın yaratıcısı Doktor Victor’un soyadıdır o.
Bir eseri okuduğunuzda sahneleri kendiniz kurarsınız, üzerine düşündüğünüz ve hayal ettiğiniz karakter size özgü bir nitelik kazanır, kendi yorumunuzla yerleşir muhayyilenize: “Okumak ışığa duyarlı bir kâğıdın bir aydınlatma kaynağını yakalaması kadar istemsiz, kendiliğinden olagelen bir olay değil; şaşırtıcı, dolambaçlı, ortak olmakla birlikte kişiye özel bir yeniden kurgulama sürecidir.”[1]
İzlemek hızlandırır
Hiç unutmam uzun yıllar önce babam köyden gelip bende kaldığında, verdiğim anahtarla eve giren arkadaşım ışıkları açtığında hava kararmış olmasına rağmen babamın karanlıkta oturduğunu görünce şaşkınlık geçirmişti. Işık da televizyon da kapalı. Belli ki o zaman seksen beş yaşında olan babam bu hıza ayak uydurmaya direniyor kendi düşüncelerine dalmak için yalnız kalmayı tercih ediyordu. Düşünüyorum da babam başkasının ne yaptığıyla çok ilgilenmez kendi yaptıklarına odaklanırdı. Yemeği büyük bir hazla tıpkı hedonistler gibi tek çeşit yer ve başka çeşnileri tüketme peşinde koşmazdı. Bunun hayatın bütününü kapsayan bir eylemin parçası olduğunu düşünüyorum.
Tabii babam bunu bir entelektüel bilinçle değil kendiliğinden böyle yapıyordu. Biz ise bu entellektüel sorgulamaları ve soyutlamaları yapıyor olabilmemize rağmen kendimizi , dışarıya maruz kalmaktan, onunla gereğinden fazla ilgilenmekten alıkoyamıyoruz. Uzaya gittik, Mars’ta yaşam var mı yok mu araştırıyoruz. Dünya gezegenini tüketip başka gezegenlerde yaşam hayalleri kuruyoruz ama kendimizle bu kadar ilgilenmiyoruz. Antropoloji, etnoloji geçmiş tarihsel bağlamlarıyla yer ediyor sadece hayatımızda, şimdinin bir sorgulama aracı olamıyor. Doğanın bir parçası olarak kendi yerimizi ve sorumluğumuzu anlamaya çalışmaktansa onu da izleyerek haz alacağımız bir pastoral olarak görüyoruz. Hızla görüntüyü tüketip yeni pastoraller peşinde koşturuyoruz. Görüntü, dokunacağımız hayatları, inceleyeceğimiz hayatlara dönüştürüyor. Görmediğimiz egzotik yer ve yaşam kalmasın istiyoruz. Tıpkı yaşamak yerine elinde gezdirdiği cihazla her gördüğünü kaydeden Japon turistler gibi.
Doğal tarımı keşfeden ve ölene kadar dededen kalma kendi toprağını “benim için dünyanın her yeri aynıdır” düsturuyla hiç terketmeyen Masanobu Fukuoka’nın ise Hayao Miyazaki ve Akira Kurosawa ile birlikte hayatımda iz bırakan müthiş Japonlar olduğunu da anmadan geçmek istemem.
Okumak ütopyadır ve yaşamaktır
Kitapçılara soruyorlar pandemi döneminde kitap satışlarınız arttı mı diye? Ben emin olamıyorum. Netflix izleme oranı mı arttı okuma oranı mı? Herkesin eline aldığında hapsolarak takip ettiği birkaç dizisi birkaç da sosyal medya hesabı var. Kolay olan, zor olanın meşakkatli olanın her zaman yerine daha da hızla geçiyor. Sürekli duygu atmosferini yüksek tutan dizi ve filmleri izlemek, düşünüp kendini yavaşça müşahede ederek okumanın yerini alıyor. Burada bir sınıflandırma yapmıyorum tabii. Düşünmeye sevk eden filmlerin hakkını yemek istemem, ayrıca insana eğlence de lazım.
Bahsettiğim şey izlemenin hayatımızda ciddi bir ağırlık kazanması durumudur. Derinliğin ve düşlere dalmanın yerini zaman geçirme dürtüsünün almasıdır. Nietzsche, “Ecce Homo/İnsan Nasıl Kendisi Olur” kitabında bir insanın filozof olabilmesi için günde sekiz saat düşünmesi gerekir diyordu. Tabii burada okumanın ve yazmanın da bir düşünme biçimi olduğunun altını çizmeliyiz. Herkesten filozof olmasını bekleyemeyiz ama aynı zamanda her insan kendi hayatının filozofudur. Bu nedenle insanın kendiyle ve yaşamla uğraşısına ciddi bir zaman ayırması gerekir.
1850’lerin İspanyol işgali altındaki Küba’sında işçiler, kurduğu sendika ve kimi küçük puro üreticilerinin de katılımıyla uzun çalışma sürelerinde kitap dinleyerek zihinlerini ve düşlerini canlı tutuyordu. “ İşçilerden biri resmi lector ( okuyucu ) oluyor ve işçiler onun emeğini cebinden ödüyorlardı…14 Mayıs 1866’da Küba valisi bir bildiri yayınlayarak fabrikalarda kitap okunmasını yasakladı. Yasaklara rağmen gizli okumalar değişik biçimlerde sürdü ve bazı lectorlar kitapları noktasına virgülüne kadar ezberledi. ABD, İspanyollar ile anlaşmazlığa düşüp puro işçilerini kabul etmeye başladığında ise işçiler lectorlarını yanlarında götürdüler.” 2
Küba’daki puro işçilerinin hikayesi ve daha birçok hikayede olduğu gibi gerçek hayat bize ne kadar kaba görünürse görünsün aynı zamanda içinde ütopyalar barındırır. Bu kaba ve çekilmez gerçekliğin gerçeküstüne, ütopyaya evrilmesinde kitaplar muhteşem bir yer tutar. Örneğin Huxley’in Ada’sını, Ursula’nın Mülksüzler’ini ya da Callenbach’ın Ekotopya’sını okuduğunuzda ütopyanın cini kaçar içinize. Bir daha çıkmamacasına…
*
- Alberto Manguel, Okumanın Tarihi, Yapı Kredi Yayınları 2001 syf.56
- a.g.e syf.137-138