Klasikler neden klasiktir ve klasikleri niçin okumalıyız -1

YEŞİL GAZETE

facebook sharing button
whatsapp sharing button
twitter sharing button
linkedin sharing button
email sharing button
print sharing button

Bu yazıyı yazmadan önce İtalo Calvino’nun ismini çok sevdiğim “Klasikleri Niçin Okumalı” kitabını özellikle okumadım. Bu konuya dair kendimden ne çıkacak merak diyordum çünkü.

İddialı bir giriş oldu ancak amacım bir iddia ortaya koymaktan çok gerçekten klasikleri niye bu kadar sevdiğimi sizinle birlikte düşünerek paylaşmaktır. Der demez aklıma ilk gelen şey George Steiner’in “eski tarz eleştiri denemesi” alt başlıklı “Tolstoy mu Dostoyevski mi” adlı incelemesi oldu. Steiner bu incelemesinde tam da benim kitapçılık yapma tarzımda çok haz aldığım şeyi tarif ediyordu. Ona göre, edebiyat eleştirmenliği metnin üslup, biçem, kurgu, dilbilgisi açılarından (bunun da önemli olmasıyla birlikte) incelenip çözümlenmesinden çok insanın ruhunda bıraktığı etkinin yansıtılmasıydı. Yani kısacası okuyup hayatınızı alt üst eden, bir daha aynı kişi olamayacağınız denli üzerinizde etki bırakan metinlerin herkesin okuması için gösterilen çabaydı. İşte “Bir kitap okudum ve hayatım değişti” cümlesi de bunun için kurulmuştu. Hayatımın değişmesinde rol oynamış kitapları, okurla buluşturabilmekten daha çok beni heyecanlandıran bir şey yoktur desem abartı olmaz.

Hayat değiştiren kahramanlar

Eski Yunan’da bir tragedyayı izlediğiniz tiyatro mekânından çıktığınızda, tragedyanın kahramanları sizi o kadar etkilerdi ki bir daha aynı insan olamazdınız. O yüzden tragedya yazarları çok önemsenir ve savaşta başlarına bir şey gelmesin diye askerlikten muaf tutulurdu. Günümüzde ise yayınevlerinin editörleri ve kitapçıların işlevi de bu anlayıştan süzülmüş eserleri öne çıkarmak, okurla buluşmasını sağlamak değil midir? Bir edebiyat eseri beyninize balyoz gibi inmiyorsa onu ve karakterlerini unutmanız kolay olacaktır, tıpkı televizyonda izlediğiniz bir diziyi unutmak gibi.

Klasik eserlerde yaratılan karakterler öyle güçlüdür ki okuduğumuzda hayatımızın bir parçası olur. Gündelik dilimize bile yerleşir: “Don Kişot’luk yapma”, “Oblomov gibisin” v.s. Frankenstein’ı bilmeyenimiz yoktur örneğin. O karakterlerin ve yazarların isimlerini kitabevlerimize kafelerimize veririz. Klasiklerdeki felsefi, mitolojik, sosyolojik, psikanalitik ve duygusal altyapı bizi derinden sarsar. Her dönemin insanını etkileyecek bir evrenselliğe sahiptir bu altyapı. Günümüzde birçok insanın klasiklerin kendisine hitap etmeyeceği düşüncesi bir önyargıdan ibarettir. Oysa Dostoyevski’nin hayatın dışında kalmış yeraltı insanı, Melville’nin aşırı hırsının kurbanı olmuş Kaptan Ahab’ı, Tolstoy’un hayatın ve evliliğin rutinliğine hapsedilerek aradığı çıkış yolunda mahvolan Anna Karenina’sı, Lawrence’ın İngiliz sanayileşmesi ve püriten ahlak yapısı içerisinde boğulmuş Lady Chatterley ve Ursula’sı, Birkin’i, Gerard’ı, Gudrun’u, Klseist’ın bir türlü gerçekleşmeyen adalet beklentisi sonucunda Saksonya Eyaleti’ni baştan sona yakacak bir isyana imza atan Michael Kohlhaas’ı bugün her zamankinden daha günceldir. Ve insanlık var olduğu sürece güncelliğini koruyacaktır.

Canlanan cümlelerin vaat ettikleri

Örneğin Hemingway’in 1930’ların sonunda yazılmış ve İspanya İç Savaşı’nda geçen Çanlar Kimin İçin Çalıyor’unu geçtiğimiz günlerde okuduğumda bende bıraktığı yaşam, ölüm ve zaman algısı çok sarsıcıydı. Kitap bittiğinde şunu düşündüm: Eğer bir gün çanlar bizim için de çalacaksa ki çalacak ne kadar yaşadığımız değil ne yaşadığımız önemli değil mi? İşte iki yoldaş olan Robert ve Maria iç savaşta İspanyol faşistlerinin geçmesini engellemek için bir köprüyü havaya uçurmanın arifesindeki son günlerinde birbirlerini bir daha hiç göremeyeceklerini düşünerek belki de bir ömre değecek an- ları yaşıyorlardı. Birbirlerini hiçbir insanın sevmediği gibi severek. İçtikleri her yudum şarabın her damlasını sonuna kadar duyumsayarak. “Diz çökerek yaşamaktansa ayakta ölmek yeğdir” diyerek özgür olmayan yaşamı hiç – leyerek. Sevişerek, bütünleşerek, büyük bir diğerkâmlıkla başkasının acısını hissederek.

Klasikler aracılığıyla yaşamınıza giren bir cümle öyle canlıdır ki belki de onlarca teorik kitaptan alamayacağınız etkiyi dâhil edersiniz kendinize. Bu etki siz büyüdükçe büyür, yoğrulur içten içe sarar sizi. Belki bu etkinin cümlesini kuramazsınız ama bilirsiniz zihninizdeki varlığını. Dostoyevski’nin Suç Ve Ceza’yı yazarken “ben hukuk eğitimi alamayacak kadar yoksul yaşarken birilerinin bu kadar zengin olması adil değil” deyip zengin birisini öldürerek varlığına el koyan bir Fransız hukuk öğrencisinden etkilendiğini bilmek bambaşka yerlere götürür sizi. Tolstoy’un ise Anna Karenina’yı yazarken kimse beni rahatsız etmesin diye odaya kapanıp üç gün sonra odasında açlıktan baygın halde bulunması roman-yaşam ilişkisi açısından kim bilir neler düşündürtür. Mary Shelley’nin kendi ve yakın çevresindeki insanların hayatının psikanalizi niteliğindeki daha 18 yaşındayken yazdığı Frankenstein romanı büyük sorgulamalara gebe bırakır hayatınızı.

Örnekleri o kadar çoğaltabiliriz ki sayfalar yetmeyecektir. Ancak şunu söyleyebiliriz, zamanın eskiliğinin ötesinde, klasikler kusursuz olma iddiasına en yakın edebiyat eserleri olarak çıkar karşımıza. Defalarca okuyabilir ve her okuduğunuzda yeni derinliklere ulaşmanız çok mümkündür.

Devam edecek… (İkinci Bölüm: Calvino’dan sonra)
Tarih: 28.02.2021 Okunma: 595