İnsan ölebilen bir hayvandır. Her dem, adım adım öldüğünün bilincindedir. Bu yüzden de ya ölümü sürekli ötelemeye ve unutmaya çalışır ya da ölmeden önce, ileride hatırlanacağı eserler ve izler bırakmak ister.
Tom Robbins’in, yaşam-ölüm üzerine yazdığı Parfümün Dansı romanının kurgusu müthiştir. Ölüm-yaşam diyalekti ortadan kalkmış, Alobar ile Kubra sürekli yaşamaktadır. Romanın kadın karakteri, yaşamının 600.yılına geldiğinde halen yaşamak isterken, bir zamanlar ölümsüzlük peşinde olan Alobar, “Artık ölelim, bu anlamsız tekrarlara bir son verelim, daha yaşamak istemiyorum” der. Bu bana, 97 yaşında ölüp, yaşamının büyük bir kısmını coşkuyla geçiren babamı ve annemle arasında geçen bir diyaloğu hatırlattı. Bir gün üçümüz otururken annem “keşke hep yaşasak hiç ölmesek” dedi. Bunun üzerine, aslında yaşama büyük bir tutkuyla bağlı olan babam, şu cevabı verdi: “get gız get* ölüm olmasa yaşamın dadı mı olur.”
Okuma yazma bilmeyen babamda, yaşam söz konusu olduğunda an-lara çok önem veren Nietzsche ve George Bataille’i gördüm o anda. Öyle ya herkes yaşamının ve ölümünün şu veya bu biçimde felsefesini yapıyor. Galiba düğüm de burada çözülüyor. Mesele, uzun yaşamak değil, bir gün öleceğimizin bilinciyle, nasıl yaşadığımıza odaklanmak. Ben de, yaşamı bütün zamanlarda anlamlı ve coşkulu süremeyeceğimiz öngörüsüyle, an-ların ve anlamların çoğaltılıp biriktirilmesini elzem bulanlardanım. Bu da yalnızca düşünmekle değil bedenin, zihnin ve olanakların elverdiği ölçüde, düşündüğünü eylemekle mümkün. Örneğin, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar romanının yaşam kaçkını başkarakteri, bir gün Petersburg sokaklarında gezerken bir kahvehanenin camından dışarı fırlatılan insanı görünce şöyle ah çeker: “Şu adamın yerinde olmayı öyle çok isterdim ki.”
Philip Roth’un Ölen Hayvan’ı
Yakın zamanda okuduğum ve çok etkilendiğim Philip Roth’un, Monokl Yayınlarından çıkan, Ölen Hayvan romanı, yukarıda yazdıklarımı ve daha bir çok şeyi düşündürttü. Bir önceki yazımı da yine bu etkilenmişlik sonucunda, yaşlı ayrımcılığı üzerine kaleme almıştım. Roth’un temel derdi, hayatınızın hangi çağında olursanız olun, yaşamı bırakmayın. Onu da romanda, kendisi 62 yaşında olup, 24 yaşındaki Consuela’ya aşık olan David’in ağzından şu cümlelerle ifade ediyor:
“Gençliğin farkını asla daha fazla hissetmezsiniz. Onun enerjisinde, şevkinde, o genç bilemeyişinde, genç bilişinde, farkı her an iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Onun değil de sizin 24 yaşında olduğunuz gibi bir kafa karışıklığına kapılmanıza olanak yok. Kendinizi tekrar genç hissetmek için budala olmalısınız. Genç hissetmeniz acelecilik olur. Genç hissetmekten ziyade, sizin sınırlı geleceğinizin aksine, onun sınırız geleceğinin acısını hissediyorsunuz; kaybedilen son güzelliklerin her birinin acısını normalde hissettiğinizden daha fazla hissediyorsunuz. Yirmi yaşındakilerle beyzbol oynamak gibi bir şey bu. Onlarla oynadığınız için yirmi yaşında hissetmezsiniz. Oyunun her saniyesinde farklı yaşarsınız. Ama en azından yedek kulübesinde oturmuyorsunuzdur. Olan şudur: Ne kadar yaşlı olduğunuzu ızdırapla hissedersiniz, ama yeni bir biçimde.” [1]
Ölen Hayvan romanının ana karakteri David’in yaşadığına benzer örnekler, edebiyat ve felsefe dünyasından da var. Goethe, ününün doruklarda olduğu, yaşayan en bilge insanlardan birisi olarak kabul edildiği bir dönemde, yani 74 yaşındayken 19 yaşındaki Ulrike’ye tutulur. Yakın zamanda geçirdiği hastalığı atlatmış ve kendisini inanılmaz derecede dinç hissetmektedir. Ve hiç tereddüt etmeden, en eski dostu Grandük’ten kızı istemesini rica eder. Grandük, Bayan Levetzow’dan, Goethe’ye, Ulrike’yi ister ancak ertelemeci ve kibarca olumsuzluk içeren bir cevap alır. Goethe’nin buna rağmen Ulrike’yi görme çabaları devam eder. Oğlu ve gelini, biraz kendilerine kalacak servetin bölüneceği kaygısı biraz da ayıplanacakları düşüncesiyle, Goethe’yi bu sevdadan vazgeçirmeye çalışırlar. Fakat Goethe, onları dinlemekten çok, Ulrike’nin hiçbir vaat vermeyen belirsiz cevabı ve yaz bitince bulundukları yerden ayrılması üzerine acı gerçekle yüzleşir. Goethe, bu acısını şiirle sağaltacaktır. Marienbad Ağıdı şiirleri böyle ortaya çıkar ve arkasından 60 yıldır uğraştığı Faust’u tamamlar.
Yine ünlü anarşist kuramcı ve devrimci Mikhail Bakunin, ellili yaşlarındayken, kendisinden 27 yaş küçük Antonia’ya aşık olur ve Antonia da ona. Aslında babası Antonia’yı bir polis şefiyle evlendirmek istemektedir. Sürekli konar- göçer halde yaşayan devrimci Bakunin’le evlenmesini istemez. Ancak Antonia’nın tercihi Bakunin’den yanadır ve evlenirler. Bu evlilik anarşist camiayı bile şaşırtacaktır. Bu genç kadının bu yaşlı adamla ne işi vardır ya da Bakunin gibi sürekli gezgin birisi nasıl evlenir? Ama her ikisi de bu zorlu birlikteliği ve yolculuğu göze almakta tereddüt etmezler.
Önyargılar, tabular…
Burada bir parantez açmak istiyorum sevgili okurlar. Yaşlı erkek, genç kadın ilişkisi, gerek edebiyatta gerek sinemada ve toplumsal hayatta daha çok yer alabilirken, bunun tam tersi bir durum maalesef pek yer almıyor. Patriark zihniyete göre, genç erkek yaşlı kadın ilişkisi daha bir önyargıyla karşılanıyor. Ancak, kısmen sinemada yer alabiliyor. Toplumsal yaşamda ise bu tür bir ilişki iyice kendini gizlemek zorunda kalıyor. Toplumun önyargıları, bazen yaşlı erkek, genç kadın dostluğunu ya da tam tersini bile dışlayacak kadar çekilmez olabiliyor. Bu insanlar dost-arkadaş oldukları zaman bile işin içinde bir bit yeniği aranıyor.
Gerçi, topluma kalsak Ece Dağıstan Say ve Fazıl Say’ın evli olup da ayrı evlerde yaşamasını bile kaldıramıyor. Yani bir nevi “siz de bizim gibi aynı evlerde yaşayıp neden birbirinizi yemiyorsunuz, gerçek evlilik budur” şeklinde hasetik bir durum. İnsanların özgürlük alanlarını korumaya çalışıp, içinden geldiği gibi ilişkilenmeye çalışması hep bir tehdit olarak algılanıyor. Öyle ya, normları, ikiyüzlülüğü ve mutsuzluğu yaygınlaştırmak, normdışılığı, özgürlüğü ve mutluluğu yaygınlaştırmaktan daha kolay, daha bulaşıcı…
Şunu da belirtmeliyim ki yaşlanmayla birlikte, yaşamda aktif yer almanın dışında kalmama durumu, hayatımızdaki neredeyse tüm mevzular için geçerlidir. Ancak Ölen Hayvan romanı üzerinden ilerlediğimiz ve romanın temel konusu aşk olduğu için böyle ilerledik. Roth, romanın bir yerinde, “Aşk ve seks yoksa hayatınızda, huzurlu ve sakin bir yaşamınız olur, bu alanlar tehlikeli ancak sizi gerçek yaşamın içinde tutan alanlardır” diye seslenir. Romandaki şu sözler ise bu durumu ve ötesini müthiş bir öngörüyle pekiştirir:
“ Yetmiş yaşında bir adam, insanlık komedyasının bedensel suretinde yine de yer almalı mı? Hâlâ insani heyecanlara duyarlı, pişmanlık duymayan, inzivaya çekilmemiş bir yaşlı adam olmalı mı? Diğer yetişkinlerin erdemli bakışlarına güvenemeyeceğimi fark ediyorum. Peki, bildiğim kadarıyla, bir erkek olarak ne kadar yaşlı olursam olayım, hiçbir şeyin ama hiçbir şeyin kenara bırakılamayacağı gerçeğiyle ne yapabilirim?” [2]
Zorunlu ‘Filler Mezarlığı’
Gerek yaşlı ayrımcılığı gerekse toplumsal, kültürel nedenlerle hayatın dışına itilen insanların, filler mezarlığına gönderilmeye isyan etmesi gerekir. İnsanın her yaşta yapabileceği ve potansiyelini açığa çıkarabileceği faaliyetler vardır. Zen ve Savaş Sanatları’nın yazarı, Joe Hyams 51 yaşındayken, savaş sanatları ustası Bruce Lee’nin evine misafir olur bir gün. Bruce Lee, henüz çok gençtir o zaman. Hyams, onun kütüphanesindeki felsefe kitaplarını görünce şaşkınlık geçirir. Savaş sanatlarından konuşurlarken Hyams, 51 yaşında olduğunu ve artık bu sanatı öğrenemeyeceğini söyler. Lee ise onun sınırlarının zihninde olduğunu belirtip, tüm savaş sanatlarını öğretir. Zen ve Savaş Sanatları kitabı da bunun sonrasında ortaya çıkar zaten.
Özgürlükçü sosyalistlerden Andre Gorz da aşkı bütün yaşamın ve yaptıklarımızın merkezine koyar. Örneğin İktisadi Aklın Eleştirisi kitabını “Bir sabah sevgilisinin koynunda yatmayı, işe gitmeye yeğleyenlere” adamıştır. Onun, ağır bir hastalık geçiren karısı Dorien’e yazdığı Son Mektup kitabındaki şu müthiş sözler, aşka olan tutkusunu çok iyi anlatır:
“Seksen iki yaşına yeni girdin. Hâlâ güzel, çekici ve arzu uyandırıcısın. Elli sekiz yıldır birlikte yaşıyoruz ve ben seni her zamankinden çok seviyorum. Son zamanlarda sana bir kez daha aşık oldum ve sadece benimkine değen bedeninin sıcaklığıyla dolan, kahredici bir boşluk taşıyorum göğsümün tam ortasında yeniden… İkimizin de dileği diğerinin ölümünden sonra yaşamak zorunda kalmamaktı. Birbirimize sık sık söylediğimiz gibi, olmaz ya, eğer ikinci bir hayatımız olsaydı o hayatı da birlikte geçirmek isterdim.” [3]
Edebiyat, diğer yazın alanlarından farklı olarak, yaşama dair dile gelemeyenleri en yoğun ve en çarpıcı haliyle dile getirir. Ve bizleri alt-üst ederek, bunları yaşamın içine sokar. Edebiyatla yaşamın zorlukları ve kabalıklarının üstesinden geliriz. Sakin, köşesine çekilen hayatları rahatsız eder, fiile çağırırız. Edebiyatla odaklanır, yoğunlaşır ve derinleşiriz. İşyerlerinde, hayatımızı kuşatan sığ ve banal sohbetlerden edebiyat aracılığıyla kaçarız. Edebiyatla kucaklarız en büyük hayalleri… Bunun için de iyi edebiyatın, sağlam bir felsefi altyapısının olması şarttır. Philp Roth’un da temel derdi benzer olsa gerek ki bakın sanat için ne söylüyor, son sözü ona vererek bitirelim.
“Sanatın en ulu ve en güç başarısı bizi güldürebilmesi ya da ağlatabilmesi, bizde şehvet ya da öfke uyandırabilmesi değil, doğanın yaptığını yapması ve bizi hayretle doldurmasıdır.” [4]
*
*Babamın lisanında, olur mu öyle şey anlamına geliyor.
- Philip Roth, Ölen Hayvan, Monokl yayınları 2016, syf.30
- Philip Roth, Ölen Hayvan, Monokl Yayınları 2016, syf.32
- Andre Gorz, Son Mektup – Bir Aşk Hikayesi, Ayrıntı Yayınları 2007, syf.61
- Philip Roth, Bir erkek Olarak Yaşamım, YKY 2020, syf.57