SUÇ VAR, “ÖRGÜT” VAR, SUÇLU YOK

İsmail Hakkı CENGİZ - 11.07.2009

Oy gizli, haber kutsal, yorum hürdür.

 


 

Bu konu gayet uzun bir tahlili gerektiriyor. O tahlile geçmeden önce, “sıcak” bir konuda görüşlerimizi belirtelim.

 

Çin’deki Uygur kardeşlerimizin katliamıyla ilgili, nihayet hükümetten beklediğimiz ses geldi. Başbakan Erdoğan’ın “Olaylar için kullanılacak kelime vahşettir. Adeta soykırımdır.” Nitelemesini ve olayları dünyaya bu şekilde yansıtmasını fevkalade isabetli buluyoruz. Gösterdiği hassasiyete teşekkür ediyor, tebriklerimizi sunuyoruz. Bu sözlerinin arkasında durmasını, kararlılık göstermesini bekliyoruz.

 

Başbakan Erdoğan, bu sözlerden sonra şu cümleyi sarf ediyor: “Çin hükümeti, adil bir yaklaşımla failleri bulup cezalandırmalı.”

 

Cumhurbaşkanı Gül de Başbakan’a paralel bir biçimde şunları söylüyor: “Çin gibi büyük bir devletin yapması gereken; Uygurların hak ve hukukunu koruyup, suçluları ortaya çıkarmaktır.”

 

Şaka gibi!

 

Affedersiniz ama Uygurları kim katlediyor? Uygurların evlerine askeri-polisi kim gönderip, bulduklarını gözaltına aldırıyor? Kim, “gözaltına alınanlar idam edilecek” diyor?

 

Bunları yapan, söyleyen bizzat Çin hükümeti değil mi? Yani faillerin kendi kendini bulup, kendi kendini cezalandırmasını mı bekliyorsunuz?

 

İşin kötüsü, bu sözler “vahşet, soykırım” gibi ağır suçlamaların da etkisini azaltıyor.

 

Gül ve Erdoğan’ın bu çelişkiyi görüp, düzelteceklerini ümit etmek istiyoruz.

 

*                           *                                  *

 

Şimdi, “suç, örgüt ve suçlu” mevzuundaki tahlilimize gelelim.

 

Cennet vatanımız; doğal güzellikler, tarihî ve antik zenginlikler bakımından bir “cennet” olduğu kadar, suç işleme bakımından da bir cennet!

 

Yakın geçmişimizde, hatta günümüzde o kadar çok suç işlenmiş ve işleniyor ki; takibi, sayılması bile çetin! Suçluların yakalanıp, yargılanması ise nadir!

 

Yurdumuz ve bu yurdun üzerinde yaşayan insanlar; kafalarda pek çok soru işaretleri bırakan cinayetler, katliamlar, suikastlar gördü. Söz konusu suçlardan bazılarının faillerinin yakalandığı, yargılandığı söylendiyse de, pek çoğumuzu tatmin etmedi. Kaldı ki halen, çoğu vukuatın faili meçhul olduğu hepimizin malumu!

 

Yakın tarihimizdeki faili meçhul cinayetlerin 5 bin kadar olduğunu iddia edenler var. Bu rakam abartılıysa da, en azından yüzlerce olayın faili meçhul olduğunu herkes kabul eder.

 

Faili meçhuller içinde aydınlara yönelik, toplumu sarsan suikastlar, 30-35 sivil veya askerin öldürüldüğü katliamlar var. Pek çok kayıp var. Kayıpların içinde çocukların da olduğu bildiriliyor.

 

Hepimiz arzu ediyor ve bekliyoruz ki; her bir olayın faili veya failleri tek tek yakalansın ve adalete hesap versin. Bunda, suçlular dışında, herkes hemfikirdir, herhalde!

(Devamı bir sonraki yazının konusu)

 

 

*  *   *   *   *   *   *   *   *   *

 

 

TERÖR ÖRGÜTÜNÜN AMACI NEDİR?

 

Suç maddî bir nesnedir. Elle tutulur, gözle görülür. Hadise ortadadır. Meselâ bir cinayet işlenmişse, kimse cinayet yok diyemez. Bu açıktır. Elbette cinayetin olduğu yerde en azından 1 de cani vardır. Daha doğrusu, en azından 1 failin olması şarttır. Sanırım, buna da kimse itiraz etmez.

 

Tabii bazen suçlar örgütlü olarak işlenir. Yıllardan beri memleketin başına dert olan PKK örgütü gibi bir örgüt söz konusu olabilir. Bu durumda, suçu örgütün işlediği ileri sürülür.

 

PKK’nın işlediği bir suçu ele alalım: Diyelim ki “PKK’nın yola döşediği mayın patladı, 7 askerimiz şehit oldu!” her ne kadar burada fail olarak sadece örgütün adı geçiyorsa da, eylemi yapan en az 1 gerçek kişi vardır. Doğal olarak eylemi yapan veya yapanlar aranır, bulunur ve söz konusu olaydan dolayı yargılanır. Olayın failinin yargılanması için bütün örgütün çökertilmesi, bütün üyelerinin yakalanması beklenmez.

 

Örgütün üyeleri, fiillerinden dolayı tek tek yargılanır. Hatta üye aynı zamanda örgütün elebaşısı bile olsa… Nitekim PKK’nın lideri de 10 sene evvel yakandı ve yargılandı. Elebaşı, pek çok eylemden sorumlu olduğu, pek çok suç ortağı olduğu halde tek başına yargılandı ve hüküm giydi. Herhalde normal olan da buydu.

 

*                           *                                  *

 

Türkiye, 2 sene kadar önce yeni bir “örgüt”le tanıştı. Bu “örgüt”, şu anda Silivri’de yargılanıyor.

 

Söz konusu örgüt hakkında, ilk “deliller”in elde edilmesinden 13 ay sonra, 13 Temmuz 2008 tarihinde, İstanbul 13’ncü Ağır ceza Mahkemesi’nde dava açılırken, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı şöyle dedi: “Bu terör örgütü, daha önce bilinenlerden farklı bir örgüt, kalıplara uymayan değişik bir örgüt!” Bu sözleri, son aylarda başsavcılık adına açıklama yapan başsavcı vekili Çolakkadı değil de, ismi şimdi aklıma gelmeyen “asıl başsavcı” sarf etmişti.

 

Terör kavram olarak, Türkçedeki karşılığı ile "korkutma, yıldırma" ve “tedhiş” anlamına gelmektedir. Terör örgütü ise, normal olarak, yaptığı eylemlerle ne kadar korkunç olduğunu ispatlama ve adıyla dehşet saçmaya çalışır. Bir terör örgütü yaptığı eylemleri asla inkâr etmez. Tam tersine eylemlerini abartmaya çalışır ki, ne kadar etkili ve baskın bir örgüt olduğunu dünya bilsin, herkes görsün.

 

Bu tanımlamayla bakınca, Silivri’de görülen davadaki örgütün “terör örgütü” olarak nitelendirilmesi pek doğru gibi gözükmüyor. Çünkü söz konusu örgüt, hiçbir eylemi üstlenmiyor. Ayrıca “örgüt” üyesi olduğu iddia edilen bir kişi bile üye olduğunu “itiraf” etmiyor.  Nitekim örgüt üyesi olduğu iddia edilen pek çok profesöre de terör örgütü üyesi olmayı kimse yakıştıramıyor.

 

Bu “örgüt” aynı zamanda “meşru hükümete darbe yapmak”la suçlandığına göre; acaba “terör örgütü” yerine “darbe örgütü” diye adlandırılsa daha mı isabetli olurdu, diye insanın aklına geliyor.

 

(Devamı bir sonraki yazının konusu)

 

 

*  *   *    *   *   *   *   *   *   *   *

 

 

 

SEVİNÇ VEYA HAYAL KIRIKLIĞI

 

Dönelim “örgüt”le ilgili yaşananlara… Bilindiği gibi, Haziran 2007’de Ümraniye’de bulunan bombalarla başlayan yargı süreci, 20 Ekim 2008 tarihinde başlaması planlanıp, o güne gelindiğinde elde olmayan sebeplerle, Kasım 2008’e ertelenen ilk duruşmayla devam etti. İlk etap yargılama 8 ay sürdü. Toplam olarak, 2 seneyi aşkın bir süredir yargı işlemi devam ediyor.

 

“Örgüt”le ilgili 2 iddianame hazırlanarak mahkemeye sunuldu. 3’üncüsünün de hazırlanmakta olduğu bildirildi.

 

Yargılama süreci içinde çok ilgi çekici gelişmeler yaşandı. Kamuoyuna tuhaf gelen, alışık olmadığımız gözaltılar, tutuklamalar yapıldı… Gerek davaya bakan mahkemece, gerekse nöbetçi mahkemelerce tahliye kararları verildi.

 

Tutuklamalar bir kesimde sevinç yaratırken, başka bir kesimde hayal kırıklığı meydana getirdi. Tahliyeler ise “bir kesimde” hayal kırıklığı yaratırken, “başka bir kesimde” sevinç yarattı. Kesimler, karşılıklı olarak tutuklama ve tahliye kararlarına kuşkuyla baktılar.

 

Hâlbuki yargı erkine güveniyorsak, yargının her türlü kararına saygılı olmak, hâkimlere inanmak ve güvenmek gerekmez mi?

 

Sonra, bu “kalıplara uymayan, değişik terör örgütünün yargı safhasının da biraz değişik olması doğal değil mi?

 

*                           *                      *

 

Aradan geçen 2 sene içinde, Ümraniye davası kapsamında yargılananlar hakkında söylenmedik kalmadı, dersek yalan olur. Çünkü söylenmeye devam ediyor.

 

Yazımızın başında bahsettiğimiz yüzlerce faili meçhul olayın söz konusu “örgüt” tarafından gerçekleştirildiği iddia edildi. Bu iddiaya göre; memlekette yakın geçmişte meydana gelen ne kadar faili meçhul hadise var ise “örgüt”ün işidir.

 

Bu noktada kafalara 2 soru takılıyor:

 

1. Adı geçen “örgüt”; “meşru hükümete darbe” suçuyla yargılandığına göre; bu “örgüt” daha önce bir cinayet örgütüydü de sonra hedef mi değiştirdi? “Konjonktür”e mi uydu?

 

2. Yakın tarihte, iddialara göre binlere varan cinayet işleyen “örgüt”, bu son “darbe sürecinde” neden birdenbire uslandı? Bunu soruyoruz, çünkü iddianamede “örgüt”le ilişkilendirilen 2 olay var: Danıştay cinayeti ve Cumhuriyet Gazetesine atılan bombalar! Bu kadar devasa olduğu öne sürülen bir “terör örgütü” için, “2 vaka” çok az değil mi? 

 

(Devamı bir sonraki yazının konusu)

 

*  *   *   *   *   *   *   *   *   *  *   *

 

 

BU DAVA SÜRECİNDE FAİLİ MEÇHULLER AYDINLANACAK MI?

 

Özel yetkili savcılarca açılan, yürütülen ve özel yetkili bir mahkemede görülen bu dava sürecinde ve sonunda Hrant Dink cinayetinden Uğur Mumcu suikastına; Sivas katliamından Başbağlar katliamına ve gözaltında kaybolanlara kadar, kafalarda kuşku uyandıran ne kadar olay varsa çözüleceği umuluyor, arzu ve talep ediliyor.

 

“Gözaltında kaybolanlar” felaketi üzerinde, özellikle durmak istiyoruz. Kayıplar olayını son derece hayatî bir mesele olarak değerlendiriyoruz. Çünkü olayın birkaç boyutu var:

 

1’ncisi, hukukî boyut… Devletin bir kurumunca gözaltına alınan şahıs, devlete emanet demektir. Ne kadar ağır suçlu olduğu varsayılırsa sayılsın, onun gideceği yer yargının önüdür. Devletin kurumu sapasağlam aldığı kişiyi ya sapasağlam yargıya teslim etmemişse veya sapasağlam serbest bırakıldığını ispatlayamıyorsa, sorumlular hesap vermelidir.

 

2’ncisi, insanî boyut… Böyle bir kaybolma hadisesine bütün kamuoyunun hassas olması lâzım. Bütün vatandaşlar gözaltındaki kayıplara tepkisini dile getirmelidir. Çünkü böyle bir durum hepimizin başına gelebilir. Kaybolan siz, biz, bizim çocuğumuz da olabilirdi. Olmaz diye bir şey yok… Bu ülkede albayların, binbaşıların kaybolmalarına, öldürülmelerine şahit olduk.

 

3’ncüsü, sosyal ve millî boyut…  Gözaltındaki kayıplardan sorumlu olanlar, sadece kişisel bir suç işlemediler. Bu suçları; yöre insanında devlete karşı bir şüphe, güvensizlik, hatta kin ve nefret oluşmasına yol açmıştır. Halkın devlete olan sadakat duyguları zedelenmiştir. Gelinen noktada, vatandaşa devleti kötü tanıtan memurların önemli payı olduğunu hangimiz inkâr edebiliriz? Gelinen nokta ne? 29 Mart yerel seçimleri sonrasında, yörenin etnik yapısına dayalı siyaset yapan parti sözcülerinin “sınırlarımızı çizdik” vahim söylemi.

 

Gözaltındaki kayıplardan sorumlu olanlar, devleti küçük düşürmekten, devlet aleyhine suç işlemiş olmaktan da yargılanmalıdırlar.

*                           *                      *

Elbette bu arada, “örgüt”ün finansörü olmak suçuyla tutuklanan, cezaevine girerken yanaklarından kan damladığı ekranlara yansıyan ama 11 ay sonra, bir deri-bir kemik, canlı cenaze halinde tahliye edilen Kuddusi Okkır’ın da hesabı sorulmalı. Cenazesini belediyenin kaldırdığı şahıs, nasıl örgütün finansörü olabiliyor, diye de sorulmalı!

 

Bu ülkede, hepimizin gözleri önünde bir tutuklu dövülerek öldürüldü. Engin Çeper… Onun ölümü konusunda devlet ve kamuoyu hassasiyet gösterdi. Hatta Adalet Bakanı özür bile diledi. Peki, soruşturma ve sorumluların yargılanması ne safhada?

 

Bilemiyoruz. Epeydir haber yok!

 

Artık, bu ülkede kimse gözaltında kaybolmamalı, işkence görmemeli, tutuklular dövülmemeli, dövülerek öldürülmemeli. Bu türden fiillerin failleri de yargıya hesap vermeli.

*                           *                      *

Şimdi, hayatî sorumuz şu: Bir sürü suç var. Kayıplar var, cinayetler var, katliamlar var. Suçlanan bir de “örgüt” var. Ama hangi suçu, “örgüt”ün hangi üyesi işledi onu göremiyoruz. Her bir kaybın, her bir cinayetin faili kim? Bunu göremiyoruz.

 

Dava sürecinde veya sonunda görebilecek miyiz? Konuya şimdilik burada nokta koyuyoruz.

 

*   *   *   *   *   *   *   *   *   *   *   *

 

 

 

BAŞBAKANLIKTAN DAHA ÖNEMLİ OLAN BAKANLIK

 

Fıkra ünlüdür: Avrupa’nın en büyük ayakkabı üreticisinin işleri kesat gitmeye başlar. Patron, pazar araştırması yapsın diye, müdürlerinden birini Afrika’ya gönderir.

 

Müdür, Afrika’yı gezer ve patrona raporunu bildirir: ‘Patron, burada hiç kimse ayakkabı giymiyor. Afrika’da hiç şansımız yok!’

 

Avrupa’da satışlar iyice düşünce, patron bir başka müdürünü yine Afrika’ya gönderir. Maksat aynıdır; Afrikalılara ayakkabı satılabilecek midir?

 

Aynı Afrika’yı gezen yeni müdür, patrona raporunu bildirir: ‘Patron burada kimsenin ayakkabısı yok. Müthiş bir Pazar… Burada çok büyük iş yapabiliriz.’

 

Aynı maksat için, aynı yere bakan iki değişik müdürün, birbirine tamamen zıt iki farklı bakış açısı!

 

Bizim millî eğitim meselemiz de fıkradaki kıssaya çok benziyor. Eğitimdeki sorunlar o kadar derin, o kadar çetrefil ki, eğer Millî Eğitim Bakanıysanız, bunların düzelmesine imkân yok deyip, hiçbir şeye elinizi sürmeden yan gelip yatabilirsiniz. Devasa sorunlara, teşkilata, öğretmen ve öğrencilere, size bağlı olan on binlerce kuruma, velilere derin derin bakabilirsiniz… Hiçbir şey görmeden! Bakanlık süresince kırmızı plakayı kullanır, sadece bakanlık görevinizin kazasız belasız bitmesi için dua edebilirsiniz. Nasıl olsa bir gün bu netameli görev sona erecektir!

 

Veya enerjik ve idealist bir yaklaşımla, yapılacak o kadar fazla iş, o kadar birikmiş sorun var ki, bu makamdaki 1 gün bile hayatî önemde… Sorunlar o kadar çeşitli ki, her gün tek tek çözülebilecekler olduğu gibi, uzun vadede bir plan dâhilinde ve başka kurumlarla işbirliği içinde çözülebilecek meseleler de var… Bu makamda olduğum her gün eğitimin birikmiş sorunlarından 1’ini çözebilirim, diye işe başlayabilirsiniz.

 

*                           *                      *

 

 

Öte yandan; meseleler devasa olabilir fakat bakan olarak benim kudretim de devasa! Teşkilatım ülkenin en büyük ve en iyi yetişmiş kişilerinden oluşan, üstün kabiliyetlere sahip bir teşkilat! Yetkilerim de, bütün devasa sorunların üstesinden gelebilecek kadar muazzam! İradem, azim ve karalılığım bütün düğümleri çözebilecek güçte! Elimde çocuklarımızın, gençlerimizin ve ülkenin istikbalini şekillendirebilecek bir fırsat var. Böyle bir fırsatı bana nasip ettiği için Tanrı’ya şükran hisleriyle doluyum. İyi niyetli çabalarımda bana yardım edeceğine yürekten inanıyorum, diye devam edebilirsiniz.

 

Sonra, her gün öğrencilerin, öğretmenlerin, velilerin, özel eğitim kurumlarının yıllardır mustarip oldukları sorunlardan birini çözerek onları rahatlatabilirsiniz.

 

Her akşam; bugün neyi iyileştirdim, hangi sorunu çözdüm diye kendinizi sınava çekebilirsiniz. Herhangi bir sorun çözmeden kararan bir günü kayıp sayabilir, ertesi gün 2 sorunu çözmeye odaklanabilirsiniz.

Millî Eğitim Bakanlığı, başbakanlıktan daha önemli ve daha etkilidir. Bence Başbakanlıktan daha kıymetlidir de... Çünkü başbakanları da, cumhurbaşkanlarını da yetiştiren, geleceğe hazırlayan ‘eğitim’dir.

 

*   *   *   *   *   *   *   *   *   *   *   *   *

 

 


ÜLKEYE ŞEKİL VEREN MİLLİ EĞİTİMDİR

 

“Millî Eğitim Bakanlığı, başbakanlıktan daha önemli ve daha etkilidir. Çünkü başbakanları da, cumhurbaşkanlarını da yetiştiren, geleceğe hazırlayan ‘eğitim’dir.”  dedik. Sadece Başbakan ve Cumhurbaşkanını mı; hâkimi, hekimi, komutanı, öğretmeni,  sanatçıyı, anneyi, babayı yetiştiren de eğitimdir. ÜLKEYE ŞEKİL VEREN MİLLÎ EĞİTİM’DİR.

 

Bugünkü mevki ve makam sahipleri ve ülke manzarası, bundan önceki Millî Eğitim politikalarının ürünüdür. İstikbaldeki kişiler, kurumlar ve ülkenin varacağı yer ise, şimdiki Millî Eğitim’in, bugünlerde tatbik edeceği politikalarının eseri olacaktır.

 

Başbakan’a bağlı ama ona bağımlı olmayan, hedefleri, idealleri olan, kararlı bir Millî Eğitim Bakanı memlekete-millete başbakandan daha büyük hizmetlerde bulunabilir. Çünkü sadece okullar vasıtasıyla bile, belli bir vadede ülkenin çehresini değiştirebilecek bir imkân ve kabiliyeti vardır. Kaldı ki, sürücü kurslarından dil kurslarına, özel okullardan özel eğitim merkezlerine kadar bütün eğitim kurumları Bakanlığa bağlıdır. Etkili plan-projelerle, katılımcı işbirliğiyle ülkede kısa sürede son derece olumlu değişikliklere imza atabilirsiniz.

 

Meselâ işe bakanlığın adından başlayıp, ‘Millî Eğitim’ kavramını geniş kapsamlı yorumlayabilirsiniz. Millî kelimesi, ‘millete ait’ anlamı taşıdığına göre; bu, aynı zamanda milletin sahiplendiği anlamına da gelir. Dolayısıyla, millî eğitim sadece bakanın meselesi değildir. Eğitim meselesinin sahibi bizzat millettir ve bu devasa mesele milletçe çözülebilir. Elbette Bakan çözümün merkezindeki, toplumu işin işine katacak, işbirliğini temin edecek mevkideki kişidir.

 

Ayrıca; ‘millî eğitim’ kavramını milletin de eğitimi olarak algılayabilirsiniz. Sadece okullardaki eğitimle, eğitim meselesi, dolayısıyla ülkenin meseleleri çözülemez. Aileler hem eğitilmeli, hem de çocuklarının eğitim sürecine etkin olarak katılmalıdır. Çünkü her şeyden evvel, okulda öğretilen doğru ilkeler evdeki ‘doğru’larla çelişmemelidir!

 

‘Eğitimin birliği’ ilkesinin aynı zamanda, ‘eğitimin bütünlüğü’ anlamına geldiğini de vurgulayabilirsiniz. Dolayısıyla, okulda verilen olumlu eğitimin tesiri, sokakta, ekranlarda, başka kurumlarda… Vs. yok edilmemeli! Tam tersine doğru ilkeler hayatın her safhasında birbirini desteklemeli. Bunun için ülkedeki, resmî ve özel, etkin olan herkes ve her kurumla işbirliğine gidebilirsiniz. Diğer bakanlıklarla, orduyla, polisle, medyayla, iş dünyasıyla, üniversitelerle, sivil toplum kuruluşlarıyla her birinin ilgi alanındaki konularda işbirliği yapabilirsiniz. Çocuklarımız ve ülkenin istikbali için desteklerini isteyebilirsiniz.

 

Muhakkak, hepsi seve seve destek vereceklerdir. SAYIN BAKAN, enerji ve kararlılığınızla kısa sürede ülkenin çehresini değiştirebilirsiniz. Tarihe altın harflerle yazılabilirsiniz. 

 

Size bağlı! Önünüzde iki kapı var: Biri gelişmeye, huzura, mutluluğa açılıyor, ikincisi uçuruma! Birinci kapıyı açmak için demir gibi bir irade, mücadele, azim, kararlılık, enerji, işbirliği ve çok çok çok çalışmak gerekiyor. Belki uykuyu, dinlenmeyi, ayaklarınızı uzatıp oturmayı unutmak gerekiyor.

 

İkinci kapıyı açmak için herhangi bir şey yapmanıza gerek yok. O kapı zaten ardına kadar açık.

 

 

 

Önceki yazılar

Tarih: 11.07.2009 Okunma: 795

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?