Oy gizli, haber kutsal, yorum hürdür.
Bu konu gayet uzun bir tahlili gerektiriyor. O
tahlile geçmeden önce, “sıcak” bir konuda görüşlerimizi belirtelim.
Çin’deki Uygur kardeşlerimizin katliamıyla ilgili,
nihayet hükümetten beklediğimiz ses geldi. Başbakan Erdoğan’ın “Olaylar için kullanılacak kelime
vahşettir. Adeta soykırımdır.” Nitelemesini ve olayları dünyaya bu şekilde
yansıtmasını fevkalade isabetli buluyoruz. Gösterdiği hassasiyete teşekkür
ediyor, tebriklerimizi sunuyoruz. Bu sözlerinin arkasında durmasını, kararlılık
göstermesini bekliyoruz.
Başbakan Erdoğan, bu sözlerden sonra şu cümleyi sarf
ediyor: “Çin hükümeti, adil bir
yaklaşımla failleri bulup cezalandırmalı.”
Cumhurbaşkanı Gül de Başbakan’a paralel bir biçimde
şunları söylüyor: “Çin gibi büyük bir
devletin yapması gereken; Uygurların hak ve hukukunu koruyup, suçluları ortaya
çıkarmaktır.”
Şaka gibi!
Affedersiniz ama Uygurları kim katlediyor? Uygurların
evlerine askeri-polisi kim gönderip, bulduklarını gözaltına aldırıyor? Kim, “gözaltına alınanlar idam edilecek”
diyor?
Bunları yapan, söyleyen bizzat Çin hükümeti değil mi?
Yani faillerin kendi kendini bulup, kendi kendini cezalandırmasını mı bekliyorsunuz?
İşin kötüsü, bu sözler “vahşet, soykırım” gibi ağır
suçlamaların da etkisini azaltıyor.
Gül ve Erdoğan’ın bu çelişkiyi görüp,
düzelteceklerini ümit etmek istiyoruz.
* * *
Şimdi, “suç,
örgüt ve suçlu” mevzuundaki tahlilimize gelelim.
Cennet vatanımız; doğal güzellikler, tarihî ve antik zenginlikler
bakımından bir “cennet” olduğu kadar, suç işleme bakımından da bir cennet!
Yakın geçmişimizde, hatta günümüzde o kadar çok suç
işlenmiş ve işleniyor ki; takibi, sayılması bile çetin! Suçluların yakalanıp,
yargılanması ise nadir!
Yurdumuz ve bu yurdun üzerinde yaşayan insanlar;
kafalarda pek çok soru işaretleri bırakan cinayetler, katliamlar, suikastlar
gördü. Söz konusu suçlardan bazılarının faillerinin yakalandığı, yargılandığı
söylendiyse de, pek çoğumuzu tatmin etmedi. Kaldı ki halen, çoğu vukuatın faili
meçhul olduğu hepimizin malumu!
Yakın tarihimizdeki faili meçhul cinayetlerin 5 bin
kadar olduğunu iddia edenler var. Bu rakam abartılıysa da, en azından yüzlerce
olayın faili meçhul olduğunu herkes kabul eder.
Faili meçhuller içinde aydınlara yönelik, toplumu
sarsan suikastlar, 30-35 sivil veya askerin öldürüldüğü katliamlar var. Pek çok
kayıp var. Kayıpların içinde çocukların da olduğu bildiriliyor.
Hepimiz arzu ediyor ve bekliyoruz ki; her bir olayın
faili veya failleri tek tek yakalansın ve adalete hesap versin. Bunda, suçlular
dışında, herkes hemfikirdir, herhalde!
(Devamı bir sonraki yazının konusu)
* * *
* * *
* * * *
TERÖR ÖRGÜTÜNÜN AMACI NEDİR?
Suç maddî bir nesnedir. Elle tutulur, gözle görülür.
Hadise ortadadır. Meselâ bir cinayet işlenmişse, kimse cinayet yok diyemez. Bu
açıktır. Elbette cinayetin olduğu yerde en azından 1 de cani vardır. Daha
doğrusu, en azından 1 failin olması şarttır. Sanırım, buna da kimse itiraz
etmez.
Tabii bazen suçlar örgütlü olarak işlenir. Yıllardan
beri memleketin başına dert olan PKK örgütü gibi bir örgüt söz konusu olabilir.
Bu durumda, suçu örgütün işlediği ileri sürülür.
PKK’nın işlediği bir suçu ele alalım: Diyelim ki
“PKK’nın yola döşediği mayın patladı, 7 askerimiz şehit oldu!” her ne kadar
burada fail olarak sadece örgütün adı geçiyorsa da, eylemi yapan en az 1 gerçek
kişi vardır. Doğal olarak eylemi yapan veya yapanlar aranır, bulunur ve söz
konusu olaydan dolayı yargılanır. Olayın failinin yargılanması için bütün örgütün
çökertilmesi, bütün üyelerinin yakalanması beklenmez.
Örgütün üyeleri, fiillerinden dolayı tek tek
yargılanır. Hatta üye aynı zamanda örgütün elebaşısı bile olsa… Nitekim PKK’nın
lideri de 10 sene evvel yakandı ve yargılandı. Elebaşı, pek çok eylemden sorumlu
olduğu, pek çok suç ortağı olduğu halde tek başına yargılandı ve hüküm giydi.
Herhalde normal olan da buydu.
* * *
Türkiye, 2 sene kadar önce yeni bir “örgüt”le
tanıştı. Bu “örgüt”, şu anda Silivri’de yargılanıyor.
Söz konusu örgüt hakkında, ilk “deliller”in elde
edilmesinden 13 ay sonra, 13 Temmuz 2008 tarihinde, İstanbul 13’ncü Ağır ceza
Mahkemesi’nde dava açılırken, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı şöyle dedi: “Bu terör örgütü, daha önce bilinenlerden
farklı bir örgüt, kalıplara uymayan değişik bir örgüt!” Bu sözleri, son
aylarda başsavcılık adına açıklama yapan başsavcı
vekili Çolakkadı değil de, ismi şimdi aklıma gelmeyen “asıl başsavcı” sarf etmişti.
Terör kavram olarak, Türkçedeki karşılığı ile "korkutma, yıldırma" ve “tedhiş” anlamına gelmektedir. Terör örgütü ise, normal olarak, yaptığı
eylemlerle ne kadar korkunç olduğunu ispatlama ve adıyla dehşet saçmaya
çalışır. Bir terör örgütü yaptığı eylemleri asla inkâr etmez. Tam tersine
eylemlerini abartmaya çalışır ki, ne kadar etkili ve baskın bir örgüt olduğunu
dünya bilsin, herkes görsün.
Bu tanımlamayla bakınca, Silivri’de görülen davadaki
örgütün “terör örgütü” olarak nitelendirilmesi pek doğru gibi gözükmüyor. Çünkü
söz konusu örgüt, hiçbir eylemi üstlenmiyor. Ayrıca “örgüt” üyesi olduğu iddia
edilen bir kişi bile üye olduğunu “itiraf” etmiyor. Nitekim örgüt üyesi olduğu iddia edilen pek
çok profesöre de terör örgütü üyesi olmayı kimse yakıştıramıyor.
Bu “örgüt” aynı zamanda “meşru hükümete darbe yapmak”la suçlandığına göre; acaba “terör
örgütü” yerine “darbe örgütü” diye
adlandırılsa daha mı isabetli olurdu, diye insanın aklına geliyor.
(Devamı bir sonraki yazının konusu)
* * * *
* * *
* * * *
SEVİNÇ VEYA HAYAL KIRIKLIĞI
Dönelim “örgüt”le ilgili yaşananlara… Bilindiği gibi,
Haziran 2007’de Ümraniye’de bulunan bombalarla başlayan yargı süreci, 20 Ekim
2008 tarihinde başlaması planlanıp, o güne gelindiğinde elde olmayan
sebeplerle, Kasım 2008’e ertelenen ilk duruşmayla devam etti. İlk etap
yargılama 8 ay sürdü. Toplam olarak, 2 seneyi aşkın bir süredir yargı işlemi
devam ediyor.
“Örgüt”le ilgili 2 iddianame hazırlanarak mahkemeye
sunuldu. 3’üncüsünün de hazırlanmakta olduğu bildirildi.
Yargılama süreci içinde çok ilgi çekici gelişmeler
yaşandı. Kamuoyuna tuhaf gelen, alışık olmadığımız gözaltılar, tutuklamalar
yapıldı… Gerek davaya bakan mahkemece, gerekse nöbetçi mahkemelerce tahliye
kararları verildi.
Tutuklamalar bir kesimde sevinç yaratırken, başka bir
kesimde hayal kırıklığı meydana getirdi. Tahliyeler ise “bir kesimde” hayal
kırıklığı yaratırken, “başka bir kesimde” sevinç yarattı. Kesimler, karşılıklı
olarak tutuklama ve tahliye kararlarına kuşkuyla baktılar.
Hâlbuki
yargı erkine güveniyorsak, yargının her türlü kararına saygılı olmak, hâkimlere
inanmak ve güvenmek gerekmez mi?
Sonra, bu “kalıplara uymayan, değişik terör örgütünün
yargı safhasının da biraz değişik olması doğal değil mi?
* * *
Aradan geçen 2 sene içinde, Ümraniye davası
kapsamında yargılananlar hakkında söylenmedik kalmadı, dersek yalan olur. Çünkü
söylenmeye devam ediyor.
Yazımızın başında bahsettiğimiz yüzlerce faili meçhul
olayın söz konusu “örgüt” tarafından gerçekleştirildiği iddia edildi. Bu
iddiaya göre; memlekette yakın geçmişte meydana gelen ne kadar faili meçhul hadise
var ise “örgüt”ün işidir.
Bu noktada kafalara 2 soru takılıyor:
1. Adı geçen “örgüt”; “meşru hükümete darbe” suçuyla
yargılandığına göre; bu “örgüt” daha önce bir cinayet örgütüydü de sonra hedef
mi değiştirdi? “Konjonktür”e mi uydu?
2. Yakın tarihte, iddialara göre binlere varan
cinayet işleyen “örgüt”, bu son “darbe sürecinde” neden birdenbire uslandı?
Bunu soruyoruz, çünkü iddianamede “örgüt”le ilişkilendirilen 2 olay var:
Danıştay cinayeti ve Cumhuriyet Gazetesine atılan bombalar! Bu kadar devasa
olduğu öne sürülen bir “terör örgütü” için, “2 vaka” çok az değil mi?
(Devamı bir sonraki yazının konusu)
* * * *
* * * * *
* * *
BU DAVA SÜRECİNDE FAİLİ MEÇHULLER AYDINLANACAK MI?
Özel yetkili savcılarca açılan, yürütülen ve özel
yetkili bir mahkemede görülen bu dava sürecinde ve sonunda Hrant Dink
cinayetinden Uğur Mumcu suikastına; Sivas katliamından Başbağlar katliamına ve
gözaltında kaybolanlara kadar, kafalarda kuşku uyandıran ne kadar olay varsa
çözüleceği umuluyor, arzu ve talep ediliyor.
“Gözaltında
kaybolanlar” felaketi üzerinde,
özellikle durmak istiyoruz. Kayıplar
olayını son derece hayatî bir mesele olarak değerlendiriyoruz. Çünkü olayın
birkaç boyutu var:
1’ncisi,
hukukî boyut… Devletin bir kurumunca
gözaltına alınan şahıs, devlete emanet demektir. Ne kadar ağır suçlu olduğu
varsayılırsa sayılsın, onun gideceği yer yargının önüdür. Devletin kurumu
sapasağlam aldığı kişiyi ya sapasağlam yargıya teslim etmemişse veya sapasağlam
serbest bırakıldığını ispatlayamıyorsa, sorumlular hesap vermelidir.
2’ncisi,
insanî boyut… Böyle bir kaybolma
hadisesine bütün kamuoyunun hassas olması lâzım. Bütün vatandaşlar gözaltındaki
kayıplara tepkisini dile getirmelidir. Çünkü böyle bir durum hepimizin başına
gelebilir. Kaybolan siz, biz, bizim çocuğumuz da olabilirdi. Olmaz diye bir şey
yok… Bu ülkede albayların, binbaşıların kaybolmalarına, öldürülmelerine şahit
olduk.
3’ncüsü,
sosyal ve millî boyut… Gözaltındaki kayıplardan sorumlu olanlar,
sadece kişisel bir suç işlemediler. Bu suçları; yöre insanında devlete karşı bir
şüphe, güvensizlik, hatta kin ve nefret oluşmasına yol açmıştır. Halkın devlete olan sadakat duyguları
zedelenmiştir. Gelinen noktada, vatandaşa devleti kötü tanıtan memurların
önemli payı olduğunu hangimiz inkâr edebiliriz? Gelinen nokta ne? 29 Mart yerel
seçimleri sonrasında, yörenin etnik yapısına dayalı siyaset yapan parti
sözcülerinin “sınırlarımızı çizdik” vahim
söylemi.
Gözaltındaki kayıplardan sorumlu olanlar, devleti
küçük düşürmekten, devlet aleyhine suç işlemiş olmaktan da yargılanmalıdırlar.
* * *
Elbette bu arada, “örgüt”ün finansörü olmak suçuyla
tutuklanan, cezaevine girerken yanaklarından kan damladığı ekranlara yansıyan
ama 11 ay sonra, bir deri-bir kemik, canlı cenaze halinde tahliye edilen
Kuddusi Okkır’ın da hesabı sorulmalı. Cenazesini
belediyenin kaldırdığı şahıs, nasıl örgütün finansörü olabiliyor, diye de
sorulmalı!
Bu ülkede, hepimizin gözleri önünde bir tutuklu
dövülerek öldürüldü. Engin Çeper… Onun ölümü konusunda devlet ve kamuoyu
hassasiyet gösterdi. Hatta Adalet Bakanı özür bile diledi. Peki, soruşturma ve
sorumluların yargılanması ne safhada?
Bilemiyoruz. Epeydir haber yok!
Artık, bu ülkede kimse gözaltında kaybolmamalı,
işkence görmemeli, tutuklular dövülmemeli, dövülerek öldürülmemeli. Bu türden
fiillerin failleri de yargıya hesap vermeli.
* * *
Şimdi, hayatî sorumuz şu: Bir sürü suç var. Kayıplar var, cinayetler var, katliamlar var.
Suçlanan bir de “örgüt” var. Ama hangi suçu, “örgüt”ün hangi üyesi işledi onu
göremiyoruz. Her bir kaybın, her bir cinayetin faili kim? Bunu göremiyoruz.
Dava sürecinde veya sonunda görebilecek miyiz? Konuya
şimdilik burada nokta koyuyoruz.
* * *
* * * * *
* * * *
BAŞBAKANLIKTAN DAHA ÖNEMLİ OLAN BAKANLIK
Fıkra ünlüdür: Avrupa’nın en büyük ayakkabı
üreticisinin işleri kesat gitmeye başlar. Patron, pazar araştırması yapsın
diye, müdürlerinden birini Afrika’ya gönderir.
Müdür, Afrika’yı gezer ve patrona raporunu bildirir: ‘Patron, burada hiç kimse ayakkabı
giymiyor. Afrika’da hiç şansımız yok!’
Avrupa’da satışlar iyice düşünce, patron bir başka
müdürünü yine Afrika’ya gönderir. Maksat aynıdır; Afrikalılara ayakkabı
satılabilecek midir?
Aynı Afrika’yı gezen yeni müdür, patrona raporunu
bildirir: ‘Patron burada kimsenin
ayakkabısı yok. Müthiş bir Pazar… Burada çok büyük iş yapabiliriz.’
Aynı maksat için, aynı yere bakan iki değişik
müdürün, birbirine tamamen zıt iki farklı bakış açısı!
Bizim millî
eğitim meselemiz de fıkradaki kıssaya çok benziyor. Eğitimdeki sorunlar o kadar derin, o kadar çetrefil
ki, eğer Millî Eğitim Bakanıysanız,
bunların düzelmesine imkân yok deyip, hiçbir şeye elinizi sürmeden yan gelip
yatabilirsiniz. Devasa sorunlara, teşkilata, öğretmen ve öğrencilere, size
bağlı olan on binlerce kuruma, velilere derin derin bakabilirsiniz… Hiçbir şey
görmeden! Bakanlık süresince kırmızı plakayı kullanır, sadece bakanlık
görevinizin kazasız belasız bitmesi için dua edebilirsiniz. Nasıl olsa bir gün
bu netameli görev sona erecektir!
Veya
enerjik ve idealist bir yaklaşımla,
yapılacak o kadar fazla iş, o kadar birikmiş sorun var ki, bu makamdaki 1 gün
bile hayatî önemde… Sorunlar o kadar çeşitli ki, her gün tek tek
çözülebilecekler olduğu gibi, uzun vadede bir plan dâhilinde ve başka
kurumlarla işbirliği içinde çözülebilecek meseleler de var… Bu makamda olduğum
her gün eğitimin birikmiş sorunlarından 1’ini çözebilirim, diye işe
başlayabilirsiniz.
* * *
Öte yandan; meseleler
devasa olabilir fakat bakan olarak benim kudretim de devasa! Teşkilatım
ülkenin en büyük ve en iyi yetişmiş kişilerinden oluşan, üstün kabiliyetlere
sahip bir teşkilat! Yetkilerim de, bütün devasa sorunların üstesinden
gelebilecek kadar muazzam! İradem, azim ve karalılığım bütün düğümleri
çözebilecek güçte! Elimde çocuklarımızın, gençlerimizin ve ülkenin istikbalini
şekillendirebilecek bir fırsat var. Böyle bir fırsatı bana nasip ettiği için
Tanrı’ya şükran hisleriyle doluyum. İyi niyetli çabalarımda bana yardım
edeceğine yürekten inanıyorum, diye devam edebilirsiniz.
Sonra, her gün öğrencilerin, öğretmenlerin,
velilerin, özel eğitim kurumlarının yıllardır mustarip oldukları sorunlardan
birini çözerek onları rahatlatabilirsiniz.
Her akşam; bugün
neyi iyileştirdim, hangi sorunu çözdüm diye kendinizi sınava
çekebilirsiniz. Herhangi bir sorun çözmeden kararan bir günü kayıp sayabilir,
ertesi gün 2 sorunu çözmeye odaklanabilirsiniz.
Millî
Eğitim Bakanlığı, başbakanlıktan daha önemli ve daha etkilidir. Bence Başbakanlıktan daha kıymetlidir de... Çünkü
başbakanları da, cumhurbaşkanlarını da yetiştiren, geleceğe hazırlayan
‘eğitim’dir.
* * *
* * * * *
* * *
* *
ÜLKEYE ŞEKİL VEREN MİLLİ EĞİTİMDİR
“Millî
Eğitim Bakanlığı, başbakanlıktan daha önemli ve daha etkilidir. Çünkü
başbakanları da, cumhurbaşkanlarını da yetiştiren, geleceğe hazırlayan
‘eğitim’dir.” dedik. Sadece Başbakan ve Cumhurbaşkanını mı;
hâkimi, hekimi, komutanı, öğretmeni,
sanatçıyı, anneyi, babayı yetiştiren de eğitimdir. ÜLKEYE ŞEKİL VEREN
MİLLÎ EĞİTİM’DİR.
Bugünkü mevki ve makam sahipleri ve ülke manzarası,
bundan önceki Millî Eğitim politikalarının ürünüdür. İstikbaldeki kişiler,
kurumlar ve ülkenin varacağı yer ise, şimdiki Millî Eğitim’in, bugünlerde
tatbik edeceği politikalarının eseri olacaktır.
Başbakan’a
bağlı ama ona bağımlı olmayan,
hedefleri, idealleri olan, kararlı bir Millî Eğitim Bakanı memlekete-millete
başbakandan daha büyük hizmetlerde bulunabilir. Çünkü sadece okullar
vasıtasıyla bile, belli bir vadede ülkenin çehresini değiştirebilecek bir imkân
ve kabiliyeti vardır. Kaldı ki, sürücü kurslarından dil kurslarına, özel
okullardan özel eğitim merkezlerine kadar bütün eğitim kurumları Bakanlığa
bağlıdır. Etkili plan-projelerle, katılımcı işbirliğiyle ülkede kısa sürede son
derece olumlu değişikliklere imza atabilirsiniz.
Meselâ işe bakanlığın adından başlayıp, ‘Millî Eğitim’ kavramını geniş kapsamlı
yorumlayabilirsiniz. Millî kelimesi, ‘millete ait’ anlamı taşıdığına göre;
bu, aynı zamanda milletin sahiplendiği anlamına da gelir. Dolayısıyla, millî
eğitim sadece bakanın meselesi değildir. Eğitim meselesinin sahibi bizzat
millettir ve bu devasa mesele milletçe çözülebilir. Elbette Bakan çözümün
merkezindeki, toplumu işin işine katacak, işbirliğini temin edecek mevkideki
kişidir.
Ayrıca; ‘millî
eğitim’ kavramını milletin de eğitimi olarak algılayabilirsiniz. Sadece
okullardaki eğitimle, eğitim meselesi, dolayısıyla ülkenin meseleleri
çözülemez. Aileler hem eğitilmeli, hem de çocuklarının eğitim sürecine etkin
olarak katılmalıdır. Çünkü her şeyden evvel, okulda öğretilen doğru ilkeler
evdeki ‘doğru’larla çelişmemelidir!
‘Eğitimin
birliği’ ilkesinin aynı zamanda, ‘eğitimin bütünlüğü’ anlamına
geldiğini de vurgulayabilirsiniz. Dolayısıyla, okulda verilen olumlu eğitimin
tesiri, sokakta, ekranlarda, başka kurumlarda… Vs. yok edilmemeli! Tam tersine
doğru ilkeler hayatın her safhasında birbirini desteklemeli. Bunun için
ülkedeki, resmî ve özel, etkin olan herkes ve her kurumla işbirliğine
gidebilirsiniz. Diğer bakanlıklarla, orduyla, polisle, medyayla, iş dünyasıyla,
üniversitelerle, sivil toplum kuruluşlarıyla her birinin ilgi alanındaki
konularda işbirliği yapabilirsiniz. Çocuklarımız ve ülkenin istikbali için
desteklerini isteyebilirsiniz.
Muhakkak, hepsi seve seve destek vereceklerdir. SAYIN
BAKAN, enerji ve kararlılığınızla kısa sürede ülkenin çehresini
değiştirebilirsiniz. Tarihe altın harflerle yazılabilirsiniz.
Size bağlı! Önünüzde
iki kapı var: Biri gelişmeye, huzura, mutluluğa açılıyor, ikincisi uçuruma!
Birinci kapıyı açmak için demir gibi bir irade, mücadele, azim, kararlılık,
enerji, işbirliği ve çok çok çok çalışmak gerekiyor. Belki uykuyu, dinlenmeyi,
ayaklarınızı uzatıp oturmayı unutmak gerekiyor.
İkinci kapıyı açmak için herhangi bir şey yapmanıza
gerek yok. O kapı zaten ardına kadar açık.
Önceki
yazılar