Kalem feryâd eder, ağlar mürekkep,
“Beni cahil eline verme Ya Rab!
Lütfunla âlime çevir yolumu,
Kırma n’olur kanadımı, kolumu.”
Lâedri
Ahmet Hamdi
TANPINAR
Hiçbir yerde
memleketin Birinci Cihan harbindeki geçirdiği tecrübenin acılığı burada olduğu
kadar vuzuhla görülemezdi. Bu, eski ressamların tasvir etmekten hoşlandıkları
şekilde, ölümün zaferi idi. Dört yıl
bu dağlarda kurtlara insan etinden ziyafetler çekilmiş, ölüm her yana dolu
dizgin saldırmış, seçmeden avlamıştı. Uğursuz tırdan durmadan, bir saat rakkası
gibi işlemiş, rast geldiği her şeyi biçmişti. Bununla beraber, nüfusu altmış
binden sekiz bine inen Erzurum Millî Mücadeleye önayak olmuş, Ermenistan
zaferini idrak etmiş, yavaş yavaş sağ kalan hemşerilerini toplamaya başlamıştı
(1923).
…
Fakat dört kapılı
şehrin kendisi yoktu. Denilebilir ki asırlarca gururunu yapan ve topluluk
hayatına istikamet veren serhat şehri ruhundan başka ortada pek az şey
kalmıştı. Bu yıkılış Erzurum’da ilk defa mı oluyordu? 1828 mağlubiyeti, 1876
felaketi ve daha önce bir çok isyanlar muhakkak ki buraları yine sarsmıştı.
Birincisinde yüz otuz iki bin olan nüfus, yüz bine inmişti. İkincisinde şehir
kökten sarsılmıştı. Fakat bu seferki yıkılış çok başka bir şeydi. Bu sefer
ölüm, geride kendinden başka hiçbir canlı şey koymamak ister gibi şehre
saldırmıştı. Gerçekten kendi malı olan uçsuz bucaksız bir mezarlığın bir ucunda
küçük bir şehir iskeleti, artık sadece bir harabeyi çevreleyen birkaç kapı
adıyla birkaç bozuk yol bırakarak çekilip gitmişti.
Hemen herkesin yalnız
kendisinin anlatabileceği bir hikâyesi vardı. Hemen herkes birkaç kişiye
ağlıyor ve âkıbetini hâlâ bilmediği bir sevdiğini bekliyordu.
Bir dostum anlatmıştı:
“Daha şehre girmeden,
Aşkale’de yattığım hanın kahvesinde, esirlikten yeni dönen yanık yüzlü, tek
kollu bir biçare bana, giderken bıraktığı oğlu, karısı ve anasından hiçbirini,
hattâ evinin yerini bile bulamadığı için, girdiği günün akşamı şehri terk
ettiğini söyledi.
— Peki, şimdi nereye
gidiyorsun? Diye sordum.
Bir müddet düşündü.
Yüzü altüst olmuştu. Nihayet:
— efendi, dedi; nereye
gittiğimi ne sorarsın? Geldiğim yeri sana söyledim, yetmez mi?
Doğru söylüyordu.
Geldiği yeri öğrenmiştim”.
* * *
Mütareke yıllarında
Ermeni meselesi dolayısıyla Erzurum’a gelmiş olan Amerikan Heyetine o zamanın Belediye
Reisi Zâkir Bey’in verdiği cevabı kim hatırlamaz? Tercümana:
“Dilmaç, bana bak, bu
beyler uzun boylu anlatıyorlar. Ben kısa bir misalle Erzurum’da ekseriyet
kimlerde idi, Generale anlatayım” diyerek Heyeti oturdukları evin penceresine
götürmüş,
“Bakın, demiş, şurada
bütün şehri saran bir taşlık var. Onun da ortasında yirmide biri kadar duvarla
çevrilmiş bir yer var. O büyük taşlık Müslüman mezarlığı, o küçüğü de Ermeni
mezarlığıdır; bunlar kendi ölülerini yemediler ya!”
Erzurum’da Türklerin
daima ezici bir çokluk halinde yaşadıkları bin türlü gösterilebilirdi. Zâkir
Bey’in hazırcevaplığı bunların en kısasını, itiraza yer bırakmayanını bulmuştu.
* * *
İnsan kaderinin büyük
taraflarından biri de, bugün attığı adımın kendisini nereye götüreceğini bilmemesidir.
Bakî’nin Fatih Camii’nde fakir bir müezzin olan babası oğlunun Türkçeyi kendi
adına fethedebileceğini, sözün ebedî saltanatını kuracağını; Nedim’in anası,
Türkçenin ikliminde oğlunun bir bahar rüzgârı gibi güleceğini, onun geçtiği
yerlerde bülbül şakımasının kesilmeyeceğini, ağzından çıkan her sözün
ebediliğin bir köşesinde bir erguvan gibi kanayacağını biliyorlar mıydı? Bunun
gibi Malazgirt Ovası’nda dövüşen yiğitler, kılıçlarının havada çizdiği kavisin,
bütün ufku dolduran nal şakırtılarının Sinan’ın, Hayrettin’in, Itrî’nin,
Dede’nin dünyalarına gebe olduğundan elbette habersizdiler. Kader, insan ruhu
bir tarafını tamamlasın, yaratılışın büyük rüyalarından biri gerçekleşsin diye,
onları bu ovaya kader göndermişti. Yaratıcı ruhun emrinde idiler, onun
istediğini yaptılar.
…
Cinis’ten içimde, bir
yığın düşünce ile ayrıldım. … İnsanlar çalışırken ne kadar mesut oluyorlar!
Yaratmanın hızı, onları içlerinden kavrayıp kurduğu zaman bu ölüm makinesi ne
güzel, ne temiz bir âhenkle işliyor! Sonra insanoğlu mesut olunca bütün varlık
nasıl değişiyor, ölüme kadar her şey nasıl sevimli, cana yakın oluyor, hiçbir
şey kendi alın teri kadar bir insanı tatmin edemez. Çalışan insan kendi
varlığında hüküm süren bir âhengi bütün kâinata nakleder. Hayatın biricik nizamı
bu âhengin kendisi olmalıdır. Böyle olunca her şey değişir, peşinde koştuğumuz
muvazeneyi buluruz.
BEŞ ŞEHİR’den
Arşiv