ERZURUM, Ahmet Hamdi TANPINAR

GENEL HABERLER Misafir Yazar - 03.04.2010

Kalem feryâd eder, ağlar mürekkep,
“Beni cahil eline verme Ya Rab!
Lütfunla âlime çevir yolumu,
Kırma n’olur kanadımı, kolumu.”

                                                                                                   

Lâedri

 

Ahmet Hamdi TANPINAR

Hiçbir yerde memleketin Birinci Cihan harbindeki geçirdiği tecrübenin acılığı burada olduğu kadar vuzuhla görülemezdi. Bu, eski ressamların tasvir etmekten hoşlandıkları şekilde, ölümün zaferi idi. Dört yıl bu dağlarda kurtlara insan etinden ziyafetler çekilmiş, ölüm her yana dolu dizgin saldırmış, seçmeden avlamıştı. Uğursuz tırdan durmadan, bir saat rakkası gibi işlemiş, rast geldiği her şeyi biçmişti. Bununla beraber, nüfusu altmış binden sekiz bine inen Erzurum Millî Mücadeleye önayak olmuş, Ermenistan zaferini idrak etmiş, yavaş yavaş sağ kalan hemşerilerini toplamaya başlamıştı (1923).

Fakat dört kapılı şehrin kendisi yoktu. Denilebilir ki asırlarca gururunu yapan ve topluluk hayatına istikamet veren serhat şehri ruhundan başka ortada pek az şey kalmıştı. Bu yıkılış Erzurum’da ilk defa mı oluyordu? 1828 mağlubiyeti, 1876 felaketi ve daha önce bir çok isyanlar muhakkak ki buraları yine sarsmıştı. Birincisinde yüz otuz iki bin olan nüfus, yüz bine inmişti. İkincisinde şehir kökten sarsılmıştı. Fakat bu seferki yıkılış çok başka bir şeydi. Bu sefer ölüm, geride kendinden başka hiçbir canlı şey koymamak ister gibi şehre saldırmıştı. Gerçekten kendi malı olan uçsuz bucaksız bir mezarlığın bir ucunda küçük bir şehir iskeleti, artık sadece bir harabeyi çevreleyen birkaç kapı adıyla birkaç bozuk yol bırakarak çekilip gitmişti.

Hemen herkesin yalnız kendisinin anlatabileceği bir hikâyesi vardı. Hemen herkes birkaç kişiye ağlıyor ve âkıbetini hâlâ bilmediği bir sevdiğini bekliyordu.

Bir dostum anlatmıştı:

“Daha şehre girmeden, Aşkale’de yattığım hanın kahvesinde, esirlikten yeni dönen yanık yüzlü, tek kollu bir biçare bana, giderken bıraktığı oğlu, karısı ve anasından hiçbirini, hattâ evinin yerini bile bulamadığı için, girdiği günün akşamı şehri terk ettiğini söyledi.

— Peki, şimdi nereye gidiyorsun? Diye sordum.

Bir müddet düşündü. Yüzü altüst olmuştu. Nihayet:

— efendi, dedi; nereye gittiğimi ne sorarsın? Geldiğim yeri sana söyledim, yetmez mi?

Doğru söylüyordu. Geldiği yeri öğrenmiştim”.

*   *   *

Mütareke yıllarında Ermeni meselesi dolayısıyla Erzurum’a gelmiş olan Amerikan Heyetine o zamanın Belediye Reisi Zâkir Bey’in verdiği cevabı kim hatırlamaz? Tercümana:

“Dilmaç, bana bak, bu beyler uzun boylu anlatıyorlar. Ben kısa bir misalle Erzurum’da ekseriyet kimlerde idi, Generale anlatayım” diyerek Heyeti oturdukları evin penceresine götürmüş,

“Bakın, demiş, şurada bütün şehri saran bir taşlık var. Onun da ortasında yirmide biri kadar duvarla çevrilmiş bir yer var. O büyük taşlık Müslüman mezarlığı, o küçüğü de Ermeni mezarlığıdır; bunlar kendi ölülerini yemediler ya!”

Erzurum’da Türklerin daima ezici bir çokluk halinde yaşadıkları bin türlü gösterilebilirdi. Zâkir Bey’in hazırcevaplığı bunların en kısasını, itiraza yer bırakmayanını bulmuştu.

*   *   *

İnsan kaderinin büyük taraflarından biri de, bugün attığı adımın kendisini nereye götüreceğini bilmemesidir. Bakî’nin Fatih Camii’nde fakir bir müezzin olan babası oğlunun Türkçeyi kendi adına fethedebileceğini, sözün ebedî saltanatını kuracağını; Nedim’in anası, Türkçenin ikliminde oğlunun bir bahar rüzgârı gibi güleceğini, onun geçtiği yerlerde bülbül şakımasının kesilmeyeceğini, ağzından çıkan her sözün ebediliğin bir köşesinde bir erguvan gibi kanayacağını biliyorlar mıydı? Bunun gibi Malazgirt Ovası’nda dövüşen yiğitler, kılıçlarının havada çizdiği kavisin, bütün ufku dolduran nal şakırtılarının Sinan’ın, Hayrettin’in, Itrî’nin, Dede’nin dünyalarına gebe olduğundan elbette habersizdiler. Kader, insan ruhu bir tarafını tamamlasın, yaratılışın büyük rüyalarından biri gerçekleşsin diye, onları bu ovaya kader göndermişti. Yaratıcı ruhun emrinde idiler, onun istediğini yaptılar.

Cinis’ten içimde, bir yığın düşünce ile ayrıldım. … İnsanlar çalışırken ne kadar mesut oluyorlar! Yaratmanın hızı, onları içlerinden kavrayıp kurduğu zaman bu ölüm makinesi ne güzel, ne temiz bir âhenkle işliyor! Sonra insanoğlu mesut olunca bütün varlık nasıl değişiyor, ölüme kadar her şey nasıl sevimli, cana yakın oluyor, hiçbir şey kendi alın teri kadar bir insanı tatmin edemez. Çalışan insan kendi varlığında hüküm süren bir âhengi bütün kâinata nakleder. Hayatın biricik nizamı bu âhengin kendisi olmalıdır. Böyle olunca her şey değişir, peşinde koştuğumuz muvazeneyi buluruz.

 

BEŞ ŞEHİR’den

 

 

Arşiv

Tarih: 03.04.2010 Okunma: 811

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?