BU MEMLEKETTE YAŞANMAZ MI? Cemil MERİÇ

GENEL HABERLER Misafir Yazar - 09.04.2010

Kalem feryâd eder, ağlar mürekkep,
“Beni cahil eline verme Ya Rab!
Lütfunla âlime çevir yolumu,
Kırma n’olur kanadımı, kolumu.”

                                                                                                   

Lâedri

 

Cemil Meriç

 “Eğer pek yakınlarındaysan, birbirleriyle çekiştiklerini görürsün. Bakarsın kimi şu partiden, kimi bu partiden. Ama hele biraz uzaklaş, bir tepeye çık, tozu dumana katan bu süvarilerin topu birden sana bir tek toz bulutu, aynı toz bulutu halinde ayân olacaktır”.Lucréce

 

Yeşiller-maviler kavgası Bizans’ın iliklerine işlemiş. Türk sarığı, Romalı tiranın yerine geçmeden bun şehvetperest ve tenperver sürünün tanrısı: Cokeydi. Cokey topa tekme savuran adamın yanında Herakles’tir, hayvana kanat takan adam. Arabacılık tehlikeleri olan, kabadayılık isteyen, bilek ve yürek isteyen bir oyundu. Bugünün daha dişi, daha sırnaşık plebi kahramana değil karikatüre alkış tutuyor.  Pleb kim? Hepimiz. “tepeden bakınca aynı toz bulutu”. Kulakları tırmalayan aynı şikayet: Bu memlekette yaşanmaz. Doğru! Kapitalizm, Bizans’ın cânım havasını fabrika bacaları, egzozlar, genzi ve ciğeri kemiren murdar kokularla yaşanmaz hale getirdi. Ama efendilerimizi tedirgin eden bu lâğım kokusu, bu kıyamet gününü hatırlatan insan ve makine uğultusu, bu toz, bu sinek değil ki. Onlar İstanbul’un insanından şikayetçi. İstanbul’un insanından yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Bu memlekette yaşanmaz diyenin suratına tüküresim geliyor. Bizans orospuları vaktiyle yavuz ve yağız Türk cündilerinin rüyasını görüyorlardı, şimdi Amerikan bahriyelisi sayıklıyorlar. Bizans hiçbir zaman kendine yetmedi. Ve kendinden memnun olmadı. Bizans Kleopatra’dır, doymayan ve bir gecelik vuslatını ölüm pahasına rayegân eden kadın. 1870 sıralarında Paris’i işgal eden Alman ordusunun adını hatırlamadığım kumandanı Lutéece’i yakmak isteyince arkadaşı olan general sakın ha diyor, Paris’e dokunma, Fransa’yı  u şankr mahvedecektir.

Türkiye’yi yaşanmaz bulanlar, Türkiye’yi yaşanmazlaştıranlardır. Yani aydınlar, karaborsacılar. Bir kelimeyle tesadüfün başlarına ikbal tacı veya imtiyaz miğferi oturttuğu şuursuz ve mesuliyetsiz herifler. Çağdaşlarına küfredince yükseldiklerini, günahlarından kurtulacaklarını vehmeden bir alay hergele. Bu memlekette yaşanır. Bu mülevves, fesatçı güruhunu İsrail’in “bouc émissaire”i gibi, çalıp çırptıkları servetten tecrit edip sınırlar dışına dehledikten sonra.   

*   *   *

GÜL VE DİKEN!

Zindanımızın kalın duvarlarına sızan ışık: şiir. O duvarları hiçbir güneş huzmesi aşamaz. Işık senin içinde varsa var. Duvardaki pırıltı dışarıdan gelmiyor. Anda ezeliyi heykelleştiren adam: Şair. François d’Assise, bahçesindeki gül fidanlarına atmış kendini, bütün dikenler yok olmuş. François dikeni aramış, gülü bulmuş, dikensiz gülü. Gül peşinde koşanların dikenle karşılaşması kaderin hoşlandığı oyunlardan biri.

*   *   *

SOKRAT’I YARATAN EFLATUN

Sokrat’ı yaratan Eflatun. Belki de insanın Tanrı’yı yaratması gibi bir şey bu. Tanrı’yı konuşturması gibi bir şey. Jehova’yı, İsrail peygamberleri, hayallerinin çöl rüzgârlarıyla granitleşen çamurlarından inşa ettiler. Sokrat belki de bire Pigmalion heykeli. Eflatun, Alsibiyad, Ksenefon. Sokrat o üç menşurdan süzülen ışık.  Belki Sokrat onları yaratış, onlar Sokrat’ı. İnsanla Tanrı gibi. Antisten’in bedbahtlığı bir Eflatun bulamayışında. Şakirt üstadın hammaddesi. Alçı, mermer veya tunç. Doğu, emanetleri ehline tevdi edebilmek için irfanı hisarlarla kuşatmış. Mâbede bezirganları sokmamış. Guru’lar on yıl odun taşıtmışlar çömeze. On yıl davar güttürmüşler. Ve mukaddes meş’aleyi uzun inisiyasyonlardan sonra tutuşturmuşlar eline. Mürit Doğu’da da Avrupa’nın doğulaştırdığı Ortaçağ’da da bir cesed-i bi ruh. O kadavrayı canlandıran pirin, şeyhin, mürşidin nefesi. Sonra asırlardan devraldığı gizli dersleri kendisiyle beraber götürmüş hoca. Ve meş’aleler, yıldızlar gibi, birer birer sönmüş. Gece başlamış, Şarkta. Sevgi çileyle gümrahlaşır. Sokakta hazine bulan adam. Bugünkü nesillerin irfana tepeden bakışı, irfanı hazır bir elbise gibi köşe başındaki mağazadan tedarik edeceğini sanmasındandır. İlim şahsiyetini kaybetti. Hoca yürüyen bir manyetofon, bir mask, Zeus gibi kafasından bir Atena doğurmuyor, zürriyeti yok. Hoca çağdaş Türk cemiyetinde laf olsun diye sahneye çıkarılan bir figüran. Parya ve parya olduğunun farkında. Boğazı tokluğuna cambazlık, palyaçoluk, umacılık gibi üç ayrı mesleği aynı zamanda icraya memur bir hilkat garibesi. 

Ben insan haysiyetine yakışmayan bu talebe-hoca komedyasını kudret ve kabiliyetim nispetinde asilleştirmek hayaline kapıldım. Örneğim yoktu. İrfanı, toprağı dişlerim ve tırnaklarımla kazarak yedi kat yerin dibinden çıkarmıştım. Çölün kumlarında altın zerreleri arayan adam. Musa’ya tanrı sopanı at demiş. Ve sopa alâmet bir yılan olmuş. Garip bir mucize. Ama hiçbir yılan ışığa tükürmek ihtiyacı ile kıvranmaz. Hayat önce rüyalarımızla dökülüyor, yaprak yaprak ve dal dal. İnkisarlar arasında sıralama yapmak abes. Veren mükâfat düşündüğü anda tefecidir. Ama kafasından kopan parçanın canavarlaşması hazin.

*   *   *

DOSTO VE BİZ

Din problemi, şer problemi, Avrupalılaşma problemi… Bizim de gevelediğimiz mevhumlar. Ama kimsenin bu problemler üzerinde kafa yorduğu yok. Biz Tanzimat’tan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete. Tefekkür kılıçla fethedilmez. Bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar güç!

Hugo Mabeuf’ten bahsederken, insanların anayasa gibi, kralcılık gibi, meşrutiyet gibi, cumhuriyet gibi ham hayaller yüzünden birbirine düşman kesilmesini anlayamazdı, diyor. Dünyada seyredilecek o kadar yosun, o kadar çiçek, o kadar ağaç varken, cânım in-folio’lar, hatta in-32’ler varken okunacak. Mabeuf bütün politik düşünceleri tasvip ediyordu. Zira hiçbiri umurunda değildi. Hepsi de âlaydı, rânaydı. Siyasetçilerden tek istediği kendisini rahatsız etmemeleri idi. Yunanlılar “Furie’ler”e, dilberler, mübarekler, güzeller adını verir. Mabeuf’un, çağdaşlarını zıvanadan çıkaran “izm”ler karşısındaki durumu buydu.

Hepimiz birer Mabeuf’üz. Ama ihtiyar Mabeuf bu gafletinin cezasını göğsünden yediği kurşunla öder. Daha doğrusu kefaretini verir şaşkınlığının. Bizim ne nebatlara karşı sevgimiz, ne kitap düşkünlüğümüz var. Ama insanlığı ilgilendiren enbüyük, en hayatî davalar karşısında ondan çok daha sağır, ondan çok daha körüz. Her adımda şuura dur emrini veren bir jandarma neferi. Her kapının arkasında elinde bıçak bekleyen bir haremağası. Düşünme! Düşüneni iftiranın ve sefaletin l3ağımında boğduktan sonra ellerimizi yıkayıp, “efendim, bizde filozof yetişmiyor” diye ah-u vahlar.

Hem imtiyazlıların yani iktidarın, hem de liberal gençliğin en büyük Rus yazarı kabul ettiği Dosto ölünceye kadar polis nezareti altında imiş. Rusya ile ne kadar benzeşiyoruz. Yalnız bizde Dosto çıkmıyor. Zira Dosto’yu okuyacak saray yok. Saray mı? Kulübe var mı ki?

 

Arşiv

Tarih: 09.04.2010 Okunma: 979

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?

cebbar korkmaz

31.10.2009 - 12:36

Güncel bir konuyu gerçekçi fevkalede anlamlı bir uslupla yorumlamışsınız tamamen katılıyorum kutlar saygılar sunarım

Osman YILDIZ

31.10.2009 - 15:03

İsmail bey genelhaberler.com a yakışan 4-4'lük bir yazı. Ellerinize sağlık. Dünde yazdığım gibi benim hırsızım iyidirden vaz geçmediğimiz müddetçe hiç bir sorunu çözemeyiz. Saygılarımla

cebbar korkmaz

31.10.2009 - 12:36

Güncel bir konuyu gerçekçi fevkalede anlamlı bir uslupla yorumlamışsınız tamamen katılıyorum kutlar saygılar sunarım

Osman YILDIZ

31.10.2009 - 15:03

İsmail bey genelhaberler.com a yakışan 4-4'lük bir yazı. Ellerinize sağlık. Dünde yazdığım gibi benim hırsızım iyidirden vaz geçmediğimiz müddetçe hiç bir sorunu çözemeyiz. Saygılarımla