Kalem feryâd eder, ağlar mürekkep,
“Beni cahil eline verme Ya Rab!
Lütfunla âlime çevir yolumu,
Kırma n’olur kanadımı, kolumu.”
Lâedri

“Eğer pek yakınlarındaysan, birbirleriyle
çekiştiklerini görürsün. Bakarsın kimi şu partiden, kimi bu partiden. Ama hele
biraz uzaklaş, bir tepeye çık, tozu dumana katan bu süvarilerin topu birden
sana bir tek toz bulutu, aynı toz bulutu halinde ayân olacaktır”.Lucréce
Yeşiller-maviler
kavgası Bizans’ın iliklerine işlemiş. Türk sarığı, Romalı tiranın yerine
geçmeden bun şehvetperest ve tenperver sürünün tanrısı: Cokeydi. Cokey topa
tekme savuran adamın yanında Herakles’tir, hayvana kanat takan adam. Arabacılık
tehlikeleri olan, kabadayılık isteyen, bilek ve yürek isteyen bir oyundu.
Bugünün daha dişi, daha sırnaşık plebi kahramana değil karikatüre alkış
tutuyor. Pleb kim? Hepimiz. “tepeden
bakınca aynı toz bulutu”. Kulakları tırmalayan aynı şikayet: Bu memlekette
yaşanmaz. Doğru! Kapitalizm, Bizans’ın cânım havasını fabrika bacaları,
egzozlar, genzi ve ciğeri kemiren murdar kokularla yaşanmaz hale getirdi. Ama
efendilerimizi tedirgin eden bu lâğım kokusu, bu kıyamet gününü hatırlatan
insan ve makine uğultusu, bu toz, bu sinek değil ki. Onlar İstanbul’un
insanından şikayetçi. İstanbul’un insanından yani kendilerinden. Aynaya
tahammülleri yok. Bu memlekette yaşanmaz diyenin suratına tüküresim geliyor.
Bizans orospuları vaktiyle yavuz ve yağız Türk cündilerinin rüyasını
görüyorlardı, şimdi Amerikan bahriyelisi sayıklıyorlar. Bizans hiçbir zaman
kendine yetmedi. Ve kendinden memnun olmadı. Bizans Kleopatra’dır, doymayan ve
bir gecelik vuslatını ölüm pahasına rayegân eden kadın. 1870 sıralarında
Paris’i işgal eden Alman ordusunun adını hatırlamadığım kumandanı Lutéece’i
yakmak isteyince arkadaşı olan general sakın ha diyor, Paris’e dokunma,
Fransa’yı u şankr mahvedecektir.
Türkiye’yi yaşanmaz
bulanlar, Türkiye’yi yaşanmazlaştıranlardır. Yani aydınlar, karaborsacılar. Bir
kelimeyle tesadüfün başlarına ikbal tacı veya imtiyaz miğferi oturttuğu şuursuz
ve mesuliyetsiz herifler. Çağdaşlarına küfredince yükseldiklerini,
günahlarından kurtulacaklarını vehmeden bir alay hergele. Bu memlekette
yaşanır. Bu mülevves, fesatçı güruhunu İsrail’in “bouc émissaire”i gibi, çalıp
çırptıkları servetten tecrit edip sınırlar dışına dehledikten sonra.
* * *
GÜL VE
DİKEN!
Zindanımızın kalın
duvarlarına sızan ışık: şiir. O duvarları hiçbir güneş huzmesi aşamaz. Işık
senin içinde varsa var. Duvardaki pırıltı dışarıdan gelmiyor. Anda ezeliyi
heykelleştiren adam: Şair. François d’Assise, bahçesindeki gül fidanlarına
atmış kendini, bütün dikenler yok olmuş. François dikeni aramış, gülü bulmuş,
dikensiz gülü. Gül peşinde koşanların dikenle karşılaşması kaderin hoşlandığı
oyunlardan biri.
* * *
SOKRAT’I
YARATAN EFLATUN
Sokrat’ı yaratan
Eflatun. Belki de insanın Tanrı’yı yaratması gibi bir şey bu. Tanrı’yı
konuşturması gibi bir şey. Jehova’yı, İsrail peygamberleri, hayallerinin çöl
rüzgârlarıyla granitleşen çamurlarından inşa ettiler. Sokrat belki de bire
Pigmalion heykeli. Eflatun, Alsibiyad, Ksenefon. Sokrat o üç menşurdan süzülen
ışık. Belki Sokrat onları yaratış, onlar
Sokrat’ı. İnsanla Tanrı gibi. Antisten’in bedbahtlığı bir Eflatun
bulamayışında. Şakirt üstadın hammaddesi. Alçı, mermer veya tunç. Doğu,
emanetleri ehline tevdi edebilmek için irfanı hisarlarla kuşatmış. Mâbede
bezirganları sokmamış. Guru’lar on yıl odun taşıtmışlar çömeze. On yıl davar
güttürmüşler. Ve mukaddes meş’aleyi uzun inisiyasyonlardan sonra tutuşturmuşlar
eline. Mürit Doğu’da da Avrupa’nın doğulaştırdığı Ortaçağ’da da bir cesed-i bi
ruh. O kadavrayı canlandıran pirin, şeyhin, mürşidin nefesi. Sonra asırlardan
devraldığı gizli dersleri kendisiyle beraber götürmüş hoca. Ve meş’aleler,
yıldızlar gibi, birer birer sönmüş. Gece başlamış, Şarkta. Sevgi çileyle
gümrahlaşır. Sokakta hazine bulan adam. Bugünkü nesillerin irfana tepeden
bakışı, irfanı hazır bir elbise gibi köşe başındaki mağazadan tedarik edeceğini
sanmasındandır. İlim şahsiyetini kaybetti. Hoca yürüyen bir manyetofon, bir
mask, Zeus gibi kafasından bir Atena doğurmuyor, zürriyeti yok. Hoca çağdaş
Türk cemiyetinde laf olsun diye sahneye çıkarılan bir figüran. Parya ve parya
olduğunun farkında. Boğazı tokluğuna cambazlık, palyaçoluk, umacılık gibi üç
ayrı mesleği aynı zamanda icraya memur bir hilkat garibesi.
Ben insan haysiyetine
yakışmayan bu talebe-hoca komedyasını kudret ve kabiliyetim nispetinde
asilleştirmek hayaline kapıldım. Örneğim yoktu. İrfanı, toprağı dişlerim ve
tırnaklarımla kazarak yedi kat yerin dibinden çıkarmıştım. Çölün kumlarında
altın zerreleri arayan adam. Musa’ya tanrı sopanı at demiş. Ve sopa alâmet bir
yılan olmuş. Garip bir mucize. Ama hiçbir yılan ışığa tükürmek ihtiyacı ile
kıvranmaz. Hayat önce rüyalarımızla dökülüyor, yaprak yaprak ve dal dal.
İnkisarlar arasında sıralama yapmak abes. Veren mükâfat düşündüğü anda
tefecidir. Ama kafasından kopan parçanın canavarlaşması hazin.
* * *
DOSTO VE
BİZ
…
Din problemi, şer
problemi, Avrupalılaşma problemi… Bizim de gevelediğimiz mevhumlar. Ama
kimsenin bu problemler üzerinde kafa yorduğu yok. Biz Tanzimat’tan beri hazır
elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete. Tefekkür kılıçla
fethedilmez. Bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar güç!
Hugo Mabeuf’ten
bahsederken, insanların anayasa gibi, kralcılık gibi, meşrutiyet gibi,
cumhuriyet gibi ham hayaller yüzünden birbirine düşman kesilmesini anlayamazdı,
diyor. Dünyada seyredilecek o kadar yosun, o kadar çiçek, o kadar ağaç varken,
cânım in-folio’lar, hatta in-32’ler varken okunacak. Mabeuf bütün politik
düşünceleri tasvip ediyordu. Zira hiçbiri umurunda değildi. Hepsi de âlaydı,
rânaydı. Siyasetçilerden tek istediği kendisini rahatsız etmemeleri idi.
Yunanlılar “Furie’ler”e, dilberler, mübarekler, güzeller adını verir.
Mabeuf’un, çağdaşlarını zıvanadan çıkaran “izm”ler karşısındaki durumu buydu.
Hepimiz birer
Mabeuf’üz. Ama ihtiyar Mabeuf bu gafletinin cezasını göğsünden yediği kurşunla
öder. Daha doğrusu kefaretini verir şaşkınlığının. Bizim ne nebatlara karşı
sevgimiz, ne kitap düşkünlüğümüz var. Ama insanlığı ilgilendiren enbüyük, en
hayatî davalar karşısında ondan çok daha sağır, ondan çok daha körüz. Her
adımda şuura dur emrini veren bir jandarma neferi. Her kapının arkasında elinde
bıçak bekleyen bir haremağası. Düşünme! Düşüneni iftiranın ve sefaletin
l3ağımında boğduktan sonra ellerimizi yıkayıp, “efendim, bizde filozof
yetişmiyor” diye ah-u vahlar.
Hem imtiyazlıların
yani iktidarın, hem de liberal gençliğin en büyük Rus yazarı kabul ettiği Dosto
ölünceye kadar polis nezareti altında imiş. Rusya ile ne kadar benzeşiyoruz.
Yalnız bizde Dosto çıkmıyor. Zira Dosto’yu okuyacak saray yok. Saray mı? Kulübe
var mı ki?
Arşiv