Kalem feryâd eder, ağlar mürekkep,
“Beni cahil eline verme Ya Rab!
Lütfunla âlime çevir yolumu,
Kırma n’olur kanadımı, kolumu.”
Lâedri

Bursa’da tesadüfler
sizi yakalar. Sohbetinizin ve işinizin arasına girer, hülyalarınıza istikamet
verir.
Bu cins tesadüflerin
en şaşırtıcısını isimler yapar; dil dediğimiz asıl manevî insanı vücuda getiren
büyük kaynaktan geldikleri için mi nedir, onlar etrafımızı alan bütün tılsımın
sırrıyla zengindirler. Bu adları bir kere öğrendiniz mi artık unutamazsınız,
tenha saatlerinize küçük ve munis rüyalar gibi sokulurlar, sizi kendileriyle
ülfete, esrarlı muhafazalarını zorlamaya, gizledikleri sırları tanımaya ve
tatmaya mecbur ederler. İster istemez sayarsınız: Gümüşlü, Muradiye, Yeşil, Nilüfer
Hatun, Geyikli Baba, Emir Sultan, Konuralp… Bunlar hakikaten bu şehrin semt ve
mahalle adları, yahut tıpkı bizim gibi muayyen bir zaman içinde yaşamış bir
takım insanların aldığı isimler midir? Hepsinin mazî dediğimiz o uzak masal
ülkesinden toplanmış hususi renkleri, çok hususî aydınlıkları ve geçmiş zamana
ait bütün duygularda olduğu gibi çok hasretli lezzetleri vardır. hepsi, insanı
hayat ve zaman üzerine uzun murakabelere çeker, hepsi zihnin içinde küçük bir
yıldız gibi yuvarlanırlar ve hafızanın sularında mucizeli terkiplerinin
mimarisini altın akislerle uzaltıp kısaltarak çalkanırlar.
Gümüşlü, bu, Osman
Bey’in gömüldüğü eski Bizans manastırının adıdır. Bu tarihî vâkıayı bildiğim
için mi bu üç heceyi her işitişimde gözlerimin önünde, fecre tutulmuş sihirli
bir ayna parlıyor? Yoksa bu parıltı sadece bu hecelerin yaptığı terkipten mi
geliyor? Burada gizlenen Türkçenin hangi sırrıdır? Gümüş kelimesinin mavimtrak
bu şafak renkleri nereden bulandırdılar? Bursa fatihleri yarım asra yakın bir
zaman imanlı ve coşkun akışlarına yol gösteren bu adamın hatırasını elbette
ancak böyle bir kelimeye, bir istikbal rüyasına benzeyen bu üç heceye emanet
edebilirlerdi. Türkçede Ş ve L harfleri daima en güzel terkipleri yapar. Yeşil
dediğimiz zaman, adeta bir çimen tazeliğini bir bahar müjdesiyle toplanmış
buluruz. Bu kelimenin ilk cedlerle beraber Orta Asya yaylalarının baharından
geldiği o kadar belli ki… Fakat Bursa’da yeşilin mânası çok başkadır; o
ebediyetin rahmânî yüzü, bir mükâfata çok benzeyen bir sükûnun fâni bir saate
sinmiş mânasıdır. Yeşiltürbe, Yeşil Cami der demez, ölüm muhayyilemizdeki
çehresini değiştirir, “ben hayatın susan ve değişmeyen kardeşiyim. Vazifesini
hakkıyla yapan faninin alnına, bir sükûn ve sükûnet çelengi gibi uzanırım…”
diye konuşur.
…
Ruhumuzun en sanatkâr tarafı muhakkak ki sizin
hülyanızla beslenen taraftır. Bu isimlerin içinde bir tanesi vardır ki
Bursa’yı tek başına bütün bir bahar güzelliğiyle doldurur: Bu beyaz zafer ve
ganimet çiçeği Nilüfer’dir. Genç Orhan’ın kolları arasına günün birinde
güzelliğin kahramanlığa, hayatı istihraka (Hayattan vazgeçmeye) bir mükâfat
gibi düşen bu kadınla beraber kuruluş devrinin sert simasına aşkın tebessümü
gelir. Yazık ki hayatı ve şahsı hakkında pek az şey biliyoruz. Kendisiyle
görüştüğünü söyleyen Arap seyyahı İbn-i batuta bile ondan bir isim olarak
bahseder. Fakat bizzat kendisi de bir ganimet çiçeği olan bu isim her güzel
saadet ve aşk hülyasının içine dolabileceği bir çerçeveye benziyor.
* * *
Şark için “ölümün
sırrına sahiptir” derler. Fakat şark milletleri içinde dahi ona bizim kadar
hususi bir çehre veren, her türlü laubalilikten sakınmakla beraber, onu
ehlileştiren, başka millet pek yoktur.
Ve bunu ne kadar basit unsurlarla yaparız: sade mimarili bir türbe çok
defa tahtadan, sırasına göre oymalı ve zarif, bazen de düz ve basit bir
sanduka, birkaç işlenmiş örtü veya düz yeşil çuha, bir kavuk, bir tuğ… İşte
cedlerimize ebedi hayatı tecessüm ettirmeye eten malzeme bundan ibarettir. Bu
kadar fakir unsurlarla hazırlanan âbidede ferd>î hayatı hatırlatan tek
çizgi, isimden ibarettir. Evet, tek bir isim, ancak milyonlarla ölçülen bir
mesafeden bize ışıklarını göndermekte devam eden sönmüş bir yıldız gibi, ölümün
uzaklığından, bir ömrün hatırasını tazeler, içindeki ölüden ziyade ölüm için
yapılmış bu küçük fakat muhayyileye hitap etmesini bilen âbide, eski Türk
şehirlerinin ortasında yaşanan zamanla ebediyet arasında, aşılması çok kolay
bir köprü gibi âdeta üçüncü bir zaman teşkil ederdi. Ölüler bu basit ikametgâhlarından
sokağın bütün hayatına şahit olurlardı. Zaten Ramazan, bayram, kandil, büyük
zaferler, sevinç ve kederlerimiz hepsini onlarla paylaşırdık.
…
Bursa ovasının en
sevdiğim tarafı, Muş veya Erzurum ovası gibi sonsuz uzamamasıdır. Gözün lezzet
alabilmesi için yetecek derecede büyük ve geniş, o kadarla kalıyor. Onun için
daha ziyade bir sanat eserine benzer. Her taraf feyz içindeydi. Tabiat,
bereketiyle sanki bütün etrafı ezmek istiyormuş da sonra tam zamanında yetişen
bir ölçü hissiyle bundan vazgeçmiş gibi. Uzakta dağlar daima eski şeyleri
düşündüren, bizi bir ecdat rüyası gibi saran acayip şekilli kitleleri, dar,
gölgeli boğazları, küçük düzlükleriyle muhayyel bir saadet hissini bırakan
küçük ve basit manzaralı köylerini bağrına basmış uzanıyor, ufku
çerçeveliyordu. Daha ilerde, son planda,
koyu eflatunî heyulalar bu yumuşak çembere kendi sınırlarını katıyorlardı. Bazı
yerlerde güneş buğulanmış bir kesafet kazanıyor, yer yer billur bir 2avize gibi
çınlayarak kırılıyordu.
…
İki güvercin, şadırvanın yalağının kenarına sanki bu kaideyi bir aşk istiaresiyle tamamlamak ister gibi boyun boyuna duruyorlar. Belki onları buraya kahvecinin ben gelir gelmez attığı gül çekti. Suyun hareketiyle o gül sallandıkça onlar da aşk türkülerini söyleyecekler. Hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Sadece bu anı ve bu aydınlığı, Bursa ovası denen büyük ve zümrütten yontulmuş kadehten içmekle kalacağım, “En iyisi budur, diyorum; eşyayı bırakmalı, güzelliğinin saltanatını içimizde kursun.”
BEŞ ŞEHİR'den...
Arşiv