Kalem feryâd eder, ağlar mürekkep,
“Beni cahil eline verme Ya Rab!
Lütfunla âlime çevir yolumu,
Kırma n’olur kanadımı, kolumu.”
Lâedri

Konya, bozkırın tam
çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkır
kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya’ya hangi yoldan girerseniz
girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin arasından ufka
daima bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri
susuzluğunuza uzaktan gülen bu rüya, yolun her dirseğinde siline kaybola büyür,
genişler ve sonunda kendinizi Selçuk Sultanlarının şehrinde bulursunuz.
Dışarıdan bu kadar
gizlenen Konya içinden de böyle kıskançtır. Sağlam ruhlu kendi başına
yaşamaktan hoşlanan, dışarıdan gösterişsiz, içteten zengiz Orta Anadolu
insanına benzer. Onu yakalayabilmek için saat ve mevsimlerine iyice karışmanız
lâzımdır. Ancak o zaman çeşmelerinden akan Çarbağ sularının teganni ettiği
sırrı, zengin işlenmiş kapıların ardında sırmalı çarşafı içinde çömelmiş eski
zaman kadınlarını andıran Selçuk âbidelerinin büyüklük rüyasını, türkü ve oyun
havalarının hüznünü ve bu oyunların ten yorgunluğunu duyabilirisiniz.
Konya insanı ya bir
sıtma gibi yakalar, kendi âlemine taşır, yahut da ona sonuna kadar yabancı
kalırsınız. Meram bağlarının tadını alabilmek için ona yerli hayatın içinden
gitmek lâzımdır. Konya tıpkı Mevlevilik gibi bir nevi “kabul töreni” ister.
Bu alışmak bittikten
sonra şehir yavaş yavaş size, tıpkı bugün verebileceği her şeyi verdikten
sonra, sizden uzakta geçmiş çocukluğunu ve gençliğini de hediye etmek isteyen,
kesik, başıboş hatırlamalarla onları anlatan, güzel ve sevmesini bilen bir
kadın gibi mâzisini açar. Ve siz dinlediğiniz bu hikâyelerin arasından
sevdiğiniz, güzelliğine ve olgunluğuna hayran olduğunuz kadını nasıl şimdi
küçük ve nazlı bir çocuk, biraz sonra ürkek bir genç kız veya ilk aşkların
heyecanları içinde henüz çok tecrübesiz bir kadın olarak görür ve hiç
tanımadığınız o günlere ait bin türlü sevimliliğin, cazibenin, tuhaflığın,
korku ve telaşın, azabın arasından onu başka bir mahlûk gibi sevmeye
başlarsanız, Konya’yı da bu yeni tanıdığınız hüviyetiyle öyle yeni baştan,
onunla beraber bu geçmiş zamanına eğilerek ve âdeya ona hasret çekerek ve artık
bu maziyi ve onun kudretini iyice tanıdığınız için onun arasından bütün bütün
sizin olacağına bir türlü inanmayarak sever ve tanırsınız.
O zaman mektep kitaplarında
okuduğunuz, fakat sergüzeştlerini bir türlü bir çerçeveye sıkıştıramadığınız
için muhayyilenizin boşluğunda silahları, muzaffer orduları veya hazin
talihleriyle yersiz yurtsuz gölgeler gibi dolaşan bir yığın insan sizin için
başka türlü canlanır. Etrafınızı kınları ve altın kabzaları mücevherlerle
süslü, çeliklerinde ayetler ve Şehname beyitleri yazılı, ağır, eski zaman
kılıçlarına benzeyen bir yığın hükümdar ve vezir ismi alır. Kur’an’dan,
Şehname’den ve Oğuz Destanından beraberce koparılmış mücevherlere benzeyen bu
Selçuk adları… Müslüman Asya’nın büyüklük ve debdebe namına tanıdığı şeylerin
hepsi bu adlara ve onları sanki ağır sırmalı kaftanlarla, ince örgülü, gümüş
altını bol bol zırhlarla giydiren, başlarına taçlar gibi oturan, yahut da bu isimlerin
etrafında doğdukları memleketten, kazandıkları muharebeden o kadar hatırlatıcı
zeminler yapan, çoğu halife menşurlarıyla gelmiş lâkab ve unvanlardır.
Kendi kendimize “Demek
bu vatanı, iki asır içinde ve o kadar meş’um hadiseler arasında, bazen de tam
tersine işleyen bir talihin cilvelerine, her tarihi bir kör dövüşü yapan
ihtiraslara, kinlere, felaketlere rağmen, fetheden ve o arada yeni bir
milletin, yeni bir dilin doğmasını sağlayan adamlar burada, bu şehirde
yaşadılar!
Haçlı seferlerinin ve
Bizans saldırışlarının her şeyi yıkacak gibi göründüğü o felaketli yıllarda
Anadolu’nun içinde bir şimşek gibi dolaşan I. Kılıç Arslan Konya’yı payitaht
yaptığı günlerde, belki de benim şu anda bulunduğum yerlerde dolaştı, durdu,
düşündü, çetin kararlar verdi. Mesut âkıbeti o kadar meçhul Eskişehir
muharebesini kazandıktan sonra bu şehre döndü.
II. Kılıç Arslan
payitahtınıu zapteden üçüncü Haçlı Ordusu ile, onun masal yüzlü kumandanı
Frederik Barborossa ile şimdi Alâeddin Tepesi dediğimiz bu iç kalede sulh müzakerelerini
yaptı ve oğulları arasındaki anlaşmazlık yüzünden verdiği sözü tutamadığı için
açlıktan ve emniyetsizlikten yarıya inen bu yüz bin kişilk ordunun Toros
eteklerinde büsbütün ufalıp kaybolması için şehri ateşe verip çıkıp gidişini,
yine bu tepeden, şimdi harabesi bile kalmamış köşkünde seyretti.”
…
Konya’da dinlediğim
türkülerin hepsi şüphesiz oranın değildi. Meram’daki evlerinde veya şshir
içindeki topluluklarda seyrettiğim oyunların hepsinin de Knya’nın olmadığı
gibi. Kaldı ki Garbî Anadolu halk musikisinin asıl merkezi olmasına rağmen
Konya ağzını ayırmak bugünkü vaziyette epeyce güçtür. Benim gibi bir amatör
içinse imkânsızdır.fakat ben onları Alaeddin Tepesinde, Meram yollarında ve
Konya akşamlarında duydum. İnce Minarenin kapısı önünde Kur’an’ın iki suresini
o kadar sanatlı bir gerdanlık yapan taş işçiliğine şaşırırken, yanı başımdan
geçen çıplak ayaklı çocuklar, onları ıslıkla çaldılar. Onun içindir ki şimdi bu
türküleri radyoda dinlerken veya vakit vakit hafızanın sırrına erilmez
dönüşüyle hiç farkında olmadan kendi kendime mırıldanırken içimde Konya birdenbire canlanır, kendimi o
yollarda, o alçak tavanlı bağ evlerinde, o cami veya medresenin kapı önünde
veya içinde bulurum, gece ise başımın üstündeki yıldızlı gökyüzü birdenbire
değişir. I. Alaeddin’in altın kakmalı, sırma işlemeli, siyah saltanat çadırı
olur, ve ben Selçuk destanının ve Selçuk dramının sahnesi olan, Mesnevî ve
Divan-ı Kebîr’in doğmasını, ince, kibar, musiki ve raksa düşkün hayatının
kolaylaştırdığı şehirde geçen günlerime bu şehrin insanlarının saatleriyle, bu
saatleri dolduran sevinç ve acılarıyla beraber kavuşurum.