Oy gizli, haber kutsal, yorum hürdür.
Küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler sistemleri konuşurmuş.
Sistemi konuşan kaç kişi? Sistemi konuşmaya başladıktan hemen sonra olayları, hatta insanları konuşmaya dalan kaç kişi?
Kurtuluş sistemi konuşmakta… Çünkü sistem, yani düzen sürekli bataklık üretiyor. Sistem büyük bir bataklık haline gelmiş.
Öyle bir bataklık ki, on milyonlarca insan bataklıkta yaşadığı halde batağın farkında değil… “O balıklar ki derya içre yaşarlar, deryanın farkında değillerdir” misali… Farkında değiliz, çünkü âdeta bataklıkta doğmuşuz… Büyümüşüz… “Yaşayıp(!)” gidiyoruz.
İşte, Hanefi Avcı o bataklığı fark eden “idrak”… 73 milyona haykıran “şuur”…
Haddizatında bataklığa 13 sene evvel de ışık tutmuştu ama tesiri olmamıştı… Çünkü kitabı yoktu…
Şimdi bir projektör tutuyor… 600 sayfalık bir aydınlık…
Feveran bataklığa, lâğıma, karanlığa alışmış farelerin şaşkınlığı… Panik, yakalanma, açığa çıkma korkusu… Panik, sömürülenlerin, kandırılanların uyanma korkusu… Bataklıktan nemalananların “nema”larının kesileceği korkusu…
Bu kitap basit bir “cemaat eleştirisi” değil… Sistemi, zihniyeti, teneffüs ettiğimiz manevî iklimi sorgulayan, bin yıllık “boa uykusu”na son verin diyen İsrafil’in “sur”u, bir gök gürültüsü… Uyanın diye kıyameti koparan bir isyan!
Böyle bir kitabın 100 binlerce satması, internet üzerinden yüz binlerce kişiye ulaşması ümit verici… Lâkin burada bir endişem var; böyle popüler kitaplar hakikaten büyük satış rakamlarına ulaşıyorlar fakat satın alanlar birkaç sayfadan sonra okumayı bırakıyorlar.
Bu kitap öyle olmamalı… Hatta bu kitap bir kere okunup da rafa kaldırılacak bir eser de değil… Bu bir başucu kitabı… Tekrar tekrar okunmalı… Altı çizilmeli… Not çıkarılmalı… Üzerinde düşünülmeli ve tartışılmalı… Bu kitabın her sayfasından ders çıkarılmalı…
Haliç, bütün Türkiye; “Haliçte Yaşayan Simonlar” hepimiz!
İşte, Hanefi Avcı’nın sadece ilk sayfalarda söylediklerinden birkaç cümle:
“Türk milliyetçiliğinin, Türk gelenek ve ahlâk anlayışının, kanunlarımızın, hatta dinin, bu ülkedeki uygulanış biçimi yanlıştı. Yoksa ülkemiz bu halde olur muydu, dünya ile yarışta bu kadar geri kalır mıydı? Terör 40 yıldır devam eder miydi? Bu kadar yolsuzluğun ülkede kabul görmesi, kimsenin bunlardan rahatsız olmaması, hatta yapılanları olağan bulması mümkün müydü?
Çok samimi olarak inandığım, hiçbir karşılık beklemeden uğrunda gece gündüz çalıştığım, varlık sebebi gördüğüm değerlerin, ihtiyaca cevap vermediğini, hatta sorunların kaynağı olduğunu anladım.
Kendi teşkilat mensuplarımızın suçlarını gizlemeye çalışıyor ama vatandaşın en ufak bir suçuna hoşgörüde bulunmuyorduk.
Susurluk da bu anlayışın daha büyük çapta bir tezahürü değil miydi? Ölçü, suç işleyen herkesin yargılanması ve ihlal ettiği kural için yasalar çerçevesinde ceza görmesiydi. Oysa adam öldürenler, yaralayanlar sıradan insanlarsa veya örgüt mensuplarıysa bu kural işletiliyordu, bunun dışında bazı devlet görevlileri bazı kişileri kaçırır infaz ederse, bu kişiler yakalanamıyordu.
Bizler de her suçu değil, bize öğretilen, bize empoze edilen hususları suç olarak görüyor, bizim tarafımızda olan kişilerin kusurlarını suç olarak nitelendirmiyorduk.
Bu duruma, bu tip davranışlara “simonlaşmak” adını verdim.
İşte bu durumu düşündükten sonra kendi kendime söz verdim, ben Simon gibi olmayacaktım, simonlaşmayacaktım. Yanlışı yapan kim olursa olsun karşı çıkacaktım. Suç işleyenler kendi tarafımdan insanlar, kendi arkadaşlarım bile olsa veya ne kadar güçlü olurlarsa olsun, bedeli ne olursa olsun karşı duracaktım.
Aslında simonlar her yerde, her örgütte var; insana değer vermeyen, özgürlüğü önemsemeyen, itaat kültürünün hâkim olduğu, grup menfaati için itaatin istendiği her yerde Simonlar var.”
x x x
İTİRAF
Nazlı Ilıcak, "ben başörtülü ve dindar olanlara daha çok güvenirim" demiş.
Başı açık olduğuna göre, demek ki Nazlı Ilıcak’a güvenilemez!
Önceki yazılar