Oy gizli, haber kutsal, yorum hürdür.
Binlerce yıllık insanlık tarihinin kaydettiği kesin bir kural var: Bir ordunun başı yakalandığı veya öldürüldüğü vakit ordu dağılır, yenilir veya teslim olur. Baş gitti mi vücut yaşayamaz.
Aynı şekilde bir çete veya örgütün de elebaşı yakalandığı zaman çete ve örgüt de yenilir, dağılır veya teslim olur… Biter.
Nitekim Abdullah Öcalan yakalanmadan evvel de Türk halkında böyle bir beklenti vardı. PKK’nın lideri yakalanırsa örgüt de, terör de biter diye düşünmüştük!
Örgüt elebaşının yakalanıp hapse tıkılması ülkede bir bayram havası estirmişti. Başlangıçta terörün son derece azalması şeklinde bir faydası da olmadı değil!
Fakat ne hikmetse, yıllar geçtikçe İmralı’daki mahkûm sanki dışarıdaymış, çetenin başındaymış gibi örgüte ve onun siyasî uzantısına yeniden emirler vermeye başladı. Şimdi PKK’ya tam anlamıyla hâkim gözüküyor.
Burada bir anormallik var!
Ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm olan bir hükümlü;
1. Nasıl oluyor da, hiçbir sınırlamaya tâbi değilmiş gibi, gün be gün örgütle haberleşebiliyor, talimat gönderebiliyor?
2. Nasıl oluyor da, bu ağır cezalı hükümlünün oradan çıkmayacağını bile bile hem örgüt, hem de örgütün siyasî kanadı, Öcalan’ı tartışma üstü bir lider olarak kabul edebiliyor?
3. Böyle bir durum; aslında PKK’yı fiilen yönetenlerin de, BDP’yi fiilen yönetenlerin de kendilerinin bir hiç olduklarını kabul anlamına gelmez mi? Neden böyle bir zulme katlanırlar?
* * *
Halbuki normalde; Öcalan dışarıyla ayda 1–2 kez yakın akrabalarıyla görüşme dışında toplumdan kopuk bir vaziyette cezasını çekmesi lâzımdı. Başsız kalan bir örgütün de dağılması kaçınılmazdı. Yeni elebaşları ortaya çıksa bile, birbirlerine düşmeden örgütü bir bütün halinde tutmaları mümkün değildi.
Siyasî kanat BDP ise terörün gölgesinde olmadan, yasal zeminde, başkan ve eşbaşkanlarının yönetiminde normal bir siyaset yapmalıydı. Lâkin öyle olmuyor.
PKK’nın da, BDP’nin de başında Öcalan varmış gibi bir fiili durum yaşıyoruz.
“Varmış gibi” diyoruz, çünkü her ne olursa olsun tecrit edilmiş bir adada, müebbede mahkûm olan birisinin, örgütler üzerinde bu denli etkin olması imkânsız diye düşünüyoruz.
Anlaşılıyor ki oyun içinde oyun var: Apo’nun da üzerindeki bir güç, Öcalan’ın adını ve konumunu kullanarak PKK’yı da, BDP’yi de idare ediyor. Elbette bu güç, Öcalan’ı 1999’da “yakalayıp”, şartlı olarak Türkiye’ye teslim eden güçtür.
Bu fiili durum dördünün de işine geliyor:
1. ABD’nin işine geliyor, çünkü bu sayede Kürtleri kontrolü altında tutup istediği gibi yönlendirirken, Türk Hükümetiyle her alandaki pazarlık gücünü yükseltmiş oluyor.
2. PKK’nın işine geliyor, çünkü arkasına ABD gibi muazzam bir gücü alarak eylemlerini daha pervasız yapabiliyor. Zaten baştan beri arkasında büyük devletler olmasa Türk askerine baş kaldırmak asla haddi olamazdı.
3. BDP’nin işine geliyor, çünkü bu sayede daha kendine güvenli “siyaset” yapabiliyor. Kendini sigortalanmış hissediyor. Hem böylece ülkenin ve halkın sorunlarına kafa yormak gibi bir külfetten de kurtulmuş oluyor. Nasıl olsa reçeteler Okyanus ötesinden hazır geliyor.
4. Nihayet Öcalan’ın da işine geliyor, çünkü gereğinden fazla önemsenmiş oluyor. Sürekli ülkenin, AB’nin ve ABD’nin gündeminde kalıyor. Böylece daha iyi şartlarda bir “mahkûmiyet” geçiriyor.
Hepsi birbirinden kârlı gözüküyor. Apo hapiste olmasaydı, onun hükümlülük şartlarını bahane edip yıllardır ortaya konan gösteriler, toplumsal hareketler, siyasî ve sosyal gerginlikler yaratılamazdı.
Son tahlilde, öyle görünüyor ki Öcalan’ın içeride olması, ülkeye, dışarıda olmasından daha fazla zararlı olmuştur. Olmaya devam ediyor ve edecek.
Belli ki, biz onun derdest edilip içeri tıkıldığına sevinirken; onu “yakalayıp”, Türkiye’ye “şartlı” teslim eden güç, daha o zamandan bu hesapları yapmış… Sırası geldikçe oyunları bir bir sahneye sürüyor.