Doğa derseniz, üzerinde yaşadığımız yeryüzünü kastetmekteyiz. Öyle değil mi? Ormanlar, denizler, karalar, hayvanlar, bitkiler, insanlar vs. hepsi doğa dediğimiz devasa yapının unsurları ve misafirleridir. Doğa, bunlardan müteşekkildir. Hepsinin, varoluşlarının-mevcudiyetlerinin, bir amacı-anlamı vardır. Cümle’yi ikmal etmektir, mutlak gaye. Evet, cümlenin has unsurları vardır amma bir de yan unsurları vardır, bağlaçlar, edatlar vs. gibi değil mi? Ve varoluş, tümünün kolektif birlikteliğiyle tahakkuk eder. Canlı olanların hepsi doğadan beslenir. Varoluşlarını doğa sayesinde gerçekleştirirler. Diğerleri de canlılar için yaşam aracıdırlar. Doğa bütün mevcudiyetiyle insanın emrindedir, özünde insan içindir. Zira doğanın, akıllı ve iş üreten yegâne üyesi insandır. İnsan doğaya müdahale edendir ve bu müdahale sonucunda bir iş meydana getirendir.
Haddizatında, insanın kendisi de, doğanın en önemli unsuru olan toprağın çocuğudur. Varlığının özü topraktır. Geldiği ve gideceği yer topraktır. Ne garip değil mi? Topraktan halk olunuyor ama kutsal ruhla can buluyor. Ve öldüğünde gövdesi ham maddesi olan toprağa, ruhu da geldiği yüce öze geri dönüyor. Nasıl toprak gökten inenle canlanıyorsa, insanda gökten gelenle can buluyor. Zaten insanda toprak ve sudan halk edilmemiş midir? Ve toprak gökten düşen rahmet damlalarıyla hayat bulmakta değil midir? İşte insan da gökten üflenen ruhla can bulmaktadır. Yani gökle yer arasında bir şahne varlık. Sanki bir köprü görevi görüyor. Maddi yönden toprağa bağlı, manevi yönden göklerle ilişki içinde. Gökten emir alıyor, yerde bu emirleri icra ediyor. İşte derin sırda, muazzam dengede burada gizli gibi.
İnsanı oluşturan iki unsur: yer ve gök. Yerden maddi kazancı doğuyor, göklerde de mana âlemi huzur buluyor. Birisinin eksikliği insanı eksik bırakıyor. İnsanın maddi ve manevi kanatlı olmasının hikmeti de bu olsa gerek. Bir ucu yerde bitişik, bir ucu göklerde salınıyor. Sanki insanın, hem dünyalık, hem ahiretlik olması da buradan kaynaklanıyor gibi. Zira toprak dünyayı, gök ahireti temsil ediyor. Ve insan ikisi arasında durarak dengeyi sağlıyor. İnsandan istenen de bu haddizatında. İnsan topraktan kopunca sanki kendinden de kopuyor. Zaten betonlara sıkışıp kaldığımızdan beri insanlığımızı unutmuş değil miyiz? Doğadan uzaklaştıkça, kendimizden de uzaklaşıyoruz sanki. Hayatımız dört duvardan müteşekkil betonlardan ve teneke parçalarından müteşekkil arabalardan ibaret değil mi? Vallahi doğayla kucaklaşsak, doğayla sevişmesini bilsek, doğayla bütünleşebilsek, doğanın özünde ki, ince ve muhteşem edebiyat ile derin ve gizemli felsefeyi hakkıyla idrak edebilsek yeryüzünde terör falan olmazdı. Vahşi olmazdık. Doğayı kirletecek kadar kendimizi kaybetmezdik.
Doğada ki derinliği, doğada ki görkemli edebiyatı ve ince felsefeyi idrak edebilsek halledemeyeceğimiz şey kalmayacaktır inanın, bu mevzuda sonsuz iddia sahibiyim. Doğayı doğru okuyalım, anlayalım ve doğayla derin iletişim kuralım. Gökle de merbutiyetimizi muhkem tutalım. Ama yapamıyoruz. Doğayı kirlettik ve kirlendik. Gökten koptuk ve hayvanlaştık. Birbirimizin kurdu olduk, cenneti olacağımız yerde. Çünkü doğa bizim bir yarımımız ve biz onunla bir bütünüz. Gökte diğer yarımımız ve biz onunla insanız, can bulmuşuz. Bu yüzden bizim kirlenmemiz demek doğanın kirlenmesi demek, doğanın kirlenmesi de bizim kirlenmemiz demektir. Bizim ruhsuz kalmamız da, dünyanın vahşi bir ormana dönüşmesi demek. İkisinin (insan-doğa) temizliği de, ruhun mevcudiyeti de, dünyanın, cennetten bir yer olması demek. Tabi, akledebiliyorsak!
İnsan da, bildiğimiz kadarıyla, kulluk için halk edilmiştir. Ama Allah’a kulluk için vardır, yaratılanlara değil. Yani şöyle bakıyor ve düşünüyoruz da, ölümlü bir âlemde insanın kulluktan başka bir şey için yaşaması sonsuz saçma geliyor ve anlamsız kalıyor. Ölüm gibi bir keskin gerçek, kulluk haricinde ki her şeyi anlamsızlaştırıyor. Ve üzerinde tefekkür etmemizi lüzumsuz kılıyor. Başka niçin halk edilmiş olabilir? Yani ne kadar derin ve etraflıca düşünürseniz düşünün, aklınıza mantıklı bir şey gelmiyor. Zira bu dünyaya ait olan ne varsa fanilikle hüküm giymiş. Öyleyse, insanın, bu dünyada ki bir şey için kulluk yapması muhal ve anlamsız. O zaman baki olan bir şeyin olması icap ediyor ve kulluğun da oraya yapılması iktiza ediyor ve bu şey; varlığı, bir başka varlığa, kendinden önce olan bir varlığa, bağlı olmayan, koşulsuz var olan bir şey olması gerekiyor ve işte o da Allah’tır. Ve Allah’ın varlığı, bizim varlığımıza öyle işlemiştir ki; Allah’ı, asla içimizden söküp atamayız. Zaten bu yüzdendir ki; inkâr edenler bile varlıklarını idame ettirebilmektedirler. Zaten Allah’ın varlığı kesinlikle hatırlanamayacak derecede yok sayılabilseydi, vallahi tek insanın yaşaması diye bir şey söz konusu olamazdı.
İşte, inkâr etsek bile, Allah’ı, ister istemez, varlığımızın derinliklerinde duyumsuyoruz, hissediyoruz ve bu yüzden de hayata tutunabiliyoruz ama güya inkâr ederekte yaşayabildiğimizi sanıyoruz. Çok zavallıyız. Bize şahdamarımızından daha yakın olduğunu söyleyen kimdir sahi? Allah’tır Allah, bebeğim! İşte bu yüzden Allah’ı inkâr, kendini inkârdır ve bu da özür dilerim amma mutlak bir saflıktır, alıklıktır. Bilakis bir bildiği olan söyleyebilir. Derin düşündüğümüz zaman, makul ve mantıklı bir çıkarım olarak bu sonuca ulaşabiliyoruz. Ve kulluğunu kolayca yapabilmesi için, doğa kendisine emanet edilmiştir. Diğer yarısı olan doğa. Zira kulluğunu, doğa üzerinde ve doğanın unsurları tavassutu ile yapacaktır. Yoksa anlamsız olurdu. İnsan üreten bir varlıktır. Üreterek kendini yaratan ve varolan bir varlıktır. Üretim içinde bir üretim merkezi olması gerekir. Tıpkı herkesin, rızkını çıkarması için, bir iş yerine ihtiyaç duyması gibidir bu. Ve o merkezde, hareket halinde bulunması ve bir iş yapması gerekir. İşte bu merkez doğadır. Genelde doğa, özelde iş yeri.
İnsan; akıl, irade ve ihtiyar sahibi bir varlıktır da aynı zamanda. Zira bu üç olgu, insanın olmazsa olmazlarıdır: akıl, irade, ihtiyar. Varoluşunun temel dinamikleridir bunlar. Varoluşunu gerçekleştirmek için bunları kullanmak zorundadır. Zaten bu yüzden de insandır. Bilakis, insan olmasının manası kalmazdı. Akıl, doğayı kavrayabilmesi ve işleyebilmesi için; irade, yaşamın bütün zorlu süreçlerine direnerek, yaşama tutunması için; ihtiyârda (seçme yetisi), yanlışı ve doğruyu seçebilmesi için verilmiştir. Yani insan budur işte, hülasa olarak. Ötesi kendiliğinden gelir artık, geçelim!