‘’Herkese çalıştığı vardır.’’ der Allah’ımız. Katılmıyorsan, buyur olumsuzla! Ve bu söz, mutlak olarak ve direkt insanadır. Zaten Allah’ın bütün sözleri insanadır, hayvana değil. Çünkü çalışan ve üreten yegâne canlı türü insandır. Akıl, irade, ihtiyar sahibi yegâne canlı türü de insandır. Ve zaten tam da bu sebeple, sahiplik duygusu vardır varlıksal özünde, apriori-önsel olarak. İnsanda ki sahiplik duygusunu ıskaladığınız zaman, insanı ıskalamış ve bir nevi hayvansallığa itelemiş olursunuz. Bu şaşmaz bir hakikattir. Hayvanlar bütün ihtiyaçlarını çalışmadan ve sahiplenme ihtiyacı hissetmeden giderirler. Çünkü onlar zaten doğayı ortak olarak kullanmaktadırlar ve sahiplenmelerine lüzum yoktur. Onların yaratılışları bu hal üzeredir. Ama insan çok farklı bir konumdadır. İnsan görevlendirilmiş bir varlıktır. Evet, herkes alınteri akıtarak ve helal yolla kazanarak elde etiği şeyin sahibidir. İnsan, uğruna canını ortaya koyduğu şeyi sahiplenmek ister, bu insanın fıtratına dercedilmiş bir duygudur. ‘’Ekmeğini, alnının teriyle yiyeceksin.’’ Tekvin, 3. Bölüm, 19. Ayet. Uğruna ter-kan-yaş akıtmadığın şeyin lezzeti yoktur. ‘’En helal kazanç, alın teri akıtılarak elde edilen kazançtır’’ derler aziz Önderimiz (sav). Kişinin kazandığına, devlet dâhil hiçbir kurum yahut kişi el koyamaz. Yani, kazandığının üzerinde, tasarruf yetkisi kişinindir. Ama tasarrufta da sonsuz özgürlüğe sahip değildir, zira mülkün mutlak sahibi naslar koymuştur bu konuda. Hülasa, ‘’sosyalizme-komünizme’’ hayır demek, kesinlikle yerindedir. Bildiğimiz sosyalizme-komünizme. Bilmediğimiz varsa orası ayrı. Bilmediklerimizi, bir bilenler anlatsınlar! Hakeza; çalışmadan, alın teri dökmeden ve muhtelif dalaverelerle, faiz, rüşvet, gasp, piyango, borsa vs, kazanmakta hırsızlıktır. Güç kullanarak, bireysel gücünü ve devlet gücünü kullanarak, insanların kazanmalarını engellemekte zulümdür ve bu yolla kazanmakta gasptır. Misal, en basitinden, bir ihalede güçlü kodamanın, iş ehliyetine sahip olan amma ciddi sermayesi olmayan fakat ihaleyi alabilecek kadar da imkâna sahip olan kişinin işine, gücünü kullanarak engel olması alçakça bir gasptır. Hülasa, ‘’kapitalizme-emperyalizme’’ hayır demekte yerindedir. Peki, ne yapmalı? Çalışacaksın, alınteri dökeceksin, helal kazanacaksın. Kazandığını paylaşacaksın, kazandığının içinde gizli olan hakkı, yoksulun-garibin-muhtacın hakkını, vereceksin. Toplum için harcamayı unutmayacaksın. Kendin de namusluca bir hayat süreceksin. Yani, haddini ve hududunu bileceksin. Haksız yollarla kazanmaya çalışan iti boğacaksın, kazandıklarını; iktiza ederse zecri yöntemle de olsa geri alacaksın. Buraya dikkat lütfen! Bakınız, emek harcayarak helal yoldan, alın teri akıtılarak kazanılanları demiyoruz, bilakis haksız ve ahlaksız şekilde, adaletsiz şekilde, haram yollardan kazanılanları, icap ederse zecri yollarla alacaksın diyoruz ve bunda da ısrarcıyız. Velhasılı kelam, ‘’İslam’a’’ evet demek kaçınılmazdır. Yani ne zarar ver ne de zarara uğra. Şereflice, izzetlice, adalet ve ahlak temelinde, Hakk, Halk ve Hakikat yönünde yaşa. Hülasa; ne ifrat, ne de tefrit, sadece vasat (yani orta yol-tam insanlık çizgisinin üstü) ol.
İnsan mülk sahibi olabilir mi? Tabii olarak olabilir ya da diğer tabirle emanet olarak kullanabilir dedik. Yani bir nevi, kullanması, işlemesi ve kendisi vasıtasıyla üretimde bulunması koşuluyla kullanabilir. Zira insan olmaklığının koşuludur bu. Misal, toprağı var diyelim, bu toprak onundur ama işlemesi gerekir, çünkü işlenmeyen toprak toplumsal zarar demektir. Fakat kullanmıyorsa da geri alınır. ‘’Toprak işleyenindir’’ derler aziz Önderimiz (sav). Bu ifade ciddi kaynaklarda mevcuttur. Ya da şöyle diyelim muvakkat sahibi olabilir insan, yaratılan şeylerin. Muhakkak sahibi ise Allah’tır dedik. Allah, herhalde boşuna yaratmış değildir mevcudatı? Kullarım istifade etsinler diye yaratmıştır diye de söylemiştik. O zaman da insanlar istifade edeceklerdir değil mi? Zira illa bir sahibi ya da kullanıcısı olmalı değil mi yaratılan şeylerin? Ki bunun aksi mümkün müdür? Bir şey tüketilmeli ki, yeniden üretilsin. Tüketen de, üreten de insandır ancak. Öyleyse yaratılan şeyler insan içindir. Ve bu kullanılan şeyler, her halükarda, muhakkak şekilde, muayyen bir kontrol mekanizması dâhilinde kullanılacaktır ve bu mekanizma ya devlet olacaktır ya da bireyler kendileri olacaktır, başka bir durumun olması kabil-i mümkün müdür? Öyle ya, Allah kullanacak değil herhalde. Allah sana lütfetmiş kullan diye. Ama mutlak yasalar temelinde. Adalet ve ahlak temelinde kullanmalısın. İşte toplumsal hayatı regüle eden devlet otoritesi-toplumsal uyum yasaları burada devreye girmelidir. Zira insani ilişkileri ve toplumsal ilişkileri regüle etmek zorundadır. Yani muktezasınca dışsal müdahale de bulunmalıdır. Ama özgürlüklere mutlak olarak müdahalede bulunmamalıdır. Ne bütün mülke mutlak olarak egemen olup kendisi sömürücü olmalıdır ne de mülkü, birkaç tane itin inhisarına devredip, insanlarını sömürücülerin inisiyatifine bırakmalıdır. Bilakis dengeyi sağlamalıdır. Hülasa, insanlar, ancak ve ancak, İslam ile huzur bulabilirler. Bilakis buyurunuz!
İnsanlar farklıdır: bu basit ama güçlü bir gerçektir. Aksini iddia etmek mümkün müdür? İnsanlar karakter farklılığıyla yaratılmışlardır, havyalar gibi karakter ortaklığıyla değil. Zaten bu yüzden de, insanlar üzerinde tam egemenlik kurmak imkânsız olmaktadır ya. Biz insanları tümden melek zannediyoruz ve kuru mantıkçılıkla olaylara bakıyoruz. Sanki mülk devletin mutlak kontrolünde olsa her şey cennet olacak. Bu tamamen safsatadır. Ki denenmemiş bir şey de değildir. İnsanlar, toplumsal olarakta heterojendir. İnsanları tek tipleştirmeye, toplumu homojenleştirmeye çalışmak yaratılışa mugayirdir. Ve zulümlerin sebebidir bu kalkışma. Müşriklerin kavgasının özünü de bu teşkil etmektedir. Çünkü tek tipleştirilmeyen insan, çarkların kolay dönmesinin önünde engeldir. Tek tipleştirme operasyonu, imtihan olgusunu tesirsiz kılmaktır ve bu da Allah’a isyandır. Ve çok büyük sarsıntılar meydana getirir toplumsal bünyede, dengeyi bozar. Ki bozmaktadır da, siyonist şeytanın katliamlarının, soy kırımlarının altında bu gaye yatmaktadır. Ki bugüne kadar Batı denilen barbar dünya tarafından işlenen bütün insanlık katliamlarının temelinde de bu vardır haddizatında. İnsanları, hayvanlar gibi algılamak durumu yani. İnsanları, hayvanlar gibi, güdülen sürüler haline getirmek arzusu. Oysa insanlarda, hayvanlarda ki gibi karakter ortaklığı asla yoktur ve olamaz da. İnsanlar, tek tek farklı karakterdedirler. Bu yüzden de, insanları bütüncül olarak algılayıp, insanlara dayatmalarda bulunmak fıtrata mugayirdir, imtihan olgusunu ref etmektir. Birey ve toplum, kamu kontrolünde ve muhkem toplumsal normlar temelinde, kendi kendini regüle etmelidir. Ama kamu müdahalesi çok fazla belirgin olmamalıdır. Her toplumsal normunda mutlak olarak tesirinde kalınmamalıdır. Fertlerin ve toplumların, oluşumlarını gerçekleştirdikleri ana dayanakları yok etmeye kimsenin hakkı yoktur. Ve bu dayanaklardan en önemlisi ve en hayatisi olan özgürlüktür, sonrada emanet bilinciyle sahip olduğu ve kendisi tavassutu ile rızkını kazandığı yani kendini oluşturduğu malı gelir. Çünkü özgür olmayan, insan da değildir. Malı olmayan, yaşamsal sebebini de yitirmiş demektir. Sahiplik duygusu, çalışmayı, üretimi, yaratımı tetikleyen bir şeydir. Aksi toplumun donmasını ve tehlikeli şekilde gerilemesini intaç eder. Mezkûr insani ve hayvani varlıksal özler temelinde (karakter durumu) aklediniz lütfen kardeşlerim. Ve insan, ne mutlak mülksüzlükte, ne de mutlak mülklülükte kesinlikle özgür değildir ve olamaz da. Mutlak mülksüzlükte, müşrik, zalim ve kapitalist devletin, basit ve zavallı bir marabasıdır; mutlak mülklülükte de, şerefsiz müşrik’in, zalim kapitalistin, alçak ve vahşi müstekbirin sefil bir oyuncağıdır. İnsan mutlak olarak ancak İslam ile özgürdür, dengelidir, ölçülüdür. İslam’a göre de, hür şekilde çalışma özgürlüğü vardır, emanet bilinciyle sahip olduğu malı üzerinde. İnsanın malına el koyarsanız, onun yaratıcılığını yok edersiniz. Özgürlüğünü gasp ederseniz de, insanlığını yok edersiniz. Bu kesindir. Bu bilimseldir, bu mantıksaldır, bu rasyoneldir, bu vicdansaldır. Aksini düşünmek, sapmaktır, sapıtmaktır.
Ama bizler napıyoruz? Herkesi gözümüzde aynılaştırıyoruz, farklılıkları ıskalıyoruz. Ve bizim yaptığımızın aynısını yapmaya, bizim gibi düşünmeye zorluyoruz insanları bir şekilde. Allah’ın, Önderin (sav) bile yapmadığını yapıyoruz. İnsanlar bizim gibi olmayınca çıldırıyoruz. Zira kendimizi yaptığımız şeyde yalnız hissediyoruz. Oysa insan yalnızda kalsa, çok zorda gelse görevi neyse yapmalıdır. Başkalarına bakmamalıdır. İlk evvelde herkes kendinden sorumludur. Zira teklikten tümlüğe gidilir. İslam, ilk evvelde ferdi önceler, zira her şey fertten başlar. Önderimiz (sav) önce tekti, sonra çoğaldı, toplum oldu. Amma önce kendi görevi neyse layığı ile yaptı, başkaları yapmıyor diyerek vazgeçmedi insanca yaşamak sorumluluğundan. Ayrıca insan uyarıcı ve öğüt verici olabilir ama zorlayıcı olamaz. Bu haddi aşmaktır. Ki Allah’ımızın, Önderimize (sav) emri de budur? İnsan kendi yaptıklarını toplumda yapsın istiyor, bunu adeta görev belliyor ve zorbalığa tevessül ediyor, kin duyuyor, gerçeğe ihanet ediyor. Oysa bu ancak şeytanın işi olabilir. Ki şeytanın (siyonistin) yaptığı da budur. İnsan yaptığı şeyleri herkesle birlikte yapmak zorunda değildir. Zaten insanlar tek bir kişinin dediğine doğru diyecek tıynette olsaydı dünya çok farklı olurdu. İnsanların köleleşmesi kader olurdu. Bu durum derin bir patolojik vakadır. Aslında toplumsal boyut kesbetmiş bazı ciddi sorunların temelinde de bu vardır. Yanlışla doğrunun en çelişik olduğu durumda burasıdır. Şöyle ki; çoğunluğun yaptığı doğru sanılıyor ve çoğunlukta yanlış yapıyorsa, bu durum doğruluk, ahlak ve adalet üzere olan az insanın zararına oluyor. İşte burada da namuslu insanlar kızıyor haklı olarak. Çünkü çoğunluğun yüzünden sömürülüyorlar, hakları çalınıyor. Zaten kızgınlığın ve çoğunluğa müdahalenin asıl nedeni de burada ki çelişik durumda yatmaktadır. Evet, insan gerçekten böyle bir durumda çok acı çekmektedir ama sabretmelidir, zira zorlama yapmak haddi aşmaktır. Zaten yapsan da bir şey olmamaktadır, olamazda ve olmayacakta. Biz ancak uyarıcı ve güzel sözle davet edici olabiliriz. Hakkı olduğu gibi söyleriz, gelen gelir, amma tabi zulme karşı da direniriz, malımızla ve canımızla, bu da sorumluluğumuzdur. Bizim yapamayacağımız şey, insanları zorla iman ettirmektir. İşte bunu yapamayız, zira böyle bir yetkimizde, görevimiz de yoktur. Zira yaratılış böyledir. Çünkü Allah, insanları, kavimler halinde yaratmıştır, kavimleri de farklı tabiatlarda halk etmiştir. Hiçbir insan ve toplum mutlak olarak birbirlerine benzemez. Varlıkta ki metafizik boyutu ıskalıyoruz ve mutlak olarak maddi boyuttan bakıyoruz her şeye, bu bakış açısının doğurduğu yanlış algı da bizi kuru mantıkçılığın kurbanı ediyor. Metafizik boyutu olmayan her şey, kuru, sığ, boş ve sınırlıdır. Şeytan göksüz olduğu için şeytandır, melek yersiz olduğu için melektir, insanda yer ve gök ile aynı anda ilişki içinde olduğu için insandır. İnsan, fiziğin ve metafiziğin bileşkesidir. Yerin ve gökün ürünüdür. İnsanı anlamadan çıkarımlarda bulunanlar sonsuza kadar yanılmaya ve kuru mantıkçılığın esiri olmaya mahkûmdurlar.