Cengiz Aktar - [email protected]
Nasıl birkaç saat içinde yaygın bir
iyimserlikten kapkara bir havaya giriverdik. Bunca yıldır alınan ve alınmayan
hukuki kararlar sonucunda YSK’nın Hatip Dicle’nin vekilliğini düşürmesi
memleketi ciddi bir krizin eşiğine getirdi bıraktı. Savaş lügatinden kaos,
darbe, bomba benzetmeleri boşuna değil. Dicle’ye, her derde deva ‘örgüt
propagandası’ suçuyla Anayasa’nın 76. maddesi uyarınca 1 yıldan fazla hüküm
giymiş olanların seçilme hakkını engelleyen maddesi uygulandı, seçilemezliğine
karar verildi. Sıradaki AKP’liye ihtimaldir ‘git hemen mazbatayı al’ dendi.
Alan, Balbay, Haberal’ın vekilliği düşerse AKP’nin referandumla tek başına
bildiği gibi memleket idare etmek için gereken 330 vekile ulaşması söz konusu.
Gelişmeleri salt hukuki bir okumayla yetinmek mümkün değil. Kriz siyasi.
BDP’nin Meclis’e gelmeme kararı sonrasında iyice kontrolden çıkma ihtimaline
karşı Dicle’nin tahliyesi gerekiyor. Yazı gazeteye yollandığı saate kadar Şahin
ve Arınç’tan 2002’de Erdoğan’a uygulanan formül olasılığı geldi ama Başbakan
hâlâ bekleniyordu.
Herkes aynı olsun aynı düşünsün
Pazartesi Mersin’de Zafer Çağlayan seçim zaferinin şehvetine kapılarak şöyle
bir öngörüde bulunmuş: ‘CHP’ye, MHP’ye ve bağımsızlara oy veren kardeşlerimiz
de birgün AK Parti sıralarında yer alacak. Onlar da bir gün bizim saflarımıza
katılacak.’ İfade yeni değil, futbol sürümleri mevcut: ‘Birgün herkes Fenerli,
Gassaylı olacak...’ Zaten iddia da biraz futbol kokuyor. Ama seçmenin yarısının
oyunu aldıktan sonra dahi akla gelmesi düşündürücü. AKP bugün varsa ve yüzde 50
oy alıyorsa bu, CHP’nin tekparti sultasına gelen itirazlar sayesindedir. Tektip
askeri mantığa toplumca karşı çıkıldığı içindir.
Aynı minvalde medyadaki tekseslileşme süreci. İktidarın eski anaakım medya ile
olan ilişkisi artık sorunlu değil. Nitekim ‘eski’ anaakım medya diyoruz. Tıpkı
‘eski’ muhalefet gibi artık eski ağırlığı yok. İstanbul Politikalar Merkezi’nin
geçen ay açıkladığı ‘Türkiye’de demokrasi algısı’ çalışmada ‘Sizce gazeteciler
ve yazarlar medyada fikirlerini özgürce açıklamaktan çekiniyorlar mı?’ sorusuna
çok yüksek bir oranda (yüzde 55,4) ‘çekiniyorlar’ cevabı veriliyor. ‘Hükümet,
basın özgürlüğünü kısıtlamakta mıdır?’ sorusuna verilen cevaplar da
‘kısıtlamaktadır’ eğiliminde: yüzde 53,2.
Eski anaakım medyada farklı yazmak, konuşmak bugünün anaakım medyasında
faaliyet göstermekten kolaydı, hâlâ biraz öyle. Hep kendime sorarım: Neden
muktedirler daima tekses, teknefes olsun isterler? Nitekim Başbakan da her
coştuğunda ‘biz tek millet dedik, tek bayrak dedik, tek vatan dedik, tek devlet
dedik. Buna kim karşı çıkabilir?’ diye sormuyor mu? Demokrasi dersi zayıf
muktedirleri anlamak zor değil. Ama esas soru muhtemelen şu: Hepsi bir ağızdan
aynı şeyleri yazan bir medya ne işe yarar ki? Aynı methiyeleri düzen bir
medyanın Sovyet döneminin Pravda yani ‘Gerçek’ gazetesinden ne farkı olabilir?
Herkesin AKP’li olduğu ve her mecrada AKP güzellemesi yapılan bir Türkiye’nin
ne gibi bir ağırlığı, cazibesi olabilir?
Bu hezeyanlar bana Karadeniz illerinde yaygın olan DTO yani ‘Dünya Türk Olsun’
sloganını hatırlatıyor. Bir de ‘Cihan Türk Olsun’ adlı bir haber ajansı vardı,
epeyidir ses yok. Herkesin Türk olduğu veya AKP’li olduğu, yani herkesin aynı
şeyi düşündüğü bir dünya tasavvuru! Ölümcül derecede sıkıcı olurdu herhalde.
Herkes aynı olunca didişecek insan kalmayacak.
Çünkü didişme illâki kötü bir şey değildir. Zira demokrasiler tekdüşünceyle
yürümez, çürür. Demokrasi çoklu, farklı ve doğal olarak çelişkili seslerin
birlikteliğidir. Anayasa da bunun kaydı.
Siyasetçilerin kardeşlik, uzlaşma, sağduyu, millì birlik ve beraberlik çağrılarına
hiçbir zaman anlam verememişimdir. Hâlbuki itidal, tevazu ve üslûpta sükûnet
başka, illâ ki uzlaşma bambaşka. Çelişki kavramını siyasete başarıyla taşıyan
AKP’nin, çelişkinin demokrasinin temel zeminlerinden birisi olduğunu artık
bilmesi gerekiyor. Çelişkide bir ziyan yok, bilâkis demokrasiler çelişkinin
doğru yönetimiyle güç kazanıyor, pekişiyor.
Mülteci mi misafir mi?
Türkiye yoğun bir kafa karışıklığı ve ısrarla Suriyelilerin mülteci olmadığını
savunuyor. Cumhurbaşkanı Gül’ün Ortadoğu danışmanı Erşat Hürmüzlü şöyle
hükmetmiş: ‘misafirlerimizin bulunduğu kampları ziyaret ederek, yetkililerden
bilgi alıyorum. Dün (20 Haziran) buraya gelmek istiyordum fakat uluslararası
mülteciler günüydü. Cumhurbaşkanım yanlış algılanmasın diye bugün gelmemi
istedi.’ Sanki mülteciye mülteci denince Suriye’yi hoş tutmuş olacak, daha yeni
başlamakta olan çöküşü engelleyebileceğiz.
Başdanışman sürdürüyor: ‘Buradaki arkadaşları mülteci olarak kabul etmiyoruz.
Onlar bizim misafirlerimiz. (...) Biz nasıl onları misafirimiz olarak kabul
ediyorsak onlar da kendilerini şefkatle kucaklayan, dostluk eli uzatan bir
ülkede oldukları için memnunlar.’ Dünyanın neresinde insanlar misafirliğe
canlarını kurtarmak için gider Allahaşkına? Türkiye bu devekuşu kafasıyla
Suriye mülteci krizinin altında kalmaya namzettir.