24 Haziranda başlayıp 4 Temmuzda biten
kaçışımızda, herkes İstanbul’dan kaçar, sahil kentlerine, yaylalara ve sakin
yurt köşelerine kapağı atarken biz tersini yapıp İstanbul’a gittik. İstanbul’a
daha önceleri de birkaç kez gitmiş, ancak bu kadar uzun süreli hiç kalmamıştık.
Bu kısa sayılabilecek bu zaman aralığında İstanbul’a neden
dünya kenti dendiğini, kültür başkenti ilan edildiğini anlayabiliyorsunuz.
Dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri olan İstanbul’da eğer bir yakınınız ve
arkadaşınız yoksa yapayalnız kalıveriyorsunuz. Ama İstanbul’u iyi bilen birisi
ile eski çağlardan günümüze harika bir yolculuk yapıyor, kendinizden
geçiyorsunuz. Kısacası İstanbul’da tarih, doğa deniz ve teknoloji almış başını
gidiyor. Bu sonsuz koşuda kendinize güveniniz varsa, nefesiniz yetiyor,
koşabiliyorsanız varsınız. Yoksa sizi bir köşeye fırlatıp atıveriyorlar. Kimse
yüzünüze bile bakmıyor.
Sokağa çıktığınızda kenar semtlerde fazla bir kalabalık ile
karşılaşmıyorsunuz. Ama merkeze doğru gittikçe, hem insan trafiği, hem araç
trafiği ile karşılaşıyor, ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz. Dolmuşlar, otobüsler,
deniz ulaşım araçları, alışveriş mağazaları tıka basa dolu. İnsanlarda korkunç
bir alışveriş hastalığı meydana gelmiş. Etrafında ne görürse onu almak için
adeta saldırıyorlar. Araçlar birbirleriyle yarış halinde, gözünü açan, erken
davranan öne geçip, basıyor gaza.
Çamlıca Tepesinden boğazı seyre dalmak, Piyer Loti’de Haliç’e
bakıp demli bir çay içmek, Eyüp Sultan’da insanların dualar ve yakarışları
arasında dolaşmak, Süleymaniye Camii’nin ihtişamı karşısında büyülenip kalmak,
Gülhane Parkına hayran kalmamak mümkün değil. Bir de Eminönü’nde ekmek arası
balık yemek olamazsa olmazlar arasındaymış.
Adım attığınız hemen her yerde dünyanın her tarafından gelmiş
turistlerle karşılaşıyor ve bunca olağanüstü şeyler karşısında hiç
şaşırmıyorsunuz.
Bu arada sıcağı sıcağına bırakıp gittiğimiz sıcak siyasi
gelişmeler de her gün yeni bir boyut kazanmış. Ne yalan söyleyeyim. Aradan
geçen bu on gün içinde bir iki tane gazete ve televizyonlar haricinde
gelişmeleri takip etme imkânımız olmadı.
İyi ki bazı gelişmelerden uzak durmuşuz. Bu arada neler
olmuş bir bakalım. TBMM yeni dönem çalışmalarına başlamış. 28 Haziran’daki
yemin törenine BDP’liler hiç katılmamış, CHP milletvekilleri mecliste
bulundukları halde yemin etmemişler. Tutuklu milletvekilleri mahkemelerden
tahliye kararı alamayınca ortalık karışmış. Nur topu gibi yeni krizimiz daha
patlak vermiş. BDP’liler başka bir telden, yemin törenine katılmayan CHP’liler
ayrı bir telden çalmaya devam ediyorlar.
Büyüme ve ihracat rakamları açıklanmış. Büyüme konusunda bir
dünya rekoru kırılırken, ihracat rakamları umut verirken bu sevincin fazla
sürmediği, ertesi günden itibaren konuşulmadığı, hatta bu büyümenin bir tehlike
habercisi olduğunu söyleyenlerle karşılaştık.
Etrafımıza dikkatlice bakınca, genç yaşlı, kadın erkek
herkesin çılgıncasına almaya ve tüketmeye yöneldiği çok çabuk anlaşılıyor. Bu
alışverişler daha çok da kredi kartlarından yapılıyor. Ama toplumun her
kesiminde, bu aşırı tüketim hastalığının dizginlemesi ve tasarruf
alışkanlığının geliştirilmesi lazım. Hani ne demişler “sakla samanı gelir
zamanı.” Yoksa halimiz ağustos böceğinden farklı olmayacak. Ama kim duyar, kim yapar
bunu? Asıl sorun burada. Bir yazıda kullanılan ifade çok güzeldi. Tüketme,
tüketirsen, tükenirsin.