Ülke genelinde ve Anamur’da geçtiğimiz
günlerdeki bayram kutlamalarından tespitlerimizi sizlerle paylaşmış, çok kısa
ve anlaşılır iki soru sormuştuk. Ancak sorularımıza kimseden cevap gelmedi.
Kimseden olumlu veya olumsuz bir cevap gelmediğine göre demek ki herkes
halinden memnun olsa gerek. Bu sütunlarda birkaç defa “sarı öküz” hikâyesini de
aktarmıştık. Duruma göre sarı öküzler mücadeleyi kaybetmiş.
Toplum olarak okumayı, öğrenmeyi ve araştırmayı sevmiyoruz.
Ama eğitimin bir parçası olarak bazı şeyleri tekrarlamakta sonsuz yararlar var.
Bu nedenle konuyu bir kere daha hatırlatalım. 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlama
programı çerçevesinde Genel Kurmay Karargâhında düzenlenen törenlerinde,
Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül başkomutan olarak tebrikleri kabul etmiş,
ortaya çıkan durumu, “olması gereken ve normalleşmenin bir sonucu” şeklinde
tanımlamıştı. O zaman sormak gerekir.
Soru 1.
Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, başkomutan olarak Genel Kurmay Başkanlığında
kutlama ve tebrikleri kabul etme büyüklüğünü gösterdiğine göre, neden
kutlamaların Anıtkabir bölümünde Başkomutan Gül’ü göremedik?
Soru 2. Cumhurbaşkanlığı
makamı aynı zamanda başkomutanlık da olduğu halde, kutlamalar neden Cumhurbaşkanlığı
köşkünde değil de Genel Kurmay Karargâhında yapılma gereği duyuldu?
Ziya Paşanın meşhur bir sözünden
bahsederler. “Hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür” Şöyle geriye dönüp bir bakıyorum.
30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları, ilk olarak 1935 yılında düzenlenmeye
başlanmış. O yılların Cumhurbaşkanı ve Başkomutan Atatürk’tür. Başbakan İnönü
ve Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmaktır. Dikkat buyurun, Başkomutan
Mareşal Atatürk ve Garp Cephesinin muzaffer komutanı İnönü, çıkıp kutlamaları
ben kabul edeceğim dememiştir.
1949 yılında, ABD’nin de baskısıyla Genel Kurmay Başkanlığı
Milli Savunma Bakanlığına bağlanmış iken ne Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, ne de o
zamanın Başbakanı, “kutlamaları ben kabul edeyim” dememiştir. Aynı gelenek ve
anlayış 1950 sonrası Demokrat Parti iktidarında da devam eder. Milli
Mücadelenin önemli isimlerinden biri olan Cumhurbaşkanı Bayar’ın ve halkın
desteğini arkasına almış Menderes’in aklının ucundan bile asla böyle bir düşünce
geçmemiştir.
1960 ihtilalinden sonra kabul edilen 1961 Anayasası ile
Genel Kurmay Başkanlığı Başbakanlığa bağlanmış, fakat ne Başbakanlardan, ne Cumhurbaşkanları
Gürsel ve Sunay’dan “kutlamaları ben kabul edeyim” şeklinde bir öneri
gelmemiştir.
1980 asker darbesi sonrası, halkın
%92’sinin oyu ile kabul edilen 1982 Anayasası ile kurumlar yeniden organize
edilmiştir. Ama her zaman olduğu gibi 30 Ağustos’ta tebrikleri yine Genel
Kurmay Başkanları kabul etmiş, ne Evren Paşa, ne Özal, ne de Demirel,
“başkomutan benim” veya “sen benim memurumsun” imasında bulunmamışlar. Hiçbir
Genel Kurmay Başkanı da kutlamaları siz kabul edin şeklinde bir öneri ile
Cumhurbaşkanına gitmemiştir.
Geliyoruz son döneme: 2002 seçimlerinden bugüne kimsenin
aklına gelmeyen, gelse bile kimsenin cesaret edemeyeceği tutum ve davranışlar,
kendini göstermeye başlamıştır. Nedense seksen doksan yıldan beri uygulanan
gelenekler yıkılmaya ve ilkler yaşanmaya başlanmış, olup bitenleri herkes kendi
penceresinden değerlendirip bir sonuca varmıştır. Belki herkesin kendine göre
haklı tarafları olabilir. Ancak etrafı kan ve ateş çemberinde bir ülkenin güçlü
ve modern bir orduya ihtiyacının olduğu kesin. Buna rağmen bu milletin
bağrından kopup gelen TSK’ya karşı görünür veya görünmez tuzaklar kurmanın, yıpratmanın,
ortadan kaldırmaya çalışmanın nelere mal olacağının hatırlanmasını gerekir.
Şurası bir gerçek ki, kimse kimseye dost değildir.
Dostluklar da düşmanlıklar da çıkarlara ve güce bağlıdır. Gücünüz varsa, sizden
psikolojik olarak korkuyorlarsa durum başka, zayıflamış ve gücünüz zayıfsa,
çıkarlarına aykırı bir gelişme varsa durum daha başkadır.