İNSAN VE ZAMAN...

Özgür DENİZ - 07.01.2012

 

Zaman mı insanı bozar, insan mı zamanla bozulur? Zaman mücerret bir mevhum. Üzerine yemin edilmiş bir mevhum. Zaman, bir süreçtir aslında; varlığın başlangıcından bitişine dek süren bir oluşumu ifade eder gibi sanki. An be an ilerleyen ve ilerledikçe kısalan, azalan bir süreç. Yani milyonlarca bilgi kırıntısı da koysanız ortaya insanın anlayacağı şey budur zaman mevhumundan. Ve bizler birer noktayızdır bu süreç içerisinde. Lüzumsuz kafa yormanın mantığı yoktur. Ve buradan yola çıkarak diyebiliriz ki; insan, zamanla bozulmuştur ama insanı bozan zaman değildir. İnsan, zamana tabidir evet ama bozulmasında, tagayyürata uğramasında zamanın bir suçu yoktur. Zaman, insana uymaz; insan, zamana uymak zorundadır. Zaman belki insana uymaz ama hakikate uyar ve hakikatin tınılarını duyar. Burası da zaten hakikat bağlamında ele alınmalı ve öyle anlaşılmalıdır. Bu yüzden zaman çok önemli bir şeydir. Zamana uymak; zamanın getirdiklerine uymak değildir, zamanı en güzel şekilde kullanmaktır, zamanın sana hizmet etmesini sağlamaktır. Ama insan zamana uydu fakat zamanı kullanamadı, zamanın kıymetini idrak edemedi. Nihayet kaybetti. Çünkü biten zaman tekrar geri getirilemez. İşte zamanın kıymetini bilmek bu yüzden önemlidir. Zaman, gençlik gibi, ömür gibi bir şeydir haddizatında. Zaman, bütüncül olarak algılansa da, parçalanmış şekliyle yaşanır ve planlar, zamanın bölümlerine göre yapılır. Çünkü zamanın en küçük bölümü olan an dediğimiz süreci iyi değerlendirenler, zamanın bütününü iyi değerlendirmiş sayılırlar. Gün, hafta, ay, yıl olarak algılandığı ve tanımlandığı gibi; dün, bugün, yarın olarakta algılanır ve tanımlanır zaman denilen süreç. Ve yaşamlarda, bu bölümlere göre tanzim edilirler. Zamanın parçalarından en önemlisi; an dediğimiz ama net olarak tarif edemediğimiz süreçtir. Çünkü yaşadığın an’dan sonra ki an’ı yaşama şansının garantisi yoktur. Bu yüzden insan, erdiği her an’ı çok iyi değerlendirmelidir. Her an’ını son an’ıymış gibi telakki edenler ve öylece kullananlar kazanacaklardır.

 

 

Zamanın öznesi şüphesiz ki; insandır. Çünkü zamanın getirdiklerinin ve bölümlerinin direkt muhatabı insandır. Zaman, insana hitap eder. İnsansa, zamanı yaşar, kullanır. İnsanın asıl’ı asla değişmez. İnsanı değiştiren zamanın getirdikleridir. Biz insanın değişebileceğini düşünürüz ama yanılırız. Oysa değişen, zaman sürecine tabi olan araçlardır, yaşamlardır ve bu araçların, yaşamların bizlere dikte ettikleri düşüncelerdir. Bizler kendimizin de değişebileceği savıyla kendimizi değiştirmeye çalışırız ama bunu yaptıkça kendimizden uzaklaşırız. Bizler kendimiz olarak kalmalıydık ama zamanın getirdiklerinden faydalanmalıydık. Fakat biz ne yaptık? Zamanın getirdiklerine uyduk ve bu minvalde kendimizi de zamanın getirdiklerine uydurduk. Böylece, değişmedik, bozulduk. Zamanın getirdiklerini kabullenmekle daha ileriye gideceğimizi, daha iyi olacağımızı sanırız ama yanılırız. Çünkü bizler değişmeden, zamanın getirdiklerini olduğu gibi kabullenmekle ilerleme kaydedilmez ve mutlu olunmaz. Herkesin yaptığını yapmakla, dünyanın gittiği yoldan gitmekle bir şey elde edilmez; bilakis kendini tanımakla, ne yapacağını bilmekle ve nasıl yapacağını keşfetmekle bir şeyler elde edilebilir.

 

 

Bizler, zamana uyduk. Zamanın her getirdiğini sorgusuz, sualsiz kabullendik. Nihayet kendimizi kaybettik, zamanı kaçırdık. Oysa zamana uymak zorunda değildir. Elbet getirdiklerinden istifade edebilirdik ama bu kendimizi zamana uydurmadan ve kaybetmeden olabilirdi. Misal; Batı denilen ve her güzelliğin battığı, bittiği yer olan dünyanın ortaya attığı her şeyi kabullendik, kabullenmek zorunda mıyız diye bir dakika bile düşünmedik. Bu uğurda, bütün mümeyyiz vasıflarımızı bile terektik. Böylece kendimizi de kaybettik. Oysa bunu yapmak zorunda değildik. Yapmasak, insanlıktan çıkacakta değildik. Bilakis yaptığımız için kaybettik, insanlıktan çıktık. Bizler, kendimizi, zamana uydurmak zorunda olduğumuzu düşünüyoruz, oysa zamanı kendimize uydurmalıyız. Ama bunu hakikat bağlamında düşünmeliyiz. Hakikat zamanla değişmez ama zaman hakikatle değişir. Bu yüzden, biz, biz olarak kalmalıyız ama zamanın getirdiklerinden de uygun şekilde faydalanmalıyız. Zamanı değiştirebilmeliyiz ama bizler değişmemeliyiz. Değişmek zorunda olduğumuzu düşünmemeliyiz. Birileri bizleri, zaman dışı olarak tavsif etse de aldırmamalıyız.

 

 

Zamana uyan hep kaybetti, kaybedecektir. Ama zamanı kendine yani hakikate uyduran hep kazanacaktır. Fakat kendisi değişmemek kaydıyla, kendi doğasından uzaklaşmamak, kendi hakikatine sırt çevirmemek kaydıyla kazanacaktır. Evet, zaman ilerliyor; insan, muhtelif aşamalardan geçiyor; uygarlık denilen şey, yeniliklerle birlikte var olma iradesi gösteriyor ve bütün hayatımızı baştan sona değiştirmeye çalışıyor. Evlerimizi, araçlarımızı geliştiriyor, değiştiriyor ama insanları bu gelişmeyle doğru orantılı olarak geliştirmiyor, değiştirmiyor. Bilakis, feci şekilde bozuyor, kendine yabancılaştırıyor. İnsanı, kullandığı araçların aracı yapıyor. Bugün insanlığın geldiği içler acısı nokta burasıdır maalesef: kullandığı araçların zavallı bir aracı olmak. İnsan, doğallığını kaybetmemeliydi. Neyse, o olarak kalmalıydı. Ama kalamadı. Sürekli, zamana uyanlara uydu. Misal; Avrupa’da ki bir benzeri bir elbise giyse, aynısını Asya’da ki bir benzeri yaptı. Maymun gibi, taklitçilikle ömür tüketti, zamanı harcadı ama harcanan kendisi oldu.

 

 

İnsanoğlu, benliğini koruyacağına, kendini geliştireceğine, benliğinden sıyrıldı ve değişti. Böylece tükenişe geçti. Bütün değerlerini, zamanın oyuncaklarına feda etti. Her onurlu direnişe; zaman ne zaman diye cevap verdi ve zavallıca değişimini, zımni tükenişini, haklı göstermeye çalıştı. Böylece kimliğini terk etti, dinini tahrif etti, acılar çekerek oluşturduğu değerler hamulesini tahrip etti ve nihayet kendini kaybetti, hüsrana uğradı. Bedenini süslü elbiselerle örttü ama içinde ki soylu değerleri fırlatıp attı ve böylece bataklığın dibine battı. O süslü elbiselerin, bir kütüğü örttüğünü fark edemedi. Elbiseyle adam olacağını sandı ama elbisenin insanı, iyi insan kılamayacağını idrak edemedi. Elbiseyi giyen yeni adam olamadı ama yeni elbiseleri dikte eden makamlara sahip oldu. Böylece zaman içinde mütemadiyen bozuldu. Kendimizi yenileyemedik ama elbiselerimizi sürekli yeniledik. Eğlence, gösteriş ve zevk müptelası zavallıların belirledikleri modanın, mutemet takipçileri olduk. Modayı takip etmekte gösterdiğimiz özeni ve sabrı, hakikati takip etmekte, kendi benliğimizi korumakta gösteremedik. Moda denilen ucubedeki asıl gayenin; insanların iyi ve gerçekten giyinebilmesi olmadığını, sadece muayyen şirketlerin zenginleştirilmesi olduğunu idrak ve fark edemedik. Modayla büyüdük ama büyüdükçe çoğalmadık, bilakis tükendik.

 

 

Zamanın getirdiklerine uymayı, insanlık vazifemizmiş gibi algıladık. Bu uğurda ne ulvi vasıflarımıza veda ettik. Bu yolda, ne değerlerimizi feda ettik. Oysa böyle bir vazifemiz yoktu. Ne vasıflarımıza veda, ne değerlerimizi feda etmeye mecbur değildik. Kendimiz olarak kalabilir, zamanın getirdiklerini alabilir ama yaşamımıza uygun şekilde uyarlayabilirdik. Fakat yapmadık. Birileri iğne deliğinden girmeye çalıştıysa, bizde aynısını yapmaya tevessül ettik ahmakça. Evlerimizi tıka basa tahta parçalarıyla doldurduk. Daha da doldurabilmek için insanlığın emeğini sömürmeye yeltendik. Çünkü bir tarafın lüksü, şatafatı ancak diğer tarafın yoksulluğuyla kabildi. Ama zenginleşmek ve lüks yaşamak adına soymadığımızı, hakkımız olanı aldığımızı söyledik. Yani namussuzluğumuzu haklılığa çevirdik ve aldattığımızı sandık. Lakin yanıldık. Tek bir yaşam biçimi var savıyla yaşadık; herkesin başarılı gördüğü ve övgüyle bahsettiği. Bu uğurda her şeyi feda ettik, bütün ahlaksızlıkları meşru gördük. Değerlerimizi feda etmemizin de, vasıflarımıza veda etmemizin de, insanların emeklerine el atmamızın da yegâne sebebi buydu. Daha fazla kazanmak, daha güçlü olmak ve daha başarılı görülmek, nihayet övgüyle anılmak, söz edilmekti.

 

 

Son tahlilde; zamana uyabiliriz ama zamanı da hakikate uydurmalıyız. Zamanın getirip önümüze koyduğu oyuncaklara hesapsızca el atmamalıyız.  Bu uğurda doğallığımıza veda etmemeliyiz. Kimliğimizi zamanın oyuncaklarına feda etmemeliyiz. Dinimizi ve dinimizin muhtevasını oluşturan mümeyyiz değerlerimizden ödün vermemeliyiz. Zamanın şartları diyerek, bu değerlerimizden vazgeçememeliyiz. Zaman değişir ama biz aynı kalırız, bunu bilmeliyiz. Değişen zaman, özünü senden çalıp gitmemelidir. Ne hallere düştük! Acaba bu hallere niçin düştük, nasıl düştük? Dışın güzelleşti, için rezilleşti, varlığın zelilleşti. Hiç aklediyor muyuz, acaba niçin diye?

 

 

 

 

AYRINTILAR:

 

BİR:

 

Malum bir gurubun direkt müntesibi olmasa da zımni müntesibi olan bir vekile, vekillik maaşı az gelmiş. Herhalde ev kirasını verememiş, et tüketimi azalmış vs. olmalı ki (!); farklı kazanç yollarına başvurmuş. Siyaset nedir? Özünde hakikat uğrunda mücadele vermektir. Vatan için, din için, devlet için, millet için çalışmaktır. Peki, daha çok kazanma derdinde olanın ve başkalarının yaptıklarını kendini haklı çıkarmak için kullananın böyle ulvi bir gayesi olabilir mi? Şayet var olduğu iddia edilse, bu yüzsüzlük olmaz mı? Acaba, direkt ya da endirekt bağlı olduğu gurup nasıl bir değer aşılamış ki; böyle kazanç peşinde koşan ve kazandıkça coşan bir insan prototipi ortaya çıkarmış? Eee, tek değerin para olursa ve para için dini bile tahrif edecek kadar düşersen başka bir şey yapmazsın, paradan başka şeye tapamazsın ve dava insanı çıkaramazsın zaten. Yazık. İşte bunların verdikleri ahlak budur! Para nasıl ve hangi yollardan kazanılır ahlakı!

 

 

İKİ:

 

Vekiller güruhu güya bizleri aldatacaklar. Her şey önceden belliydi. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmekti. Aklıma geldiydi, şimdi başımıza da geldi. Önce çok fazla istediler, büyük tepki oldu, güya dönüş yaptılar ama almak istediklerini aldılar. Ve şimdi tepkileri pasifize etmiş oldular. Yani yanılttılar, aldattılar. Ama yediysek! Yemedik, yememeliyiz ve yemeyeceğiz. Bilakis ayvayı yeriz. Üstelik şimdi çok daha büyük bir ahlaksızlığa da imza atılmış ve gözlerimizden kaçırılmış nasıl olduysa. Şöyle ki; vekil olan biri, bir gün dahi çalışsa ve ertesi gün hükümet düşüp, vekillik güme gitse yine de kıyak emeklilikten istifade edebilecekmiş. Böyle bir kan emicilik tarihin hangi döneminde görülmüş acaba? Yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun. Sorsanız hakları olduğunu söylerler hiç yüzleri kızarmadan. Eee yoksulların emeklerini sömürmeden, nasıl lüks yaşayacaklar, nasıl zamanın oyuncaklarına sahip olacaklar? Utanç için kahrolun emi!

 

 

ÜÇ:

 

Bir adi konuşur, bir devleti mahveder, milli serveti heba eder. Aslında kendini bilmeyen sefillere haddini bildireceksin. Devleti zarara uğratan şerefsize, sebep olduğu zararı ödettireceksin ki; başkaları böyle soysuzluğa tevessül edemesinler. Nasıl oluyor da, bir devlet, kendi bağrında yılanları barındırabiliyor hala anlayabilmiş değilim.

 

 

DÖRT:

 

Mert olamayan namertler var. İhanetleriyle göze girmeye çalışan ve yavaştan vekilliğe alışan sefiller var. Bunların derdi, hainlerin kurdukları sofrada yer kapabilmektir. Devlet düşmanlıkları, ordu düşmanlıkları, Türk düşmanlıkları bu yüzdendir. Yaptıkları her hareket buraya matuftur. Bunu bilmeliyiz. Kendilerini aldatmaya çalıştığı kitlelerde gerçeği görmelidirler. Bu hainlerin defterlerini dürmelidirler ve bunlara günü geldiğinde yol vermemelidirler. Çünkü ihanet, bunların künyesidir.

 

 

BEŞ:

 

Sayın Başbakan’ın, malum elim vakada, devleti ve orduyu sahiplenmesi ve bunu bazı rezillerin desteklemesi birilerini gocundurmuş. Hadi hainleri gocundurmuş ama güya Müslüman geçinen zaman’e insanlarını da gocundurmuş. Neymiş efendim; şu kadim hain Başbakanı desteklemiş, övmüş. Eee nolmuş öyle olduysa? Başbakanın yaptığı kötü mü olmuş? Yani Başbakan iyi bir şey yapsa ve sicilli hain olan biri bu yüzden Başbakan’ı övse, biz hemen bu konu da kötü zanlara mı kapılmak zorundayız? Ya o sicili belli tipe, yazdıkları kasıtlı olarak yazdırıldıysa, bizleri böyle düşündürtmek için yazdırıldıysa ne yapacaz? Başbakan devleti savunmak zorundadır ve savunacaktır, orduyu savunmak zorundadır ve savunacaktır. Tabi gerçek anlamda, bozmak için değil, iyileştirmek için de gayret edecektir elbette.

 

 

ALTI:

 

Artık, bu toprakların ve bu milletin yiğit evladı şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nun katilleri olan alçakları da mutlak anlamda ortaya çıkarınız ve layığı ile tecziye ediniz. Sakın o alçakların, bu milletin bağrında hürce dolaşmasına müsaade etmeyiniz. Bunu, millet, bizatihi müşahede etsin ve gönüller soğusun bir. Acılar asla geçmeyecek olsa da.  Tertemiz yaşayan ve bembeyaz dağlarda hayata veda eden yiğit adam, şehit adam, şahit adam asla unutulmayacak! Allah O’na sonsuz rahmet etsin, O’nu şehit eden soysuzları da sonsuz azaba gark etsin. Sonsuz âminler olsun.

 

 

YEDİ:

 

Mehmet Şevket Eygi, geçende ‘’Müslüman Burjuva’’ başlıklı bir yazı yazdı. İç acıtan ve iç karartan bir yazıydı bu. Allah affetsin. Âmin. Kesinlikle yanlış oldu. Hakikatle ilintisi olmayan bir yazıydı bendenize göre. Tabi yazıda ki doğru olanlar asla yanlış olanı örtmemelidir. Ve biz doğruları sarf-ı nazar etmiyoruz ama yanlış olana da yanlış demeliyiz. Bir defa, burjuva denilen nahoş mevhumun nereden çıktığı, neyi ifade ettiği bilenler için malumdur. Müslüman böyle bir mevhumla vasıflandırılamaz ve Müslüman asla burjuva da olamaz. Yemin ediyorum, içim çok acıdı okurken, hani böyle hiç ummadığınız bir şeyle karşılaşırsınız ve o şeyi hiç beklemezsiniz ya da beklenmeyenden beklemezsiniz ama olurda, hiç istemediğiniz şey başınıza gelir, yüreğiniz sıkıntıya düçar kalır ve tam midenizin orta yeri acır gibi olur ya aynen öyle oldu. Zat-ı âlilerine kesinlikle yakışmadı. Başkalarının yanlışlıklarına atıfta bulunupta, bariz bir yanlışa düşmek yanlış oldu. İslam kültür ve medeniyetinde böyle bir kavram var mıdır? Milli tarihimizde böyle bir kavram var mıdır? Önderimiz (sav) burjuva mıydı? Halifelerimiz burjuva mıydı? Osman gazi, Alpaslan vs. burjuva mıydı? Oysa kelime çok önemlidir ve bizim medeniyetimizin temeli kelimeye dayanır. Kelime bozuldu mu, zincirleme her şey bozulmaya başlar. Ki, burjuva denilen kelime, ne de iğreti, rezil, soğuk, üstelikte manasız ve ruhsuz bir kelime. Ecdadımız kavramlarla medeniyet inşa etmişlerdir, şimdi kavramlarla zihnimizi tahrip etmenin âlemi yoktur.

 

 

Kelime, tabir caizse medeniyetin ruhudur. Milletlerin de, kendilerini ortaya koydukları işaretlerdir. Bu yüzden hem medeniyet kurmaktan söz edip, hem milli ve dini varlığının bekası adına iş yaptığını söyleyip hem de kelimesine sahip çıkmamak ya da yanlış kelime empozesi yapmak günahtır, vebaldir. Aynı bunun gibi; sabahları niçin ‘’hayırlı sabahlar’’ demeyiz de ‘’günaydın’’ gibi boğuk, manasız bir kelimeyi söyleriz. Üstelik ‘’gün nasıl?’’ diye sormadığımız halde böyle bir şeyin söylenmesi ne kadar mantıklıdır? Sıcak bir medeniyeti, soğuk kelimelerle inşa edemezsiniz! Lütfen biraz insaflı davranalım. Hala ‘’hayırlı sabahlar’’ demekten utanan insanlar var aramızda. Aslında kendilerinden utanmaları gereken insanlar! Tabi burada sözümüz; Müslüman Türk (Kürt-Laz- Alevi-Çerkes vb.)  olduğunu iddia edenlere ve İlay-ı Kelimetullah Davası güdenleredir. Yoksa bu kavramlar, Türk-islam Medeniyeti düşmanlarının nesine gerek!

 

 

Yani bunu biz söylesek eyvallah deyip geçeriz ama bunu milli bazda ciddi etkisi olan, belli bir düzeyde okunan bir insan söyleyince durum vahimdir. Hadi bizler anlarız diyelim. Ya okuyan taze dimağlara ne diyeceğiz? Ya Müslüman bir aydının bu sözlerini kendine dayanak noktası olarak gösterecek cahil bir zengine ne diyeceğiz? Ki zenginlerimizin genelinin cahil olduğu bir gerçektir. Cehaleti, okuyup, okumamakla değerlendirmeyiniz. Cehalet, hakikatle bağı olmamaktır. Saf hakikate yabancı olmaktır. Adam belki binlerce kitabı yalayıp yutmuştur ama oturup konuşsanız paçasından cehalet akmaktadır. Olay budur.

 

 

Son tahlilde; Konfüçyüs’e sormuşlar; dünya nasıl değişir diye; kelimeleri değiştirin demiş.

Tarih: 07.01.2012 Okunma: 687

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?