Muhkem temellere yarınki büyük Türkiye’nin harcını atan mütefekkir. Yarınki güzel günlerin özlemini genç dimağlara aşılayan fikir işçisi. Memleket aşkıyla yanan bu güzel adam mütemadiyen fikrin yobazlarına karşı kavga vermiş, menfaat mukabilinde yüreklerinde sahte vatan sevgisi besleyenlere karşılık, vatanını meccanen sevecek yüreğe sahip aydınlık nesillerin boy vermesine çalışmıştır. Fikrin sahtekârca temsilciliğini yapan maymuncuklara karşı hakikati eksen almış ve bu mürailerin yüzüne çalmıştır.
Şöyle diyor mazinin derinliklerinden: ‘’Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaktır. Bu ruh amelesinin ilk işi insan yetiştirmektir. Hünerleri hep fedakârlık olan bu hizmet ehli gençler, hizmetlerinin mükâfatını da hizmet ettikleri insanlardan beklemeyecekler, sonsuzluğa sundukları eserin sesinin akislerini yine sonsuzluktan dinleyeceklerdir. Yarınki Türkiye’nin kurucuları, millet ve cemaat uğrunda fedakârlıklar kabullenenlerin artık bulunmadığı cemiyetimizde, muhtelif simada insanları şahıslarında birleştireceklerdir. Onlarda Yunus Yavuz’la birleşecek; Sinan Akif’e uzanacak; Ebu Hanife Hüseyin Avni’yi tebrik edecektir. Ve onların eseri olan yarınki Türkiye, şu temellerin üzerinde kurulacak: Anadolu’nun toprağından kaynayan bir kan, cemaat için harcanan emek, bin yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet ve ebedi olduğuna inanmış bir ruh.’’
Yaşadığı çağda halkına sessizliğin kalbinden seslenmesine bile tahammül edilememiş her dem zorbalarla karşı karşıya gelmiştir. Yâd ellerde bile vatan hasretiyle yaşayan bu yiğit insan başarılarının mukabilinde maddi bir talepte bulunmayı zül addederek istenebilecek en şerefli şeyi istemiş ve vatan sevgisini yabancıları bile şok edecek şekilde ihzar etmiştir ve ay yıldızlı bayrağın 24 saat semalarda özgürce dalgalanmasını talep etmiştir.
Lütfen dikkat! Bu mesuliyet ve haysiyet davacısı muazzez mütefekkirin çalışması, Paris’te yılın en başarılı doktora tezidir. Sorbon Üniversitesi Felsefe Jürisi tarafından birinci seçilmiştir. Sorbon Üniversitesi tarihinde ki derece yapıp Felsefe Doktorası veren ilk Türk öğrencide zat-ı âlileri olmuştur. Üniversitenin geleneklerine göre en iyi derece alanlar mutlaka ödüllendirilmektedir. İşte başarısı üzerine de yetkili Profesör kendisine sorar:
-Tebrik ediyoruz! Alacağınız ödülün tercih hakkını da size bırakıyoruz.
-Nasıl yani?
-Efendim bir altın saat mi? Amerika veya kuzey Avrupa’ya mavi bir yolculuk mu? Hangisini tercih ederdiniz?
İşte bu haysiyetli ve hassasiyetli insan kendinden emin ve kararlı olarak cevap verir.
-Hiçbiri değil!
-O zaman ne istiyorsunuz?
-Sorbon üniversitesinin giriş ve çıkış kulelerinde yirmi dört saat ayyıldızlı Türk bayrağının dalgalanmasını istiyorum!
-Derhal bu isteğiniz yerine getirilecektir.
Teklife verilen cevaplara kulak misafiri olan profesörler hayret ve hayranlık içerisinde kalırlar. Vatan ve bayrak sevgisinin gurbet illerde okuyan bir öğrencinin yüreğinde böylesine yüceldiğine tarih ve insanlık az şahit olmuştur.
Maddi ve manevi değerleri muhteşem derecede mezcederek en güzel şekilde temsil etmiştir. Çalışmayı ve hareketliliği tavsiye etmiş, Allah Korkusu’nun gönüllerde kök salmasını temenni etmiş, şahsiyetli bir toplum için bunun olmazsa olmazlığını ispat edercesine keskin hüccetlerle genç beyinlere bunu göstermiştir.
Her lahza Müslüman bir Türk evladı olmanın bilinç ve şuuruyla yaşamış ve bu durumun getirdiği ağır sorumluluğu şerefle taşıyabilmiştir, çağın soytarılarına ve maymuncuklarına, fikrin fahişelerine karşı demir yumruk olmuş ve edebiyat değeri olmayan müsveddeleri paçavra gibi fırlatıp atmıştır. Talebe ve muallim muvazenesini çok iyi kurmuş ve bu iki kavramın yüce ve yüksek medeniyetlerin temeli olduğunu ispat etmiştir. Vatan ve millet aşkıyla yanan bu yürek din yobazlarını bile aydınlatacak kadar ilim sahibi bir şahsiyetti. Dindarlığı bırakıp dincilik sularında kulaç atanlara hadlerini bilmelerini tavsiye ediyordu.
Yoksulluk ve yoksunluk ülkesinin sakiniydi. Tam bir Anadolu’ydu. Kökü maziye bağlı bir atiydi. Vatan, tarih, millet, adalet aşkıyla yanan bir büyük yüreğin sahibiydi. Ahlaka ve adalete büyük önem veriyordu. Vatan- ruh- adalet eksenli bir siyaseti vardı. Kapsayıcı ve diriltici retorik sahibiydi. Milletin omuzlarında yükselip millete hor bakanlara isyan ediyordu. Çünkü milletten oy alıp deri koltukları kapanlar yanlarına gelen köylüyü kokuyor diyerek içeri almıyor ve onu zımnen aşağılıyordu soysuzca ve kahpece. İşte buna isyan ediyordu. Herkesin insanca yaşadığı bir dünyanın özlemiyle yanıyordu mustarip ve mahzun yüreği. Kölelikten başka hak bırakmayan sahte özgürlükçülere, sadece hizmet eri olmaktan başkaca vasfı layık görmeyen sahte vatancılara ve kendisine tapınmaktan başkaca kurtuluş vaat etmeyen sahte din yobazlarına derin isyanı vardı. Bu yüzden herkesi kapsayan bir retorik üretmişti.
Bu vatan üzerinde Allah Sevgisi ve Korkusu ekseninde adaletçi ve özgürlükçü bir yol öneriyordu. Kimseyi dışarıda koymuyordu. Özgür doğan ümmetin ve milletin evlatları boyunlarında zincirle köleleştirilmişlerdi. Sırtlarından kırbaçlar eksik olmuyordu. Uslandırılması, terbiye edilmesi gerekiyordu. Yoksa netameli isteklerde bulunuyordu efendilerinden. Bu imkânsızdı bir köle için. Köleliğini bilmeliydi. Zira o kölelikle damgalanmıştı. Özgürlük efendilerin hakkıydı. Köle efendiler için saraylar, şatolar inşa ederdi uşaklık edeceği. Efendinin ihtişamla geçeceği köprüler yollar inşa etmekti görevi. Ve gerektiğinde çürüyeceği, acı çekeceği, işkence seanslarına tabi olacağı zindanlar yükseltmekti her köşede. Bu yüzden köle köleliğini bilmeliydi. Her şey efendinin hakkıydı. Bu haysiyetsizliklere dayanamıyordu. Zira hassasiyetli bir yüreği vardı. Mesuliyet sahibiydi binaenaleyh yabancı da kalamazdı bu netameli ve vahim sorunlara karşı.
‘’Bizim kim için ve ne için çalıştığını bilen insanlara ihtiyacımız var’’ derken, bir gençliğin nasıl olması ve nelere haiz olması gerektiğine işaret ediyordu. İnsanların nasıl ve ne şekilde yetiştirilmesi gerektiğine dikkat çekiyordu ve olayı öz olarak tahlil ediyordu. Olması gereken insan tipolojisini tarif ediyordu ve on ikiden vuruyordu.
‘’Kendi mukadderatını kendi ellerine almayan bir millet yok olmaya mahkûmdur’’ derken, bir milletin kaderinin kendi ellerinde bulunduğu zaman yarınlardaki aydınlık günleri hak edeceğini ve ilelebet payidar kalacağını tespit ediyordu. Çalışmayan ve üretmeyen bir milletin başkalarının mahkûmu olmasının kaçınılmaz olduğunu işaret ediyordu. Öyleyse bir millettin kendi kaderini kendi kararı belirlemeliydi. Bu başkalarının takdirine bırakılamayacak kadar hayati bir meseleydi.
‘’Kurban veren Anadolu’nun hür yaşamaya da çocuklarını hür yaşatmaya da hakkı vardır’’ derken, bu milletin hürriyete ne derece seza bir millet olduğunu keskin hüccetlerle ispat ediyordu. Zira hürriyetin bedelini en onurlu şekilde ödeyen bir milletti bu millet. Bu uğurda çekmediği cefa kalmamıştı. Aşmadığı zorluk, görmediği darlık kalmamıştı. Her türlü sefaleti ve zilleti en ağır olarak yaşamıştı. Şimdi kendi vatanında her şeyi en güzeliyle yaşamak hakkıydı ve bunu kimse engelleyemezdi, engellememeliydi.
Şimdi bu haysiyetli ve mesuliyetli mütefekkiri çok iyi idrak etmeliyiz, eserleriyle beslenmeliyiz. Teorimizi güçlendirmeliyiz ve zinde kılmalıyız.
Çok önemli bir husus: geçenlerde bir efendi, hürriyetlerin boğulduğu karanlık sokaklarda iki soylu insana dair yazılar kaleme aldı. Önce Nurettin Topçu, sonra da Cemil Meriç üstada dair. Ama şaşı bilgiler ve zehirli aşılar zerk ederek. Aklınca derin manipülasyonlar peşinde beyinlere matuf(yönelik). Buradan diyorum ki; kafa bulandırmak ve karıştırmak gibi netameli bir niyeti yoksa şayet, bu haysiyetli mütefekkirlerin, fikir devlerinin çizgisinden yürümeye davet ediyorum kendisini. İnsanın nasıl doğduğuna değil nasıl öldüğüne bakılır. Zira mutlak kaderi belirleyen nasıl öldüğüdür. Her zaman sonlar önemlidir. Öyle cımbızla seçilmiş cümlelerle insanları aldatacağını düşünüyorsa yanıldığının resmidir bu. Hatta saflığının. Zira bu mukaddes toprakların ruhunu içselleştirmiş, kokusunu almış, değerleriyle yoğrulmuş, çamuruyla elleri kirlenmiş, suyuyla kanmış bu haysiyetli ve hassasiyetli aydınları çok iyi tanır bu toprağın çocukları. Buyurun yüreğiniz yeterse bütün yönleriyle ele alalım bu haysiyetli üstatları. Ki Sayın Dücane Cündioğlu beyefendi Cemil Meriç üstadı bütün yönleriyle muazzam bir şekilde tahlil etti ve araştırmasını da kitaplaştırdı ahfada tevarüs etmesi için. Takdire şayan eserlerdir üçü de. Yine Hece Dergisi gibi asil edebiyat dergisi de bir sayısını ayırdı her iki mütefekkire de. Yine Düşünen Siyaset dergisi de Cemil Meriç üstada bir sayı ayırdı ama Nurettin Topçu için ayırdı mı bilemiyorum ki ayırdığına eminim. Zira bu dergiler ulvi bir misyon ve vizyon dergileridir.
Efendi şayet iki düşünürü de takdire şayan görüyorsa, çizgilerinden gitmeyi de şeref bilip yürümek için adım atsın haysiyetli bir duruşla. Ama bu yürek ister. Zira maksat malum. Uyanan toprağın çocuklarını tekrar uyutmak ya da zehirlemek fark ettirmeden. Bu iki muazzez şahsiyette hem ahlakçı, hem adaletçi hem de özgürlükçüydü evet. Ama ahlaklarının kaynağı Allah Ahlakı idi. Dürüstlükten yana behreniz varsa buyurun buradan yakın efem. Cerbeze ile olmaz bu işler. Mugalâta ile hiç olmaz. Şeref yürektedir. Ve yürek ulviyetlerin merkez üssüdür. Laf olsun icabında karalanmış, ücret karşılığı kaleme alınmış davulumsu düşüncelerde değildir. Madem yüksek perdeden konuşuyorsun ve ahlakçıydı diyerek ahlaka vurgu yapıyorsun önce yaşadığın şehrin ahlaksızlığını, pespayeliğini ve müptezelliğini ifşa et ki, Nurettin Topçu üstat gençliği zehirleyen ve ahlaka en ağır darbeleri üst üste indiren medyanın bizzat devlet eliyle kaldırılmasını isteyen ve bunun gerekliliğinden, başka yolun olmadığından bahseden bir insandı. Buyur bayım ne buyurdun? Biraz yüksek bağır ki nağmelerini duyalım. Teranelerini işitelim. Hadi başlat savaşını tüm ahlaksızlıklara karşı da görelim fiyakanı ve ciddiyetini. Öyle ya ahlak diyorsun. Ya adamı böyle vururlar aslanım. Kocaman laf salataları ile olmaz bu işler. Ve asla nisyana terk etme: ‘’gerçekle savaşılmaz, gerçeğin vuruşu keskin olur, asla unutulmaz ve derin iz bırakır bayım.’’ Akıllı olan bu oyuna gelmez. Baştan kaybedilmiş savaşların figüranı olmak asla bir şey kazandırmaz hiç kimseye. Hadi efendi aç savaşını ahlaksızlık yuvasına karşı. Toplumu derinden derine çürüten karanlık dehlizlere karşı. Her türlü ulviyetleri yok eden, tüketen, bitiren, öldüren ve insanlığı sefaletin içine gömen karanlığa karşı. Yoksa kapıya efem.
Ne acı ki bizim aydın-ım-sı-larımız hep böyledir. Her dem yan çizer. Haklıyı ezer. Karanlık şehirlerde gezer, süslü cümleler düzer ve doğruları çizer. Kendi gözündeki merteği görmez ve âlemdeki kusuru gever durur. Bütün insanlık için kaidedir ve bir Çin atasözüdür: ‘’onur sadece insan türünde bulunur.’’ Bence bu büyük mütefekkirlerin adını herkesin ağzına almaması gerekir ya da alırken dikkat etmesi gerekir. Zira bir insan hem bataklıkta yaşayacak, hem şikâyetçi olmayacak ve üstelik menfaatlenecek, dolayısıyla hakikati örterek ağır takılmalar yapacak. Bizi ne zannediyorsunuz bayım. Aptal değiliz kusura bakmayın. Cahilleştirme seanslarında kafayı da yemedik. Aldanmıyoruz, aldanmayacağız ve aldanmaya meyyal kardeşlerimizi de doğru paylaşımlarla ikaz edeceğiz ve kurban etmeyeceğiz size. Tabi şunu da yürekten temenni ediyoruz. Keşke o üstatları idrak edebilecek çapta olsanız da onların kutlu izlerini takip etme şerefine erseniz. Ama onlar nerede sizler nerede. Onlar bir vadide sizler bir vadide. Heyhat! Arada devasa bir uçurum var. Şahikalara mülaki olmak kolay olsaydı olmayan kimse kalmazdı. Gerçeğin dağlarına tırmanmak ve zirveye ulaşmak herkesin harcı değildir.
Yine Cemil Meriç üstada vurgu yaparken düşüncede ayrı duygu da ayrı diyerek iman edenlerin duygularıyla iman ettikleri düşünenlerin imanla pek ilgileri olmadığını ima ediyordu derinden derine. Ama işte bir Doğrucu Davut çıkıp bu ince nüansı yakalayıveriyordu. Ve yanılgıya meydan vermiyordu. Bu haysiyetli mütefekkirlerin amansız takipçileri vardı ve yutmuyordu zokaları. Açık ediveriyordu netameli beyinsel manipülasyonları. Ve bu efendi inana bir insanın da kafayı yemiş olduğunu, kafayı yemeyenlerin iman etmeyeceğini ifade ediyordu yine çaktırmadan.
Şu ifadelere dikkat kesiliniz lütfen: ‘’ancak gün geçtikçe psikolojisi bozuldu; kimsenin anlayamadığı sözcükler söylüyordu. Bazen ‘’Allah Allah Allah’’ ya da ‘’Muhammed sevgilim’’ diye bağırdığı oluyordu. Ruh sağlığı iyice bozulmuştu. Nörolojik bir tedavi uygulamasına geçildi. Çare olmadı. 13 Haziran 1987 günü gece yarısı vefat etti.’’ Yani demek istiyor ki, bir insan ancak ruh sağlığı bozulduğu zaman Allah’a yönelir ve iman edenler sağlığı yerinde olmayan insanlardır. Düşünen insanların böyle şeylerle ilgisi yoktur. Ne kurnazlık ama değil mi sevgili dostlar? Bence saflığın daniskası. Kendini akılı sanma budalalığı. Kimsenin anla-ya-ma-dığı dediği sözcüklere bakınız lütfen. Allah ve Muhammed sözcükleri kimsenin anla-ya-ma-dığı sözcüklermiş. Vay zavallı vay. Evet, sizler anlamazsınız bu ulvi sözcükleri ama bu sözcükler bu toprağın çocuklarının ruhudur ve ruhuna yabancı olan köksüzlerden değildir bu toprağın çocukları ki o şerefli insanda yabancı değildi bu sözcüklere ve ne hazin ki sefil ve uyuşmuş beyinleri doyurmaya çalıştığı sözcüklerdi o sözcükler. Ne diyordu: ‘’domuzları kutsal kitaplarla beslemeye çalıştım olmadı.’’ Yine ne diyordu: ‘’Türk aydını batı da yuttuğu herzeleri gelip burada kusuyordu.’’
Son tahlilde son söz yine haysiyetli ve hassasiyetli mütefekkire ait olsun: ‘’Vatan haininden aydın olmaz.’’ Uyanık olmak ve kalmak umuduyla. Yolunda uyuyanlardan ve yolundan sapanlardan olmamak umuduyla.
Kitap-ahlak-devrim-tevhit-adalet-özgürlük-emek-vatan-bağımsızlık.
Sevgili ülkemiz canımız Türkiye’miz bir gün mutlaka özgür olacak inşaallah her türlü soysuz ihanete rağmen.