Evet, kalbimiz ve zihnimiz gerçekten çok kirlendi. Her türlü bilgiyi doldurduk beynimize. Veri seçimini, doğru düzgün yapamadık. Her türlü duyguyla boğduk kalbimizi. Güzel duyguları öldürdük böylece. Nihayet, kalbimiz ve zihnimiz, asli fonksiyonlarını yerine getiremez oldu. İnsan; zihin demekti bir anlamda, bilmeliydik bunu. Varlığın öznesi insansa; insanın öznesi de zihindi. İnsan kirlendiğinde, tabiat kirlenecek; zihin kirlenirse de insan kirlenecekti. Ve aynısı da oldu. Algılama, anlama, kavrama, düşünme, bilme, sebep ve sonuç analizi yapma, karar verme gibi durumların hepsi zihinde olup biten şeylerdi. Binaenaleyh; insan=zihindi. Zihnimiz neyse, bizde oyduk. Ama bu hassas mekanizmaya gereken önemi veremedik. Bu mekanizmayı çalıştıran ya da besleyen, hariçten alınan verilerdi. Ve bizler, sağlıklı olmak ve güzel yaşamak adına, nasıl yediğimize ve içtiğimize dikkat ediyorsak; sağlıklı işlemesi ve bizleri doğruya yönlendirmesi için zihnimizi de çok iyi beslemeliydik. Ama yapamadık. Seçme ve ayıklama yapmadan her türlü veriyle doldurduk zihnimizi. Böylece zihnimiz bulanıklaştı, körleşti ve iğdiş oldu. Oysa yaşamak için çok fazla veriye ihtiyaç yoktu. Her türlü bilgiyi, zihnimize yüklemeye lüzum yoktu. Ki nerede kullanacaktık, yüklediklerimizi? Hayatımız belliydi, ömrümüz sonsuz değildi. Ne kullanacağımız bir alan vardı, ne de kullanacak kadar çok zamanımız. Her yönden sel gibi akan ve içinde pislikleri de bulunduran verilere zihnimizi açık hale getirdik.
Yaşam çok kısaydı, ömür de az. Bize de bilgi lazımdı, az biraz. Ama bizler lazım olmayan bilgileri de edindik. Böylece basit bir yaşamı zorlaştırdık, çıkmaza soktuk. Kısacık ömrümüzü fani ve malayani ile heder ettik. Yanlıştan yanlışa savrulduk durduk. Binlerce kitap okumamıza lüzum yoktu. Her türlü ideolojiyi yutarcasına hatmetmeye hiç gerek yoktu. Ya da okuyorsak ve yutuyorsak ta, bunu çok bilinçli şekilde yapmalıydık. Zihnimizin saflığını ve duruluğunu bozmayacak şekilde başarmalıydık bunu. Temellerimiz çok sağlam olmalıydı. Ve ilk evvelde de, bize ait olanları çok iyi bilmeli ve idrak etmeliydik. Her alınanı; seçmeden, ayıklamadan yutmamalıydık. İyilik yapmak, haram yememek, mazlumu korumak, tebessüm etmek, adil olmak, ahlaklı olmak ve sevmek için, binlerce kitap okumaya ve ideolojileri yutmaya lüzum yoktu asla. Sadece insan olmak kifayet ederdi. Çünkü bunları yapmak, insan olmaklığımızın birinci ve temel koşuluydu. Şucu, bucu, ocu olmanıza kesinlikle gerek yoktu. Kur’an, sünnet ve kadim töreniz kâfi idi böyle yaşamaya. Bizler, daha kendi kavramlarımızı ve kendi medeniyet dinamiklerimizi bilmeden, anlamadan, gittik bize zerre faydası olmayacak şeyleri bilmeye ve anlamaya çalıştık ve böyle yaptıkça da bizimle ilgisi olmayan kavramlara çabucak alıştık ve zihinlerimizi harap ettik. Nihayet, birbirimizi düşman olarak algılamaya, görmeye başladık. Açığımızı gören düşmanda, aramıza girdi ve daha da açtı aramızı. Bizi kendimize düşman kıldı, kendisine de dost etti.
Kendi kavramlarımızı yaşama dönüştüreceğimize ve bu minvalde kendi kadim medeniyetimizi diriltmek için enerjimizi harcayacağımıza, gittik düşmanın silahlarıyla birbirimize karşı savaştık durduk, enerjimizi heba ettik. İnsanlarımızı katlettik. Olmadık sorunlar var ettik ve o sorunlarla birbirimizi, yarınlarımızı, umutlarımızı mahvettik. Kaynaklarımızı israf ettik. Kardeşliğimizi hançerledik. Birbirimize olan güven duygularımızı harap ettik. Birlik bağlarımızın kopmasına neden olduk. Ülkemizin sömürge, milletimizin esir olmasına neden olduk. Devletimizin içten içe işgal edilmesine ve ele geçirilmesine zemin hazırladık. Kurumlarımızı bizim kalbimize ve beynimize yabancı olanların ele geçirmesine seyirci kaldık. Oysa çağdaşlıktan bize neydi? Demokrasiden, liberalizmden, komünizmden, kapitalizmden, faşizmden, kemalizmden, anarşizmden, laiklikten bize neydi? Gerçekten de bize neydi? Bunlar bize ait değildi ki, bunlar bizim medeniyetimizin kavramları değildi ki! Ne kadim kültürümüzde yeri vardı ne de dinimiz de bir yeri vardı. Ne de ecdadımız, bu şeylerle dünyaya hükümdar olmuşlar ve nizam vermişlerdi. Bunların bize vereceğinin, milyarlarca fazlasını kendi kavramlarımız bize verebilirdi. Ama kendi kavramlarımızdan bihaberdik. Kendi kavramlarımız bizlere öcü gibi gösterilmişti ve bize düşman olan kavramlar ise bizlere cici gösterilmişti. Hala da aynı yoldayız. Kendimizi bilmiyoruz. Düşmanımızı da bilmiyoruz. Lüzumsuzluklarla iştigal edip duruyoruz. Kardeş kavgalarıyla enerjimizi ve kaynaklarımızı talan ediyoruz. Yapay sorunlarla iştigal edip duruyoruz. Kendi insanlarımızı kandırıyoruz. Gerçekleri söylemekten korkuyoruz, ya da düşmanlarımızı gücendirmeyelim diye saklıyoruz. Her şeyin aslını bozuyor, özünü yok ediyoruz. Kimliğimizin özünü yok ettik, şimdi sıra dine geldi ve onun da aslını ve özünü yok ediyoruz. Kimisi sol İslam denilen bir ucube çıkarıyor, kimisi de ılımlı İslam denilen ucubeyle insanları aldatıyor, dini tahrif ve tahrip ediyor. Oysa İslam, İslam’dır. Gerçekte çok basittir, ama söyleyecek yürek nerededir? Gerçek ne ise direkt olarak anlatacağımıza, dolambaçlı yollardan gidiyor ve her şeyi çıkmaza sokuyoruz.
Ya da mezhepçilikten, mezhep taassubundan bize neydi? Mezhepçilik yapmadan da insan olamaz mıydık? Ahlaklı ve adaletli olmak için illede mezhepçi mi olmamız icap ederdi? Biz bunlar için mi kavga vermeliydik yoksa kadim bir medeniyetin dirilişi için mi? Mezhep konusunda da garipliklerimiz var. Oturuyoruz durmadan mezhep tartışıyoruz. Kardeşim ahlaklı olmak çok mu zor? Adaletli olmak çok mu zor? İnsana gerekli olan nedir? Ahlak ve adalet değil midir? Bir mezhepten olmak senin ahlaklı ve adil olmana sorun mu yaratıyor? Allah var mı? Var. Önderin var mı? Var. Kitabın var mı? O da var. Daha ne istiyorsun? Mezhepsel çatışmalar ve tanımlamalar şeytani bir oyundur. Mezhepler hayatın en önemli organları değildir. Ve insanlık perişanken, mezhep kavgalarıyla iştigal etmek mutlak ahmaklıktır. Ya bir kere sen insansın ilk evvelde. İnsan olmaklığının gereklerini bir ifa et, mezhep sonraya kalsın. Sen ahlaksız ve adaletsizsen, hangi mezhepten olduğunun ne önemi var? Sana mezhebin değil, amelin sorulacak. Önemli olan, insanın fıtratına mütenasip yaşamasıdır. İnsan, fıtratıyla uyum içinde olduğu zaman, sorun kalmayacaktır. Kim olduğunun ve nasıl olduğunun da önemi kalmayacaktır. Bu dünya da önemli olan ameldir. Eylem her zaman üreticidir. Eylem önemlidir. Bizim kelamcılarımız da aynıdır ne hazin ki. Olmayacak konularda ahkâm keserler, bir sürü şey söylerler ama olacak olanlarda ise sus pus olurlar ve hemen kayboluverirler. Konuştukları zaman yüksek perdeden konuşurlar, kime konuşuyorlarsa! Oysa topluma inebilmeliler ve toplumun diliyle yani günlük dille konuşabilmeliler ve toplumu aydınlatmalılar. Gerçekleri yüreklice ortaya koymalılar. Ama maalesef böyle bir şey göremiyoruz. Onların daha büyük işleri (!) var. Ama ne hikmetse, yaptıkları işin halka zerre faydası yok.