BİR:
Bir bakan diyor ki; ‘’bin yıldır Batı’ya yürüyoruz.’’ Çok boş, bomboş ve bilinçsiz bir söz söylemiş. İzansızca, insafsızca, duygusuzca söylenmiş bir söz aynı zamanda. Bir defa mantık kurgusu yanlış. Bu millet, bin yıl önce, kendini yaşayan, kendi değerlerini taşıyan ve kendi ülküleri istikametinde ilerleyen bir milletti. Nasıl olurda, Batı denilen, şeytaniyetin merkez üssünün istikametinde yol alıyor olabilir. Bu sözü, inançla ve farkındalıkla söyleyen bir kişinin, hem bu milletin bir ferdi olduğundan yana, hem de inandığımız dinin müntesibi olduğundan yana şüpheye düşerim. Zira hem bu milletin ferdi olan, hem de Allah’a iman etmiş biri, asla böyle bir söz söyleyemez. Zira tarihini, kim olduğunu ve dinini bilen birinin böyle söz söylemesi nesillerden yana muhakkak bir ihanettir. Hem milli, hem de dini bir ihanettir. Hem milletimizin, hem de dinimizin kıymetini düşürmektedir. Batı’yı, mutlak model ve en ileri ideal olarak sunarak, zihinleri ve yürekleri zehirlemektedir. Her türlü değeri çürüten, doğayı kirleten ve insanlığın katili olan bir dünyayı yüceltmek, kendini alçaltmaktır. Batı’nın yüceliği nedir acaba, sayın bakan izah edebilir mi? Edemez, çünkü Batı’nın yücelikten yana nasibi yoktur. Batı’nın tek ayrıt edici özelliği vardır; teknolojik yönü. Bu yönde ileri olmasının yegâne sebebi de; aklını kullanması ve disiplinli, düzenli çalışmasıdır. Sen Allah’ın verdiği akıl nimetini kullanmazsan, kullananların kölesi olursun. Kullananlar ileri gider, sen geri de kalırsın. Batı, insanın ve insanlığın battığı, öldüğü yerdir. Sayın bakan, acaba ölüme yürüdüğümüzü mü iddia etmektedir? Ya da bu milleti ölüme mi mahkûm etmeye çalışmaktadır? Ki, son sorduğum soruya, şüphesiz evet diyorum!
İKİ:
İnsan, kendi dışına çıkan tek varlıktır. Çünkü insan ister ve istemek; sınırları zorlamaktır. Sınırları zorlayan da, zincirleri kıran ve bedeni mahkûmiyeti aşandır. İnsan, iki kişilik yaşar. Hayvanlarda böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü hayvanlar tek yönlüdür. Bu yüzden istemez ve mahkûmu olduğu sınırları zorlayamaz. Bedeni mahkûmluğunu zorlayacak, içsel bir kuvvetten mahrumdur hayvanlar. İnsan, tek bedende iki kişilik tiyatro oynar. Bedensel kişilik yanında bir de ruhsal kişilik vardır. Ve bu ikili bazen uzlaşır gibi görünse de, genel de çatışır. İnsanı, bedensel kişiliğine mahkûm etmek; insanı yok etmektir. İnsanı, hayvan gibi zincirlere vuramazsınız. İnsanın, insanlığını, ruhsal kişiliği belirler. Bedensel yön, hayvani arzulara meyyaldir. Ruhsal yön, ya da derunun da ki kişilik, insan olma bilincini taşıyan kişiliktir. Bedensel kişilik, aklın; ruhsal kişilik duygunun tesiri altındadır. Bu yüzden, ruhsal kişilik, bedensel kişiliğin kontrol mekanizmasıdır bir nevi.
ÜÇ:
His yoksa kötülükte yoktur. Yani insan olma bilincini taşıyan ruhsal kişilik yoksa, insani özelliklerin olmasının da mantığı yoktur. Yani utanmanın, kıskanmanın, korkmanın, sevmenin, sahiplenmenin vb. Çünkü içeride ki kişiliği yok ettiğiniz zaman; insanı, bedenin arzularına mahkûm edersiniz ve hayvanlaştırırsınız. İşte dinsizlik budur. Din düşmanı ideolojilerin en büyük arzuları budur; insanda ki hissiyatın kaynağını yok etmektir. His gidince de, geriye vahşi bir hayvan kalır. Ve hayvanları ya salıverir ve gayrıyı yem edersiniz, ya da zincirlere vurmak zorunda kalırsınız. Hissiyat gidince, hayvani güdüler ön plana geçer. Dinsiz ideolojiler, insanları vicdan azabı denilen şeyden kurtarmaya çalışırlar(!). Çünkü vicdan azabı yaşatacak rejimlerdir. İnsanın da vicdan azabı yaşamasını istemezler, çünkü vicdan azabı yaşayan insanın kendilerinden kopacağını mutlak olarak bilmektedirler. Vicdan azabı da, ikinci kişilikle yani derunda ki kişilikle alakalıdır. Adalet ve ahlak gibi olgularda, doğrudan ikinci kişilikle alakalıdır. Zira birinci kişilik, böyle bir dünya da, bu olguları önemsiz görür ve küçümser. Dolayısıyla hayvaniliğe yönelmek zorunda olduğunu düşünür. Batı, birinci kişiliği ön planda olan, ikinci kişiliği ise hiç olmayan bir vahşi havanlar sürüsüdür. Bu yüzden, kendi dışlarında ki insanlığı yem olarak görmekte ve vahşice saldırmaktadır.
DÖRT:
Türkiye, felaketlere sürüklenmektedir. Hiçbir yetkili olaya el atmıyor. Bu kötü gidişi birileri kullanacak muhtemelen. Millet, sanal âlem tavassutu ile yönlendirilecek gibi görünüyor muhtemel gelecekte. Kemalistler, bölücüler, ılımlı İslam mucitleri, Batı âşıkları; emperyalizmin, bu topraklarda ki işbirlikçileridirler. Millet, bu işbirlikçilerin peşlerinden gitmeyi bırakmalıdır ve geri dönmelidir; kendi evine, kendi özüne. Kendi kimliğine, kendi dinine. Kendi medeniyeti istikametinde yürümelidir. Gayr-i milli yönlendirmelere karşı uyanık ve tetikte olmalıdır. Gayr-i milli unsurların tuzaklarına düşmemelidir ve bunların tasallutundan da kurtulmalıdır. Temel taşlar oynatılmakta ve çok kötü şekilde yeniden döşenmektedir. Kendi özüne uygun döşense iyidir ama bu da yapılmamaktadır. Maalesef, bin yıldır (!) izinden gittiğimizi söylediğimiz dünyaya uygun şekilde döşenmektedir kaldırılan taşlar. Ülkemizi, adeta çelik halatlarla muhasara altına almaktadır kürsel şeytanlar. Askeriyle, medyasıyla, şirketleriyle, ülkemiz şeytaniyetin ağlarına düşmüştür, düşürülmüştür. Bu millet, kimliğinden ve dininden başka hiçbir şeye koşulsuz teslim olmamalıdır. Sorgulamadık yapı bırakmamalıdır. Her kişinin, kurumun ve yapının; tarihi tecrübelerin ve vahyin ışığında hareket etmesini ve istikametini bu temeller üzerinde tayin etmesini istemelidir. Kimlik ve din, sömürü nesnesi olmamalıdır, buna izin verilmemelidir. Din, kimlikte yaşanılır kılınmalıdır; kimlikte, dinde kendini bulmalıdır.
BEŞ:
Hiçbir yönü bize ait olmayan bir hayatın kuklalarıyız. Ateizm, bir Batı kusmuğudur. Kendimize özgü bir Ateist düşüncemiz bile yoktur. Komünizm, bir Rus kusmuğudur. Kendimize ait bir Komünist düşüncemiz bile yoktur. Faşizm, bir İtalyan kusmuğudur, Nazi kusmuğudur. Kendimize ait bir faşist düşüncemiz bile yoktur. Laiklik, bir Fransız kusmuğudur. Kendimize ait bir Laiklik düşüncemiz bile yoktur. Hukukumuz zaten tümden alıntıdır. Daha kendi hukukunu oluşturamamış bir milletiz ne hazin! Dünyaya nizam vermiş bir millet, son ve mutlak din İslam’a sahip bir millet, kendi hukukunu yapmaktan aciz öyle mi? Yok olsak daha iyi değil mi? Yani şu dünya da kendimize ait ne var acaba? Kimliğimizi ve dinimizi belirgin kılan, görünür kılan neyimiz var Allah aşkına can dostlar? Hayır, bunların iyi olduklarını söylemiyorum. Bize ait olanları olsa bile, güzel olur ve kabullenmemiz icap eder demiyorum. Ki hepsi de, insanın mutlak düşmanıdır ve şerlerinden Allah’a sığınırım, sığınalım. Ama kendi kafamızla üzerinde düşünüp, yeni açılım sayılacak bir zihinsel faaliyetimiz yoktur ve bu acıdır. Kadim bir milletin içine düştüğü hale bakın Allah aşkına! Her şeyi çalıntı, alıntı; kendine ait hiçbir yapıtı yok. Hatta zihni faaliyeti bile yok. Kendini tamamen, yabancı mahreçli oluşumların inisiyatifine bırakmış. Kusmuklarla beslenmişiz, kusmukları yutarak büyümüşüz ve bu millete kusmukları yutturmaya çalışmışız. Ruhları azaba gark eden bir manzara gerçekten. Yürekleri ağlatan, zihinleri inceden sızlatan bir hal. İnsan, düşündüğü zaman; kahroluyor, gözleri yaş, yüreği sızı, beyni acı doluyor. Kendimizi bilmiyoruz, tanımıyoruz. Gerçekten bilmiyoruz ve tanımıyoruz. Bilakis, böyle iç acıtan hallere düşmezdik.
ALTI:
Aklımızı kullanmalıyız. Aklımızı ne teslim etmeliyiz, ne de kiraya vermeliyiz. Misal, kimliğimiz ve dinimiz temelinde durduklarını iddia ederek, bizden gördüğümüz birileri iktidar olsalar da, faraza devrim bile yapsalarda, eyvallah çekmemeli ve her yapılanı kabullenmemeliyiz. Zira bizden olanlar bir anda melek oluverecekler diye bir şey yoktur. Bu yüzden de, gidişatın selamette olması adına aklımızı kullanmalıyız ve tepedekiler, bizden de olsalar sorgulamalıyız. Vahyin, kimliğimizin ve tarihi tecrübelerimizin ışığında. Zira sorgulamadığımız ve kontrol etmediğimiz zaman, işler şirazesinden çıkabilir ve bizim dışımızdakiler hoşnut olmayabilir. Bu hem adaletsizlik olur, hem de mevcut durumun eceli olur. Son pişmanlık fayda etmez. Baştakiler bizden diye, bizden olmayanlar üzerinde haksız tahakküm kurmalarına fırsat vermemeliyiz. Ki, yıkılmakta olan düzenin, niçin ve nasıl yıkıldığını aklediniz lütfen. Adalet ve ahlak herkese lazım olandır, sadece bize değil. Ve ahlak ve adalet temelinde, şereflice hareket edildiği zaman, kazanan herkes olacaktır. İki de bir, el değişimi olup durmayacaktır ve böylece şeytan tuzaklar kuramayacaktır. Sürekli değişim, milletin zararına ama şeytaniyetin çıkarınadır. Bu fark edilmese de böyledir. Hep böyle olmuştur. Düşünürsek, bu derin noktayı fark edebiliriz ancak. Uyumakla, derin noktaları ihsas edemeyiz.
YEDİ:
Hayatı, sürüyle lüzumsuzluklar icat ederek zorlaştırıyoruz ve kendimizi bu lüzumsuzluklar içerisinde boğuyoruz. Oysa hayat gerçekten çok basittir. Karnın doyacak. Üzerin örtünecek. İşin olacak. Gerisi kendiliğinden gelir. Her şeyi çıkmaza sokmaya lüzum yok aslında. Hakikaten yaşam çok basittir. Yat, kalk, çalış. Sadece ahlak ve adalet lazımdır. Öyleyse insanlar; basit işlerini yapacaklar, insani vazifelerini ifa edecekler, ahlak ve adalet için mücadele verecekler. Yani öyle değil mi? Bir sürü ıvır zıvır içinde boğulmanın ve işleri ahmakça çoğaltmanın ne mantığı vardır. Ve üstelik insanlar için mutlak ihtiyaç olmayan şeyleri önemsemek niyedir? Ömrümüzü, lüzumsuzluklara feda ediyoruz. Yaşamdan keyif almadan çekip gidiyoruz. Üstelik bu lüzumsuzluklar bizlerin sömürülmemizi netice veriyor. Şöyle ki; nice şeyler ihtiyaç değilken, ihtiyaçmış gibi gösterilmekte ve buradan da çıkarlar elde edilmektedir. Koltuklar ve o koltuklar için harcanan emekler ve o emeklere ödenen ücretler hepsi bizlerin zararınadır. Bir sürü ıvır zıvır üretilip, sanki bunlar zorunluymuş gibi sunulmaktadır. Nice koltuklara ve o koltuklarda icra edilen görevlere ve dahi o görevler için ödenen ücretlere ihtiyaç yokken, sanki varmış gibi gösterilmekte, o yerlere yeni işler çıkarılmakta ve insanların alın terleri oralara akıtılmaktadır. Toplum yanıltılıyor, aldatılıyor. Artık bu tür soysuzluklara dur demeliyiz. Aldanışlarımıza son vermeliyiz. Aptallar yığını olmadığımızı göstermeliyiz.
Misal; paramızın işareti değişecek ve milyarlarca dolar zarar edilecek, paramız çöpe gidecek. Peki, böyle bir şey hayati ihtiyaç mıdır? Memur, emekli, işçi açlık sınırında kol gezerken, bu kadar yükün altına girmek lüzumlu mudur? Yüzlerce milletvekilinin olması, olmazsa olmaz bir ihtiyaç mıdır? Ki, olanların yaptıkları bellidir! Binlerce makam, o makamlar adına milyarlarca liralık lüks araçlar ve ödenen ücretler hayatın muhakkak gereksinimleri midir? Bir başbakan adına, onca araç almak, bir o kadar hava aracı almak zaruri ihtiyaç mıdır? Eğitim yönünde, çocukları o kadar boş bilginin ağında boğmak gerçekten şart mıdır? O bilgileri hayatın hangi alanında kullanacaklardır? Muallimleri, lüzumsuz kâğıt işleri ile meşgul etmek ve düşünmek zamanını çalmak gerekli midir? İnsanları, fasılasız çalıştırmak için, ahmakça bir uğraş içinde olmak, gerçekten akılıca bir hareket midir? Ve daha nice koltuklar, o koltuklara harcanan paralar ve o koltukları dolduran saksılara yapılan ödemeler Allah aşkına olmazsa olmazlar mıdır? Para yok diye memura ücret ödeyemeyenler, bu taraflara parayı nasıl bulamaktadırlar? Yani onca bakanlık gerçekten zaruri ihtiyaç mıdır? Onca bakan yardımcılığı hakikaten şart mıdır? Daha aklımıza gelmeyen o kadar lüzumsuzluk var ki, gerçekten utanılacak bir haldeyiz. İnsan hayatı bellidir, insan ömrü bellidir, gereksinimler bellidir oysa. İnsanlar mutlu değiller ve mutlu kılmak adına hiçbir şey yapmıyoruz ama bir sürü lüzumsuzluklarla iştigal ediyoruz ve mutluluğa harcayacağımız şeyleri lüzumsuzluklara harcıyoruz. Yazıklar olsun!
SEKİZ:
Soruyorum; her şey zıttı ile kaimdir deniliyor. Peki, bazı şeylerin zıtlarını niçin yok sayıyorsunuz? Misal, kadın erkekle bir bütündür. Hayat ölümle bir bütündür. Peki, dünyayı niçin yarım bırakıyorsunuz? İşinize mi gelmiyor acaba? Her şeyin bir zıttı varsa şayet, dünyanın zıttı da niçin ahiret olmasın? Ki dünya ahiretle bir bütün olmakta değil midir, diğerlerinde olduğu gibi? Eğer dünyanın zıttı ahiret değilse ve dünya ahiret ile bir bütün olmuyorsa, dünyayı bütünleyecek ve dünyanın zıttı olacak şey nedir? Belki basit bir soru ama soru işte ve merak bu ya, cevabını da merak ediyor insan!
DOKUZ:
Yeni eğitim siteminde ciddi arızalar var gibi. Misal; sınavsız lise girişinde olumsuzluklar var sanki. Zira okulda ki başarıya göre, en güzel liselere girilecekse, o zaman herkes istediği öğrenciyi başarılı göstermez mi? Burada başarı değil para konuşmaz mı? Okullarda para alımını yasaklarken, gizli para dönüşümünü tetiklemez mi bu olay? Üstelik önemli liseler, zevahirde başarılı gibi görünseler de, hakikatte başarısız öğrencilerle dolmaz mı? Gelecekte de, bu durumlar, bu milletin çocuklarının mutlak zararına olmaz mı? İyi bir şey yaptığımızı sanıyor olabiliriz ama arka planda kaybettiklerimizin farkına varamayız ve telafisi imkânsız hatalar yaparız. Ki, daha nice konuda böyle yapıldığını düşünüyorum şahsen. Bugün yapılanların acıları yarınlarda çıkarılacak gibi görünüyor ve acı sonuçlarda Müslümanların üzerine yıkılacaktır diye korkuyorum.
ON:
Düşmanın, her karşı çıktığı şeyi iyi sanmayın. Düşman, o şeyin olmasını istediği için karşı çıkıyor olabilir. Zira millet, düşman karşı çıktığı için, o şeyin iyi olduğunu sanabilir ama bu aldatmacadır. Millet, asla kısır politik temelde düşünmemelidir olayları. Kesinlikle, kimliği, tarihi tecrübeleri ve vahyin yüce ışığı ekseninde düşünmelidir. İşte o zaman isabetli çözümlemelerde bulunacaktır. Ama kendi kısır politik düşünceleri ekseninde düşünürse, yanılgıların mahkûmu olacaktır ve düşmanın kötü diye baktığını iyi görecektir; iyi diye gördüğünü kötü diye düşünecektir. Ve düşman, bu milletin hayrına olan şeye iyi diyecek ve böylece milletin kötü olarak görmesini sağlayacaktır. Milletin hayrına olmayan şeye de kötü diye bakacak ve millette düşmanın aksine onu iyi görecek ve hata edecektir. Akıllı olmalıyız. Allah’ın, bakmamızı, görmemizi, duymamızı, hissetmemizi istediği gibi hareket emeliyiz ki; yanılmayalım ve yangınlarda kalmayalım.
''Dilediğine hikmet bağışlar ve her kime hikmet bağışlanmışsa doğrusu ona en büyük servet verilmiş demektir. Ama derin kavrayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz.'' BAKARA-269