Oy gizli, haber kutsal, yorum hürdür.
Televizyonlarda “Kamu Spotu” adı altında bitakım kısa filmler yayınlanıyor...
Bunlardan birinde, okula gidemeyen kızların durumları çarpıcı bir biçimde işleniyor:
Kimi tarlada,
Kimi dağda-bayırda,
Kimi ev işlerinde,
Kimi de gelinlik içinde...
Filmde, bu kızların yerinin oralar değil, “okul” olduğu vurgulanıyor.
Seviniyorsunuz... Olaya devletin el koyduğunu sanıyorsunuz!
Birkaç saniye içinde, sevinciniz derin bir hayâl kırıklığına dönüşüyor. Çünkü, “Kamu spotu” şöyle sona eriyor: “Kızlar Okula” kampanyasıyla bugüne kadar 10 bin kızımız okula kavuşturuldu... Siz de 48 TL bağışlayarak bir kızımızı okula gönderebilirsiniz!
Tabii kafanıza suaaller hücum ediyor:
1. Hadi, diyelim ki, gelen bağışlarla 10 bin kızımızın okullu olmasını sağladınız, geriye kalan, kız-erkek 440 bin çocuğumuz ne olacak? Eğer, söz konusu kampanya 1 senedir sürüyor ve ancak 10 bin kızımız kurtarıldıysa, tamamının kurtarılması için demek ki 44 seneye ihtiyaç var. Dalga mı geçiyorsunuz?
2. O çocukların yerinin oraları olmadığını “kamu otoritesi” olarak bildiğinize göre; onları okullu yapmak için 48 TL. bağış istemekten başka elinizden bişey gelmiyor mu?
3. Bir çocuğun istikbali, dolayısıyla ülkenin istikbali 48 liraya bağlıysa; her yere, her şeye; misâl, Suriyeli ve Libyalı muhaliflere yüz milyonlarca dolar bulunabilirken, kendi çocuklarımıza tahsis edilecek 48 liralar bulunamıyor mu? Hesap ettim; mesele çocuk başına 48 lira ise, okula gidmeyen bütün çocukların okullu olması için gereken toplam para 22 milyon lira tutuyor, devlet için bu meblağ nedir ki?
Bağış istemeye değer mi?
x x x
Bununla beraber, bendeniz bu “kamu spotu”nun yine de yararlı olduğu fikrindeyim... Çünkü bu sayede soruna dikkat çekiliyor. Çocukların yerinin orada burada “çalışmak”, “evlilik” değil, OKUL olduğu vurgulanıyor.
Belki ana-babalar etkilenir de çocuklarını okula gönderir!
x x x
İŞ TABİİ Kİ 48 TL İLE BİTMİYOR
Okullu olmak çocukları kurtarmaya yetmiyor. YGS neticeleri eğitimin içine düştüğü çukuru bir kez daha gösterdi.
Matematikte 700 bin aday “sıfır” almış.
Diğer dallarda da yüz binlerce aday yine “sıfır” çekmiş.
50 bin “öğrenci” ise bütün bölümlerden “sıfır” almış.
Bu ne demek?
Bu “öğrenci”ler sıfır aldıkları dallarda hiçbir şey öğrenmemişler. Toptan “sıfırcı” 50 bin öğrenci ise, 12 senelik eğitim hayatları boyunca hiçbir konuda, hiçbir şey öğrenmemiş!
MEB, kendisini geçen yılların Bakanları gibi savunacak olursa şöyle diyecek:
“Bu çocuklar aslında doğru cevaplar da verdiler. Fakat 4 yanlış 1 doğruyu götürdüğü için sınavdan ‘sıfır’ aldılar.”
Peki, şöyle düşünelim:
Okuma yazma bilen veya bilmeyen ama rakamları ayırabilen birisini sınava sokalım. Diyelim ki; “Bu soru kitapçığı... Şu da cevap kağıdı... Cevap kağıdında 150 sıra var. Her sıranın karşısında A’dan E’ye kadar 5 adet kutucuk bulunuyor. Bunlardan birisi doğru cevabı gösteriyor. Her rakamın karşında bulunan 5 kutucuktan birini işaretle.”
Şimdi, bu vatandaşın cevap kutucuklarını rastgele işaretlediğini kabul edelim.
Kuvvetli ihtimal nedir?
İşaretlediği şıklardan 5’te 1’i doğru, 4’ü ise yanlıştır.
Netice!
4 yanlış 1 doğruyu götürdüğünden alınan puan “SIFIR”dır.
Büyük bir ihtimalle, sınavda “sıfır” çekenlerin yaptığı da budur.
Yani, ne yazık ki bu “öğrenci”ler 12 seneyi öğrenmeden harcamışlardır.
x x x
Bu devasa mesele üzerinde kafa yoran, üzerinde duran var mı?
Sınav sonuçları hakkında konuşulurken asıl dikkat çekilen husus; en başarılı olan 2 çocuk oluyor. Onların resimleri, hikayeleri ekranları ve sayfaları dolduruyor. Tabii onu yapmak daha kolay, daha hoş, daha “magazin”sel... Milyonlar da böyle hikayelere bayılır. Ve dahi avunur, avutulur.
Bu iki çocuk ve başarılı olan birkaç bin öğrenci kendini kurtardı. Peki, geriye kalan milyonlarca çocuğumuzun hayatı, heba olan yılları ne olacak? Hesabı kimden sorulacak? En mühimi onları nasıl kurtaracağız?
Cevap şu mu?
4+4+4=!
x x x
BİR’İN NAMAZ VE NİYAZI
Haberi Cuma akşamı yandaş kanallardan birinde izledim. Buna göre; Çevik Bir, sorgusu esnasında, emniyet görevlilerinden seccade istemiş ve 3 gün boyunca, aptes alıp 5 vakit namazını kılmış.
Cumartesi günü, Taraf gazetesi, bu bilginin emniyetçe yalanlandığını yazdı.
Yine Cumartesi günü Sözcü gazetesi şöyle bir başlıkla çıktı: “Din düşmanı gibi gösteriliyorlardı, 28 ŞUBAT PAŞALARI DİNDAR ÇIKTI”. Başlığın altında, Çevik Bir’in 5 vakit namaz kıldığı ayrıntısına yer verilmişti.
Haberin kaynağı StarGazete idi. Onun verdiği ayrıntılara göre; emekli Tuğgeneraller Abdullah Kılıçarslan, Hüsnü Dağ ve Salih Eryiğit ise seccade bulunamayınca gazete kağıtları üzerinde namaz kılmışlar. Ayrıca, Çevik Bir namazlardan sonra uzun uzun dua etmiş.
x x x
Gözaltında bulunan diğer subaylar da namaz kılmışlar mıdır, bilinmiyor!
Çünkü, generaller polis amirlerinin odalarında tutulurken, albay ve daha ast rütbedekiler nezarette tutuluyorlar. Oradan ise namazla ilgili bir haber gelmedi.
Zaten onların namaz kılmalarının da fazla bir haber değeri yok.
Fakat Çevik Bir ve daha ast rütbedeki generallerin namaz kılmaları tarihî bir hadise!
Neden?
Çünkü, Sözcü’nün de yazdığı gibi, kamuoyu bu paşaları “din düşmanı” olarak algılıyor.
Ayrıca, Çevik Bir için “İsrail yanlısı”, “Amerika’nın adamı” gibi nitelemeler yüzlerce defa medyada yer aldı.
Şimdi, hakkında böyle haberler olan, dinle hiç alakası olmadığı “zannedilen” bir kişinin “5 vakit namaz kılması” tarihî hadise değilse, tarihî hadise nedir?
Böyle bir haber bütün görüntüyü değiştirir. Kafalardaki yargıları, önyargıları sarsar.
Çünkü namaz kılan bir insan, sadece namaz kıldığı için bir “masumiyet zırhı” kazanır.
Çünkü namaz, “eylemli” bir ibadettir. Orada defalarca eğiliyorsunuz, secdeye varıyorsunuz ve kıyamda duruyorsunuz. Bilhassa çok kudretli olanların, daha büyük bir “Kudret”, “Kadir-i Mutlak” önünde eğilmeleri, secdeye varmaları, onları halka yakınlaştırır. O kudretli insanların, içlerinden biri olarak algılanmasını sağlar.
Çevik Bir, kamuoyunun önüne çıktığı günden beri bana sevimsiz gözüküyordu. “Namaz kıldığı” haberiyle bu algı yıkıldı. Gözüme daha sevimli görünmeye başladı.
“Paşaların namaz kıldığı”na dair haberin doğru olmasını yürekten temenni ediyorum.
x x x
DEĞİL
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş; Şehir Tiyatroları yönetim kuruluna bürokratların aatanmasıyla ilgili olarak; “Niyetimiz kötü değil” demiş.
Lâkin sizin sözleriniz de inandırıcı değil!
x x x
PENGUEN’DEN