İnsan, bir düşünce tasarımıdır. Düşünce,
insanı bir nevi kurumsallaştırır. İnsan, muayyen organlara sahip bir varlıktır.
Ve bu organlar sayesinde, varlık sahnesinde belirir. Bu organları da yöneten
beyindir. Evet, bu organların canlılığı kalp sayesindedir ama beyin tarafından
da yönetildiği gerçektir. Beyin yani akıl yani düşünce. Evet, düşünce, insanın
doğasında yer alan bir yetidir. Bu düşünce yetisi insan tarafından var edilmiş
bir yeti değildir. İnsan tarafından var edilmiş olsaydı şayet, insanın doğasında
bulunmaz ve insanın varlığından sonra var olurdu. İnsan tarafından var edilmek
bu şekilde olur. Yani insan var olur ve sonra insan eliyle şeyler var olur.
İşte insanın, olmayan bir şeyi, kendisi tarafından oldurması bu şekilde olur.
Ama doğasında var olan bir şey, asla insan tarafından var edilmiş olamaz.
Mantık bu saçmalığı kusar. Binaenaleyh, dinin de ve dine ait kategorilerin de
köken olarak insan doğasında bulunması bu anlama gelir. Buradan da şu kati
sonuca ulaşabiliriz; din ve dine ait kategoriler asla insan eliyle yaratılmış
olamaz. Kavramların kökeni de, düşüncenin kökeni de en temelde Allah’a istinat
eder. Mutlak bilgi kaynağı bu yüzden vahiydir. Vahiy, insan fıtratı ile
mütenasiptir. İnsanın hayatını disiplinize edecek ve denetime tabi tutacak olan
düşüncelerin sistemleştirilmiş şeklidir.
Düşünce, bir nevi kavramların devinimidir.
Beynin hareket halinde olmasıdır. Kavramlar ise, insanlara öğretilmiştir. Evet,
düşünce, insanın doğasında vardır ama kavramlar ona öğretilmiştir. Velâkin
kavramlarında, insan doğasında kökleri vardır. Zira kavramlar insan doğasında
yerleşik olmasa idi, insanların sonradan kavramları unutması ve kavramlardan
uzaklaşması kabil olurdu. Ama kavramlarda insan doğasında vardır fakat öğrenmiş
olmakla o kavramların bilincine erilmiş olunmaktadır. İşte olay budur. Ve
insanın eylemlerinin kökeninde, düşünceler ve o düşüncelerin temelinde ise
kavramlar vardır. Ve her kategori bir kavrama istinat eder en dipte. Yani
birileri bir ahlaka sahip ise şayet, bu kendi belirlenimi sonucu değildir. Onun
doğasında var olan kavramlardan üretilmiş bir ahlaktır. Bu ya iyi tarafın
alınılmasıyla ya da kötü tarafın alınmasıyla kurgulanan bir ahlak olacaktır.
Çünkü insan zıtlıklardan müteşekkildir. İyilik ve kötülükten mürekkeptir. Ve
doğasında iyiliğe ve kötülüğe dair olgular münderiçtir. Bu yüzden ya iyilik
yönüne ya da kötülük yönüne meyledecek ve o minvalde bir hayatın seçimini
yapmış olacaktır.
Habil ve Kabil olayı malumumuzdur. Bunlar,
daha sonrada kendi var ettikleri kavramlardan yola çıkarak düşünce
üretmemişlerdir ve o düşüncelerle eyleme sevk olunmamışlardır. Onların
doğasında var olan olgular onları eyleme sevk etmiştir. Kabil, doğasında ki iyi
olguların; Habil ise, doğasında ki kötü olguların yönlendirmesiyle hareket
etmişler ve eylemlerini bu şekilde belirlemişlerdir. Birinde diğerkâmlık,
diğerinde bencillik üst düzeyde galip gelmiştir. Birisi Allah’a tabi olmuş,
diğeri ise nefsinin kıskacında kalarak isyana tevessül etmiştir. Yani birisi
ilahi öze uygun kalmış, diğeri ise yaşadığı dünyaya göre düşüncesini
belirlemiş, kavramları o yönde kullanmıştır. Ve insanlıkta, hep aynı çizgiyi
takip edegelmiştir. Bugün dinsizliğin ve dindarlığın kökeni ta buraya dayanır.
İlahi olana tabi oluş ve ilahi olana isyan ediş. İşte, tarih bu iki tipolojinin
mücadele tarihidir. Ve herkes kendi alıştığı düzlemden olguları algılamakta,
hayatı anlamakta ve olayları yorumlamaktadır. Haddizatında dinsizlik diye de
bir şey yoktur. Ya da Habili anlayış zaman içerisinde dinsizlik gibi algılanmış
ve öylece sunulmuştur. Yoksa iki bireyde neyin ne olduğunu biliyorlardı. Ama
biri itaat diyordu, diğeri isyan. Ve işte, zaman içerisinde, isyan tavrı
dinsizliğe temel oluşturmuştur. Dindarlığı ya da dinsizliği belirleyen şeylerde
genellikle dünyaya meyletme durumudur. Dünyaya aşırı sevgi beleyenler isyana
meyletmişlerdir. Zira meyletmedikleri zaman, istediklerine kavuşacaklarına
inanmamışlardır. Bu yüzden de isyan etmişler ve bu isyanı malum bir düşünce
temelinde sistemleştirmeye çalışmışlardır.
Dinsizlik, insanın kendi kendine
başkaldırması, kendi kendini inkâra tevessül etmesidir. Dindarlık ise, öze
sadık kalmaktır. Dinsizlik, haddizatında dünyaya meyletmeye bir bahanenin
üretilmesidir. Zira yaşadığımız dünyada da müşahede ettiğimiz veçhile, dünyaya
meyletmenin ve dünya nimetlerine dilediğince ulaşmanın temelini bu dinsizlik
denilen şey oluşturmaktadır. Dindarlık ise, dengeyi, ölçüyü ve ahengi telkin
etmektedir. Yani, ilahi öz ekseninde yaşamayı. Ama ilahi öz tarafına isyan
edenlere bu çok zor gelmektedir. Çünkü ilahi öz, insana sorumluluk yüklemekte,
sınırlar koymakta ve insanı yaptıklarından sorumlu kılmaktadır. Ama cılız
gövdelere bu çok zor gelmektedir. İnsan dilediği gibi yaşamak istemekte ama
yaşadıklarından da sorumlu tutulmak istememektedir. Aslında burada da derin ve
ince bir detay gizlidir. Eğer insan, dilediğince yaşasaydı ve yaşadıklarından
sorumlu tutulmasaydı isyan etmezdi, bilakis tabi olurdu ama böyle bir dünyanın
da ne anlamı olurdu? Ki, İslam’ın da, Müslümanlığında derin anlamı burada
saklıdır.
Şimdi açık ve kesin olarak ifade ettik ki;
eylemler bir düşünceye, kavrama istinat ederler. Ahlakta bu düzlemde gelişir.
Şimdi dinsizlik, emperyalizme yem olmaktır. Çünkü dinsizlik, emperyalizmin
korkulu rüyası olan ilahi özün iptal edilmesi, örtülmesi demektir. Bu yüzden
emperyalizm, dini yok etmeye, etkisiz kılmaya çalışır. Dinsizleşen dünya,
emperyalizmin çizmeleri altında kolayca ezilecek ve yola gelecektir. Emperyalizm her zaman, yerli değerleri yok
etmeye çalışır. Bu değerlerde köken olarak dinden neşet ederler. Emperyalizm
bilmektedir ki; kök değerlerin ve insan doğasında var olan yüce erdemlerin
varlığı var oldukça, yüreklerde kök salamayacaktır. Dinsizlik, insanı ayakta ve
hayatta tutan, maddi ve manevi değerlerin çiğnenmesi ve çürütülmesi demektir.
İnsanın kolunun kanadının kırılması demektir. İnsanın, insani yetilerini
kaybetmesi ve insan olma bilincini katletmesidir.
Şöyle düşünelim; kuşlar, göklerin mavi
enginliklerinde nasıl uçabilmektedirler? Kanatları sayesinde değil mi?
Kanatlarını kopardığınız kuş mavi ve temiz göklerde pervaz edebilirler mi?
Asla. Bilakis o kuş, kanadı kırıldığı vakit, yerin karanlığına düşecek ve yerin
pisliklerinde boğulacaktır. O kuşun kanadını kırmakla, pislik içinde zavallı
şekilde yaşamasının yolunu açacaksınız ona. Yer karanlıktır ve pisliklerle
doldur. Ama gök, aydınlığı ve temizliği sembolize eder bir nevi. İşte bu kuş
misali; insanı da, sonsuzluğun ufuklarında pervaz ettiren ruhunu söküp
aldığınız zaman, ruhtan fışkıran yüce erdemleri de alırsınız ve insanın
kanatlarını kırarsınız. Kanatları kırılan bir insan da, aynı o kuş gibi, yerin
karanlığına ve pisliğine mahkûm olacaktır. Yani maddenin çirkin ve kaba yüzüne
teslim olacaktır. Peki, böyle bir insanın yaşaması ya da insan gibi yaşaması
kabil-i mümkün müdür? Hayvan niçin yere mahkûmdur ve göklerin sonsuzluğunda
pervaz edecek yetilerden yoksundur. Çünkü vahiyden kopuk bir yaşama tabidir,
bilgiden uzaktır, sorumsuzdur. Ve hayvanların doğasında, insanların doğasında var
olan yüce erdemler yoktur. Her varlığın, kendine özgü bir doğası vardır. Her
varlık kendi doğasına göre hareket eder.
Son tahlilde; insan bir seçimdir ve seçimi istikametinde yaşar.
Ama seçimi de, doğasında münderiç bulunan, kavramlara ve kavramların
sistemleştirdiği düşüncelere bağlıdır. Kişiliğini vahyin oluşturduğu insanlar
olmaktan daha büyük bir şeref yoktur.
BİLMEK-ANLAMAK
Bilmek
başka, anlamak çok daha başkadır. Evet dostlarım! Anlama yetisi her zaman
yüceltilen bir yetidir. Bunu filozoflarda ifade ederler. Anlamak; çözmektir,
kavramaktır, tanımaktır, tanımlayabilmek ve izah edebilmektir. Anlamak,
hakikati keşfetmektir. Bilmek, sadece olgu hakkında bilgi sahibi olmaktır ve
fazla bir anlam ifade etmez. Zira herkes bilebilir ama herkes anlayamaz. Eylem
bile, bilmenin değil, anlamanın neticesidir. Zira insan anladığı zaman harekete
geçer ya da kabullenir. Bu yüzden, Allah kimseyi anlama yetisinden mahrum
etmesin, bu yetiye sahip olmayanlara da bahşetsin. Zamanımız da müthiş bir
anlama sorunu vardır. Her şeyi yüzeysel değerlendiriyoruz, bildiğimiz kadarıyla
konuşuyoruz. Ama anlamıyoruz ve anlamaya da çalışmıyoruz. Bu da sürekli olarak
sıkıntı yaratıyor. Zaten anlaşamamazlıkların büyük ve temel nedeni de
anlayamamadır. Anlayamayınca, sürekli suçlamalar sadır olmaktadır. Bu da
iletişimi zora sokmaktadır. Emin olalım ki, her yerde bir anlama sıkıntısı
vardır. Kusura kalmayalım, bu izahımız, olayı teşhis etmedir. Çözüm ise,
anlamak için gayret etmek, anlamaya çalışmak ve anladıktan sonra yargıya
varmaktır. Yargı; bilmenin değil, anlamanın neticesinde olur. Bizler okuyoruz
ve okuyoruz. Biliyoruz ve biliyoruz. Ama asla anlamıyoruz, anlamaya da
çalışmıyoruz. Kimse kusura bakmasın, gerçekten anlamıyoruz. Eğer anlasaydık,
anlayabilirdik. Anlayabilseydik, idrak edebilir ve eylemlerimize
yansıtabilirdik. Anlamayan insan, basit ve sığ şeylerde mutluluk arar, sadece
zevahire takılır kalır. Kendi içine yönelemez, olayları derinlemesine tetkik ve
tahlil edemez. Neyin, nereye varacağını kestiremez. Ne ile neyin ifade edilmek
istendiğini fark edemez.