KAVRAMLAR- DÜŞÜNCE VE YAŞAM...

Özgür DENİZ - 28.04.2012

İnsan, bir düşünce tasarımıdır. Düşünce, insanı bir nevi kurumsallaştırır. İnsan, muayyen organlara sahip bir varlıktır. Ve bu organlar sayesinde, varlık sahnesinde belirir. Bu organları da yöneten beyindir. Evet, bu organların canlılığı kalp sayesindedir ama beyin tarafından da yönetildiği gerçektir. Beyin yani akıl yani düşünce. Evet, düşünce, insanın doğasında yer alan bir yetidir. Bu düşünce yetisi insan tarafından var edilmiş bir yeti değildir. İnsan tarafından var edilmiş olsaydı şayet, insanın doğasında bulunmaz ve insanın varlığından sonra var olurdu. İnsan tarafından var edilmek bu şekilde olur. Yani insan var olur ve sonra insan eliyle şeyler var olur. İşte insanın, olmayan bir şeyi, kendisi tarafından oldurması bu şekilde olur. Ama doğasında var olan bir şey, asla insan tarafından var edilmiş olamaz. Mantık bu saçmalığı kusar. Binaenaleyh, dinin de ve dine ait kategorilerin de köken olarak insan doğasında bulunması bu anlama gelir. Buradan da şu kati sonuca ulaşabiliriz; din ve dine ait kategoriler asla insan eliyle yaratılmış olamaz. Kavramların kökeni de, düşüncenin kökeni de en temelde Allah’a istinat eder. Mutlak bilgi kaynağı bu yüzden vahiydir. Vahiy, insan fıtratı ile mütenasiptir. İnsanın hayatını disiplinize edecek ve denetime tabi tutacak olan düşüncelerin sistemleştirilmiş şeklidir.

 

Düşünce, bir nevi kavramların devinimidir. Beynin hareket halinde olmasıdır. Kavramlar ise, insanlara öğretilmiştir. Evet, düşünce, insanın doğasında vardır ama kavramlar ona öğretilmiştir. Velâkin kavramlarında, insan doğasında kökleri vardır. Zira kavramlar insan doğasında yerleşik olmasa idi, insanların sonradan kavramları unutması ve kavramlardan uzaklaşması kabil olurdu. Ama kavramlarda insan doğasında vardır fakat öğrenmiş olmakla o kavramların bilincine erilmiş olunmaktadır. İşte olay budur. Ve insanın eylemlerinin kökeninde, düşünceler ve o düşüncelerin temelinde ise kavramlar vardır. Ve her kategori bir kavrama istinat eder en dipte. Yani birileri bir ahlaka sahip ise şayet, bu kendi belirlenimi sonucu değildir. Onun doğasında var olan kavramlardan üretilmiş bir ahlaktır. Bu ya iyi tarafın alınılmasıyla ya da kötü tarafın alınmasıyla kurgulanan bir ahlak olacaktır. Çünkü insan zıtlıklardan müteşekkildir. İyilik ve kötülükten mürekkeptir. Ve doğasında iyiliğe ve kötülüğe dair olgular münderiçtir. Bu yüzden ya iyilik yönüne ya da kötülük yönüne meyledecek ve o minvalde bir hayatın seçimini yapmış olacaktır.

 

Habil ve Kabil olayı malumumuzdur. Bunlar, daha sonrada kendi var ettikleri kavramlardan yola çıkarak düşünce üretmemişlerdir ve o düşüncelerle eyleme sevk olunmamışlardır. Onların doğasında var olan olgular onları eyleme sevk etmiştir. Kabil, doğasında ki iyi olguların; Habil ise, doğasında ki kötü olguların yönlendirmesiyle hareket etmişler ve eylemlerini bu şekilde belirlemişlerdir. Birinde diğerkâmlık, diğerinde bencillik üst düzeyde galip gelmiştir. Birisi Allah’a tabi olmuş, diğeri ise nefsinin kıskacında kalarak isyana tevessül etmiştir. Yani birisi ilahi öze uygun kalmış, diğeri ise yaşadığı dünyaya göre düşüncesini belirlemiş, kavramları o yönde kullanmıştır. Ve insanlıkta, hep aynı çizgiyi takip edegelmiştir. Bugün dinsizliğin ve dindarlığın kökeni ta buraya dayanır. İlahi olana tabi oluş ve ilahi olana isyan ediş. İşte, tarih bu iki tipolojinin mücadele tarihidir. Ve herkes kendi alıştığı düzlemden olguları algılamakta, hayatı anlamakta ve olayları yorumlamaktadır. Haddizatında dinsizlik diye de bir şey yoktur. Ya da Habili anlayış zaman içerisinde dinsizlik gibi algılanmış ve öylece sunulmuştur. Yoksa iki bireyde neyin ne olduğunu biliyorlardı. Ama biri itaat diyordu, diğeri isyan. Ve işte, zaman içerisinde, isyan tavrı dinsizliğe temel oluşturmuştur. Dindarlığı ya da dinsizliği belirleyen şeylerde genellikle dünyaya meyletme durumudur. Dünyaya aşırı sevgi beleyenler isyana meyletmişlerdir. Zira meyletmedikleri zaman, istediklerine kavuşacaklarına inanmamışlardır. Bu yüzden de isyan etmişler ve bu isyanı malum bir düşünce temelinde sistemleştirmeye çalışmışlardır.

 

Dinsizlik, insanın kendi kendine başkaldırması, kendi kendini inkâra tevessül etmesidir. Dindarlık ise, öze sadık kalmaktır. Dinsizlik, haddizatında dünyaya meyletmeye bir bahanenin üretilmesidir. Zira yaşadığımız dünyada da müşahede ettiğimiz veçhile, dünyaya meyletmenin ve dünya nimetlerine dilediğince ulaşmanın temelini bu dinsizlik denilen şey oluşturmaktadır. Dindarlık ise, dengeyi, ölçüyü ve ahengi telkin etmektedir. Yani, ilahi öz ekseninde yaşamayı. Ama ilahi öz tarafına isyan edenlere bu çok zor gelmektedir. Çünkü ilahi öz, insana sorumluluk yüklemekte, sınırlar koymakta ve insanı yaptıklarından sorumlu kılmaktadır. Ama cılız gövdelere bu çok zor gelmektedir. İnsan dilediği gibi yaşamak istemekte ama yaşadıklarından da sorumlu tutulmak istememektedir. Aslında burada da derin ve ince bir detay gizlidir. Eğer insan, dilediğince yaşasaydı ve yaşadıklarından sorumlu tutulmasaydı isyan etmezdi, bilakis tabi olurdu ama böyle bir dünyanın da ne anlamı olurdu? Ki, İslam’ın da, Müslümanlığında derin anlamı burada saklıdır.

 

Şimdi açık ve kesin olarak ifade ettik ki; eylemler bir düşünceye, kavrama istinat ederler. Ahlakta bu düzlemde gelişir. Şimdi dinsizlik, emperyalizme yem olmaktır. Çünkü dinsizlik, emperyalizmin korkulu rüyası olan ilahi özün iptal edilmesi, örtülmesi demektir. Bu yüzden emperyalizm, dini yok etmeye, etkisiz kılmaya çalışır. Dinsizleşen dünya, emperyalizmin çizmeleri altında kolayca ezilecek ve yola gelecektir.  Emperyalizm her zaman, yerli değerleri yok etmeye çalışır. Bu değerlerde köken olarak dinden neşet ederler. Emperyalizm bilmektedir ki; kök değerlerin ve insan doğasında var olan yüce erdemlerin varlığı var oldukça, yüreklerde kök salamayacaktır. Dinsizlik, insanı ayakta ve hayatta tutan, maddi ve manevi değerlerin çiğnenmesi ve çürütülmesi demektir. İnsanın kolunun kanadının kırılması demektir. İnsanın, insani yetilerini kaybetmesi ve insan olma bilincini katletmesidir.

 

Şöyle düşünelim; kuşlar, göklerin mavi enginliklerinde nasıl uçabilmektedirler? Kanatları sayesinde değil mi? Kanatlarını kopardığınız kuş mavi ve temiz göklerde pervaz edebilirler mi? Asla. Bilakis o kuş, kanadı kırıldığı vakit, yerin karanlığına düşecek ve yerin pisliklerinde boğulacaktır. O kuşun kanadını kırmakla, pislik içinde zavallı şekilde yaşamasının yolunu açacaksınız ona. Yer karanlıktır ve pisliklerle doldur. Ama gök, aydınlığı ve temizliği sembolize eder bir nevi. İşte bu kuş misali; insanı da, sonsuzluğun ufuklarında pervaz ettiren ruhunu söküp aldığınız zaman, ruhtan fışkıran yüce erdemleri de alırsınız ve insanın kanatlarını kırarsınız. Kanatları kırılan bir insan da, aynı o kuş gibi, yerin karanlığına ve pisliğine mahkûm olacaktır. Yani maddenin çirkin ve kaba yüzüne teslim olacaktır. Peki, böyle bir insanın yaşaması ya da insan gibi yaşaması kabil-i mümkün müdür? Hayvan niçin yere mahkûmdur ve göklerin sonsuzluğunda pervaz edecek yetilerden yoksundur. Çünkü vahiyden kopuk bir yaşama tabidir, bilgiden uzaktır, sorumsuzdur. Ve hayvanların doğasında, insanların doğasında var olan yüce erdemler yoktur. Her varlığın, kendine özgü bir doğası vardır. Her varlık kendi doğasına göre hareket eder.

 

Son tahlilde; insan bir seçimdir ve seçimi istikametinde yaşar. Ama seçimi de, doğasında münderiç bulunan, kavramlara ve kavramların sistemleştirdiği düşüncelere bağlıdır. Kişiliğini vahyin oluşturduğu insanlar olmaktan daha büyük bir şeref yoktur.

 

BİLMEK-ANLAMAK

Bilmek başka, anlamak çok daha başkadır. Evet dostlarım! Anlama yetisi her zaman yüceltilen bir yetidir. Bunu filozoflarda ifade ederler. Anlamak; çözmektir, kavramaktır, tanımaktır, tanımlayabilmek ve izah edebilmektir. Anlamak, hakikati keşfetmektir. Bilmek, sadece olgu hakkında bilgi sahibi olmaktır ve fazla bir anlam ifade etmez. Zira herkes bilebilir ama herkes anlayamaz. Eylem bile, bilmenin değil, anlamanın neticesidir. Zira insan anladığı zaman harekete geçer ya da kabullenir. Bu yüzden, Allah kimseyi anlama yetisinden mahrum etmesin, bu yetiye sahip olmayanlara da bahşetsin. Zamanımız da müthiş bir anlama sorunu vardır. Her şeyi yüzeysel değerlendiriyoruz, bildiğimiz kadarıyla konuşuyoruz. Ama anlamıyoruz ve anlamaya da çalışmıyoruz. Bu da sürekli olarak sıkıntı yaratıyor. Zaten anlaşamamazlıkların büyük ve temel nedeni de anlayamamadır. Anlayamayınca, sürekli suçlamalar sadır olmaktadır. Bu da iletişimi zora sokmaktadır. Emin olalım ki, her yerde bir anlama sıkıntısı vardır. Kusura kalmayalım, bu izahımız, olayı teşhis etmedir. Çözüm ise, anlamak için gayret etmek, anlamaya çalışmak ve anladıktan sonra yargıya varmaktır. Yargı; bilmenin değil, anlamanın neticesinde olur. Bizler okuyoruz ve okuyoruz. Biliyoruz ve biliyoruz. Ama asla anlamıyoruz, anlamaya da çalışmıyoruz. Kimse kusura bakmasın, gerçekten anlamıyoruz. Eğer anlasaydık, anlayabilirdik. Anlayabilseydik, idrak edebilir ve eylemlerimize yansıtabilirdik. Anlamayan insan, basit ve sığ şeylerde mutluluk arar, sadece zevahire takılır kalır. Kendi içine yönelemez, olayları derinlemesine tetkik ve tahlil edemez. Neyin, nereye varacağını kestiremez. Ne ile neyin ifade edilmek istendiğini fark edemez.

 

 

Tarih: 28.04.2012 Okunma: 654

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?