Türk Milleti, tarih denilen denizde bir
balık gibi yüzen millet olmuştur daima. Her coğrafyada, her cephede bulunmuş,
düşmanla karşı karşıya gelmiş, muhtelif devletlerin banisi olmuş ve tarihe
silinmeyecek bir mühür vurmuştur. Sanki bütün dünya tarihi, bir Türk tarihi
gibidir, şöyle tarihin sayfalarına bir göz atıldığı zaman. Savaşlarda ilk
anılan millettir ve daima son sözü söyleyen millettir. Bu durum arada bir
kesintiye uğramış olsa da, genel olarak değişmemiştir. Çin Seddi’nin kime karşı yapıldığı tarihi bir gerçektir. Kahpe Bizans’ı ürkütmüş, Çin’e korku salmış
ve nice milletlere diz çöktürmüştür. Kendi içinde de kavgası eksik
olmamıştır şüphesiz. Taht kavgaları, birbiri üzerinde ki hâkimiyet kavgaları Türk
tarihinin bir hakikatidir. Zamanlarına göre değerlendirildiği zaman, belki
makul sebepleri olabilir bu kavgaların. Ki, tarih okuması yaptığımız da sanki
derinden ihsas edebiliyoruz bunu. Ama her halükarda artık olan olmuş, geçen
geçmiştir. Bizim vazifemiz, yanlışlara takılmak, atalarımıza lanet okumak ve
yaptıklarının aynısını yapmak değildir, maziden ders almak ve hakikat nazarında
en uygun olanı icra etmektir. Güzellikler, doğrular fazladır ve bunları
almaktır işimiz; yanlışlara ve çirkinliklere takılıp kalmak ve sürekli bunları
gevelemek değildir. Ki, böyle bir davranışta, bize hiçbir şey
kazandırmayacaktır, belki de çok şey kaybettirecektir. Zaten Türk Milletinin de
melek olmadığını söyledik en baştan. İnsanın doğası bellidir ve insanın olduğu
yerde illaki yanlışlıklar olacaktır. Bir
milletin asla yanlış yapmayacağını, yaptığı yanlışların da doğru hanesine
yazılması gerektiğini söylemek alıklıktır ve işte gerçek ırkçılıkta budur.
İnsanlık namına tek üstünlük sebebi vardır; o da takva’dır. Yani Allah’tan hakkıyla korkup sakınmaktır. Zira her
kim olursa olsun, eğer ahlak ve adalete mugayir davranışlar sergiliyorsa, o
kimse asla iyi olamaz ve ona saygı duyulamaz. Zaten ahlaksız ve adaletsizde,
insanlığın yücelmesi, yükselmesi ve var olması muhaldir. Önderimize (sav) kulak verelim; ‘’yer ve gök, adalet üzerinde durur.’’ Ahlak adaletin temelidir,
adalet ise her şeyin temelidir. Ve haddizatında, böylece, ahlak, her şeyin
temeli olmuş oluyor. En yüce ahlak ise; Allah
Ahlakı’dır. Önderimizin (sav) ahlakı da, Allah Ahlakıydı. Bunu kıymetli
zevceleri, Hz. Ayşe annemizde
söylemişlerdi.
Türk Milleti, töre sahibi bir millettir ve
töre, bir anlamda, yaşam kaideleri olmuştur. Nizamı sağlayan hukuk sitemi
mahiyetinde algılanmış ve anlaşılmıştır daima. Töre hukuku belki sertti ama
insanlığa münafi bir mahiyette değildi. Töreyi çiğneyen hükümdar bile olsa
mutlaka tecziye edilirdi. Yalan söylemek yasaktı. Aman dileyene el kaldırmak
yanlıştı. Türk Milletini, bir arada tutan bağ olmuştur töre. Nesilden nesile
aktarılarak süreklilik kazanmıştır. Daima birliğin ve dirliğin temeli olarak
algılanmıştır. Binlerce yıllık hayatın öğrettiği ve kazandırdığı tecrübelerden
müteşekkil bir değerler bütünüydü töre. Türk Milleti, ne zaman ki, töresini
çiğnemiştir, yurdu da çiğnenmiştir. Töresini terk eden, kimliğini de terk
etmiştir. Bilge Kağan da bu konuya
şiddetle vurgu yapmıştır, Orhun
Kitabelerinde. Türk töresinde ailenin, atın, silahın ayrı bir yeri vardır.
Teşkilatçılığa büyük önem verilir. Devletsiz bir kolu yoktur tarihte, Türk
Milletinin. Tarih süreci içerisinde hiçbir dönem Türk Devleti olmayan bir dönem
olmamıştır. Her zaman eskinin küllerinden doğan bir devletimiz olmuş ve
zamanına damgasını vurmuştur. Daima, içeriden yıkılmaya çalışılmıştır. Bütün
Türk hakanları, kağanları, sultanları; ülkeleri, milletleri ve devletleri için
ne gerekiyorsa yapmaktan çekinmemişleridir. Milletlerine asla ihanet
etmemişlerdir. Milletlerine tepeden bakmamışlardır. Vatan toprağına apayrı bir
önem vermişlerdir. Milletleri üzerinde tahakküm kurmak değil, milletleriyle
birlikte insanlığa yön vermek istemişlerdir. Silahlarını daima düşmana
yöneltmişlerdir. Bütün Türk hakanları, halklarını adil olarak yönetmeye
çalışmışlardır. Hiçbir zaman, kendi menfaatlerine odaklanacak kadar
küçülmemişler, alçalmamışlardır.
Türk Milleti, destanlar yazan ve
destanlaşan bir millettir. En zor zamanlarda bile ayağa kalkmasını bilmiştir.
Kendi oyununu kurmuş ve oynamıştır. Kürşad’ın
yazdığı destan dillerden dillere aktarılarak bugünlere kadar gelmiştir ve
yarınlarda da unutulmayacaktır. Tabi bu kuru ifadelerle olacak bir şey
değildir, bizlerin iradesine bağlıdır. Vazifemizi haysiyetlice yaparsak ve
tarihi hatıralarımıza sahip çıkarsak mümkündür bu; bilakis bir güneşken, bir
muma dönmek mümkündür. Kürşad’ın kırk
yiğitle Çin Sarayı’na yaptığı baskın, müthiş bir direniş abidesidir. Özgürlüğe
düşkünlüğün delaletidir. Bir yönüyle, tıpkı Hz. Hüseyin’in kutlu direnişini
andırmaktadır. Evet, tıpatıp benzetmek belki haksızlık olabilir ama
benzeyen yönleri de yok değildir. İkisinde de zulme başkaldırı vardır. İkisinde
de şahadet vardır. İkisinde de azınlığın çoğunluğa meydan okuması vardır. Biri
milli tarihimizin, diğeri de dini tarihimizin birer abidesi olarak karşımızda
olanca görkemleriyle durmakta ve bizlere bir şeyler anlatmaktadırlar. Alınacak
çok dersler vardır. Bir taraftan kırk kişilik yiğidin, ordu sahibi bir düşmanın
sarayına baskın yapmasını düşünün, bir de diğer taraftan düşmanlar karşısında,
üstelik ordu sahibi olan bir milletin boyun eğmesini. Ne büyük çelişki ve ne
derin acı değil mi? Ne Hz. Hüseyinsiz ne
de Kürşadsız olamaz ve olmayacaktır. Türk Milletinin evlatları bunu bilmelidirler.
Ve dini-milli tarihlerine saygılı ve sadakatli olmalıdırlar. İşte ders alınması
gerekiyorsa, ders alınacak en güzel örneklerden biri bunlardır. Şüphesiz ki,
burada bir kıyas yapmıyoruz ve yapacak kadarda alık değiliz. Hz. Hüseyin,
elbette bizim göz bebeğimizdir, canımızdır. Ama Kürşad’ı da asla atamayız ve
unutamayız. Ama putlaştırma tehlikesinden de uzak durmalıyız. Zira bizi, mazi
değil, gelecek adına şimdilerde yapacaklarımız kurtaracaktır. Akletmek,
kurtarıcıdır.