Biz, Osmanlı Türk Devletinin temellerini,
kitabına saygısından, sabaha kadar ayakta kalan bir padişahın attığını
biliyoruz. Hatta rüyasında, kendisine ve nesline, uzun ömürlü bir cihan
devletinin bahşedildiği söylenmektedir. Bu
padişahımız ki; yollarının kuru bir kavga yolu olmadığını, davalarının kuru bir
cihangirlik davası olmadığını söyleyen bir padişahtır ve eylemleri de
kesinlikle sözleriyle mütenasip olmuştur, asla tenakuz olmamıştır söylemleri ve
eylemleri arasında. Aynı şekilde diğer padişahlarımız içinde geçerlidir, bu
söz ve eylem bütünlüğü, genel itibariyle. Şimdikiler gibi millet önünde başka,
oturdukları makamda başka olan ve sürekli iktidar ve dünya nimetleri peşinde
koşan sahtekârlar gibi olmamışlardır asla. Ki, zaten halimiz de malumdur bu
yüzden. Kadim devletimizin temellerini bu şekilde atmış olan necip insanların
torunlarıyız biz. Onlar, kim olduklarını ve kitaplarını biliyorlardı. Niçin ve
kim için çalıştıklarının farkındaydılar. Dostu ve düşmanı çok iyi tanıyorlardı.
Onlar konuşmuyorlardı, uyguluyorlardı. Beyliklerinin gereğini layığı ile
yapıyorlardı. Onlar, henüz kimsenin sırrına erişemediği bir cihan devletinin
banisi olmuşlardı. Savaş meydanlarında yıldırım gibiydiler. Onlar,
bozgunculuğa, vurgunculuğa, fitneciliğe ve fesatçılığa prim vermediler. İsyana
yeltenene hadlerini bildirdiler. Dinlerini ve törelerini çiğnetmediler.
Âlimlere karşı saygıda kusur etmediler. Madde-mana bütünlüğü içerisinde
yaşadılar.
İstanbul fethedildiği zaman, Fatih Sultan Mehmet, hocası Akşemseddin en önde bulunduğu halde şehre giriş yaptığı, halkın, Akşemseddin’i Fatih Sultan Mehmet zannederek alkışladığı söylenen bir şeydir. Ama milletlerine karşı da son derece vefakâr ve anlayışlı idiler. Onlar ölümden hiç korkmadılar. Bilakis, ölümün üstüne üstüne gittiler. Birinci Murat’ın gazadan önce şehit olmak için yaptığı dua bilinen bir gerçektir ve nitekim şehitte olmuştur. Allah cümlesinden rahmetini esirgemesin. Âmin. Bütün padişahlarımız, Hz. Hüseyin’in izinden gidiyorlardı ve Kürşad gibi bir atanın torunuydular. Savaş meydanlarında azametlerine yer ve gök şahitti. Hatta yer sarsılıyor, gökse çökecek gibi oluyordu. Bu çizgi, Atilla’dan Mete’ye, Alpaslan’dan Melikşah’a, Osman Gazi’den, Sultan Abdülhamit Han’a kadar genel olarak böyledir. Ve sadece içeriye değil, dışarıya da nizam veriyorlardı. Sözlerinin tesiri, sınırları aşıyordu. Sultan Abdülhamit Han’ın, hem Peygamberimizle hem de Fatih Sultan Mehmet atamızla ilgili müptezel oyunların oynanmasına İngiltere’de bile müsaade etmediği bilinen bir gerçektir. Düşmana karşı şedittiler ama asla adaletsiz değildiler. Esir aldıklarına, makamlarına göre saygı gösteriyorlardı. Asla itibarlarını sarsmıyorlardı. Savaş meydanlarında ise, asla aman vermiyorlardı. Adildiler ama gafil değildiler. Karamanoğulları sultanlarının onca ihanetlerine rağmen her devrin padişahınca affedildikleri tarihin hakikatleri arasındadır. Sultan Abdülhamit Han’ın sözünü burada anımsamamak elde değil. Şöyle diyordu; "Beni evhamlı sanıyorlardı. Hayır! Ben, sadece gafil değilim, o kadar!"
Ecdadımız Osman Gazi gibi, Yavuz gibi, Fatih gibi, Kanuni gibi, Sultan Abdülhamit Han gibi, gerçekten her yönden dahi olan devlet adamlarının, biz torunlarına emanet olarak bıraktıkları devlet, merkeziyetçi ve otoriter bir devletti. Padişah, hukukun işleyişinden, mutlak manada mesuldü. Yeryüzünün bütün bölgelerine yayılmış olan devlet, tek bir merkeze karşı sorumluydu. Kimse fitneye teşebbüs edemez, kafasına göre kararlar alamazdı. Başına buyrukluğa müsaade edilmezdi. Ama bu merkeziyetçilik, asla, zulüm ve kuru yönetim anlayışıyla yürümüyordu. Adalet ve ahlak temelinde işliyordu. Din belirleyici idi. Töre hukuku hâkimdi. Ne merkeziyetçiliği ne de otoriterliği, kesinlikle, başka devletlerin ki gibi zorbalık üzerinde değildi. Âlimlere karşı sadakat ve saygı vardı. Allah’a karşı mesuliyet bilinciyle hareket ediliyordu. Bu yüzden millete karşı vefalı olunur, milletin ihtiyaçlarına duyarsız kalınmazdı. Millete rağmen hiçbir icraat yapılmazdı, yapılamazdı. Ganimetler toplumun ortak malıydı. Millet dâhilinde ayrıcalıklı bir sınıf yoktu. Bakınız Nurettin Topçu üstat nasıl haykırıyor sessizliğin kalbinden; ‘’Fatih’in çocukları! Putlarımız yoktur. Aşkımız, imanımız vardır. En üstteki kuvvete değil, en üstteki Kitab’a uzanınız! İradesiyle harikalar yaratan Fatih’in beldesinde hala ölülerden medet umanlar, türbelerden istimdat bekleyenler, kaderini piyangoya bağlayan aileler, vahşi boğuşmalarda ki muvaffakiyetleri alkışlayan genç nesiller ve her yabancı kültürün esiri ve meddahı körpe dimağlar dolaşıyor. Bize mutlaka bir inkılâp lazım. Asla yapılmayan inkılâp! Fatih Sultan Mehmet’in mübeşşir ve mürşit olduğu bu inkılâbın rüyasını hiç görmüyor muyuz?’’ Maatteessüf, rüyasını bırakın, hayal bile edecek halimiz yok. Adeta çürümüşüz, çökmüşüz. Üstelikte, daha genç yaşımızda bu haldeyiz. Yarınlarımızı düşünmek bile korkunç! Allah, uyanmayı, dirilmeyi ve kendimize gelmeyi nasip etsin! Âmin.