Oy gizli, haber kutsal, yorum hürdür.
Kutsal kitaplarda “kıyamet”, birkaç safha halinde anlatılır:
İlk önce, “Dünya yıkılacak, tarumar olacak, herkes ölecek, canlı hiçbir mahlûk kalmayacak”.
Erzincan’da 13 Mart 1992’de bir deprem yaşadık. O dehşet verici sarsıntıda merkez yıkıldığı halde, şehrin kuzeyinde bulunan apartmanlar yıkılmadı ve lojmanlar bölgesindeki herkes sağ kurtuldu. O gece kimse evlerine giremedi. Ertesi gün gelip baktık... Kimi apartmanlar az, kimileri çok hasar görmüştü. Bizimki de çok hasar görenler içindeydi.
Çoğu memur gibi bizim eş ve çocuklarımız da, tahsilleri aksamasın diye, iki gün sonra Erzincan’dan ayrıldı.
Az hasar gören lojmanlarda oturmaya devam edenler oldu. Bu arada, eşyalar dairelerde kaldığı için, ihtiyaç oldukça evlere girip-çıkıyorduk.
Aybaşındaki Ramazan Bayramı dolayısıyla ben de 1 haftalığına şehirden ayrıldım.
Döndüğümde, depremin üzerinden 1 ay kadar bir süre geçmişti. Lojmanlar bölgesine gittim.
Gördüğüm manzara, tam, kutsal metinlerde anlatılan “kıyamet gününün tasviri” gibiydi... Bayram günlerinde bir fırtına çıkmış ve zaten hasar görmüş olan çatıları uçurmuş, lojmanlar bölgesi “tarumar” olmuş, hiç kimse kalmamıştı. Evleri “az hasar” görmüş olanlar da bölgeyi terk etmişlerdi. Hiçbir canlı gözükmüyordu. Bir ay öncesine kadar cıvıl cıvıl olan Erzincan’ın kuzeyi, şimdi bir hayalet şehirdi sanki. Bu görüntü, ister istemez size, “kıyamet”ten bir sahnenin karşısında olduğunuzu hissettiriyordu.
x x x
KIYAMETTE İKİNCİ SAFHA
“Sonra, ölenler dirilecek... Büyük bir meydanda, Mahkeme-i Kübra’da toplanacak. O meydanda zengin-fakir, bey-efendi, ağa-paşa, makam-mevki-rütbe, sınıf farkı olmayacak... Herkes birbirine eşit halde oraya gelecek...”
Silivri’deki mahkeme salonu tam da burada tarif olunduğu gibiydi. Duruşma başlamadan önce, bir saat kadar serbest zaman var. Sanıklar, peyderpey geliyor ve kendilerine ayrılan bölümün son tarafında, belli bir mesafeden izleyicilerle görüşmesi mümkün oluyor. İşte orada, on metrekarelik bir alan içinde, 10-15 kadar Or ve Kor generali görebiliyorsunuz.
Görevli oldukları sırada ulaşılamayan, yaklaşılamayan, dokunulamayan üst rütbeli general ve amiralleri bu kadar dar bir alanda ve aranızda hiçbir “üstünlük” olmadan görmek, o mekandaki herkesin birbirine eşit olduğunu idark etmek, “kıyamet”in ikinci safhasını önünüze seren bir sahneydi.
x x x
Birkaç sene önce tanıştığımız, emekli bir Hâkim Hanım var.. Bir sohbet esnasında dedi ki; “Her hâkim ve savcı, mesleğe başlamadan evvel, 6 ay cezaevinde kalmalı. Verdikleri ceza ile ‘sanık’ları nereye gönderdiklerini iyi bilmeliler.”
Subaylar için de böyle “staj”a ihtiyaç var mı? Hayatımızın büyük bölümü yatılı askerî okullarda ve dağlarda-bayırlarda geçtiği için belki yok.
Lâkin şimdi başımıza bir “badire” geldi. Çok farklı, çok anormal bir “tecrübe” yaşıyoruz. Böyle bir “vaka” elbette temenni edilmez. Fakat işte kaç senedir yaşanan bir hakikat...
Üst rütbeli subayların hürriyetlerinin bağlanmış olması “ağır bir sosyo-kültürel ve bilhassa psikolojik bir travma”. Çok ibret verici... Çok dersler çıkarılacak tarihî bir hadise.
Buradaki bütün subayların da ders aldığına eminim.
Bir “kıyamet” sahnesini andıran bu “anormal” “tecrübe”nin, muhataplarının anlayışlarını tamamıyla değiştirdiği kanaatindeyim. Hatta bir “zihniyet sıçramasından” bile söz edilebilir. Bu “tecrübe”, herhalde, zihinlerde “hak-hukuk, söz hakkı, kişi hürriyeti ve demokrasi”yle ilgili derin tesirler bırakmıştır.
Keşke buradaki muvazzaf general ve subaylar meslek hayatlarına devam edebilse...
Buradan aldıkları ders ve tecrübeyle Silahlı Kuvvetlere ve ülkeye çok yararlı hizmetleri dokunabilir.
x x x
ESAS OLAN
Kişi gerçeği kalbiyle görür; esas olan gözle görülemeyendir.
Antoine De Saint
x x x
LEMAN’DAN, 13 Haziran
NOT: Resim görünmüyorsa firefox’tan açmayı deneyin.