Fransızlarda, “mezar taşları gibi yalan söylemek” gibi bir tekerleme var. Kendi hayat hikayesini anlatmak da, buna benzer. Önce, hafızamızın aynasında sadık akisler aramak ve onları infiallerimizin, egoizmimizin eklediği çizgilerden ayırdetmek kabil mi? Başka bir deyişle kendimizi ne kadar tanıyabiliriz? Belki otobiyografik roman kaleme almak caiz, ama birkaç sayfada bütün bir ömrün muhasebesini yapmak hem tehlikeli, hem abes. Her hal tercümesi bir müdafaanamedir. Kendimizi tanımak irfanın varabileceği en yüksek merhale. Çağdaşlarımızın şahadeti de emin bir kılavuz olmaktan uzak. Topluma yol göstermek gibi küstah bir bir macera içinde yer alan gafiller ister istemez o toplumun belli fertleri tarafından göklere çıkarılırken, menfaatleri zedelenen bir çoklarınca yok farzedilmeye mahkumdurlar. Bu yargıların hangilerini ciddiye alacağız ?
Galiba Cemil Meriç’i bir yabancı olarak ele almak ve ondaki gerçek veya mevhum bir takım meziyetlerin nasıl ve niçin oluştuğunu tespit etmeye yeltenmek yapılabilecek en makul davranış. Çağdaşlarım arasında övünebileceğim ilk farikam: sınıf tanımaz bir tecessüs, düşünceye karşı beslediğim kayıtsız şartsız saygı ve oldukça güçlü bir hafıza. Hem kendi yazdıklarımı, hem de başkalarının fikir ve edebiyat mahsüllerini çok ciddiye almışımdır. Benim için kutsal bir iştir yazmak. Edebiyat bütün devirlere ve bütün insanlığa hitap eden bir iletişim yoludur. Sanıyorum ki mizacımın bu yönleriyle vatandaşlarımdan bir parça farklıyım. Mizaçta kalıtımın büyük payı var. Ne kadar büyük, ne kadar kesin, bilemem. Kaldı ki kalıtım zincirini sonuna kadar takip etmek de hem çok güç, hem de çok aldatıcı olabilir. Bu itibarla Cemil Meriç’in hal tercümesini yazmaya çalışırken uzak veya yakın cedlerini sahneye çıkarmak pek aydınlatıcı olmaz. En iyisi yetiştiği sosyal çevreyi tanımaya çalışmak ve kabiliyetlerini bu çevreyle izaha kalkışmak olsa gerek.
27 Mart 1983
x x x
SON ÇEYREK ASRIN ŞİİR HAYATI
Aziz Kardeşim Muhsin Bey,
Nazik mektubunuzu nezakete susamış bir insanın derin iştiyakı ile dinledim. Müşküllerinizi ne dereceye kadar halledebilirim, bilemiyorum; fakat samimiyetinize inandığım için de suallerinizi cevapsız bırakmaya gönlüm razı olmadı: Hûz mâ sefâ, da mâ kede(ü)r (Hoşuna gideni al, gitmeyeni bırak)!
Şiir, şahsî zevklerin mutlak hâkim olduğu bir alan. Frenkler, “aşçı olarak yetiştirilebilir insan, ama kebapçılık hususî kabiliyet ister” demişler. Sanat da hususî bir kabiliyet işi. Dünyanın hiçbir kitabında belli bir reçete yok. Bu çerçeve içinde her tercih enfüsî(öznel) olmak zorundadır. Belki mucip sebepleri sıralayarak hükümlerimizi aklîlelştirebiliriz. Umumide kalmak şartıyla benim de yapabileceğim bundan ibaret olacak.
Kitaplarımı okuduğunuza göre, edebiyata nazımla başladığımı biliyorsunuz. Bu, hem edebiyatımız, hem de dünya edebiyatı bakımından çok tabiî. Hayatı kelimeler dünyasında geçmiş bir adam olarak yazılarımda hep “güzel”i aradım. Önce bütün divanları (bulabildiklerimi kastediyorum) tarayarak başladım işe. Sonra “Hececiler”le günler ve aylar geçirdim. Bu yolculuklardan edindiğim kanaatı birkaç cümleyle hülasa edebilirim: 1) Nazmın en mükemmel örnekleri aruzla yazılmıştır. Aruzun musikisinden mahrum bir nazım, klasik vasfına lâyık değildir. Şiir, önce musiki demek olduğuna göre, nazmın ahenginden kolay kolay vazgeçemez. Hececiler de hiçbir zaman aruz şairlerinin ulaştıkları irtifaı bulamadılar. 2) Muhtevaya gelince... Mükemmel bir nazmın gerçekten şiir olabilmesi için geniş bir irfan, zengin bir kelime hazinesi vazgeçilmez şartlardır. Samimiyet, yani söylenenlerin gönülden fışkırması da icap eder.
Elbette ki şiir, bir yanıyla tasannudur (yapmacık, olduğundan süslü gösterme) ama, tasannu kendini hissettirirse şair sadece nâzım olur. Sanat veya tasannu gülün kokusu gibi koklanacak, sezilecek fakat gizli kalacaktır. Yahya Kemal büyük bir nâzım ve zaman zaman kuvvetli bir şairdir. Abdülhak Hamit içli bir şair, zaman zaman kuvvetli bir nâzımdır. Haşim, hemen her zaman güçlü bir şair, arada bir kusursuz nâzımdır. Hece şairleri içersinde aruzu başarıyla kullanmış olanlar nadiren hece veznini de başarıyla kullanabilirler: Meselâ Rıza Tevfik ve Faruk Nafiz.
Nazım Hikmet’e geçelim. Senelerce büyük bir tedirginlik duyarak okuduğum bu şairin başkalarında rastlamadığım hususiyetleri var. Bir defa dilini çok iyi biliyor. Aruza aşinadır. Kullandığı serbest nazım aruzun bütün imkânlarından faydalanır, orkestralaşan bir vezindir bu. Şair, çağının bütün düşünce hayatına oldukça açıktır, yani dönemin en çok okumuş insanlarından biridir. Samimiyetinin, buna cesaret de diyebiliriz, tehlikelerini uzun mahpusiyet yıllarıyla karşılamış ve hep kendisi kalabilmiştir. Şiirimizin Nazım’la sona erişi şüphe yok ki çok aşırı bir iddia. Ne var ki, aydınlığa büyük ihtiyacı olan zamanımızda, şiirin büyük bir yeri olmayacağı düşünülebilir. Nitekim edebiyetını en iyi bildiğim Fransa’da Baudelaire de Rimbaud’dan sonra büyük şair gelmemiştir bence. Hele bizde nazımperestlik bir çocukluk hastalığı diye vasıflandırılabilir. Mevlana’dan, Hafız’dan, Baki, Yahya Kemal’den sonra kelimeleri aynı telakat ve aynı musiki içinde ebedileştirmeye kalmak mümkün müdür bir, lüzumlu mudur iki? Dilimizin bugünkü durumunda üstatlarımızın çıktığı irtifaa çıkmak kabil değildir inancındayım. Amaç güzeli yakalamak olduğuna göre, nazmın imkânlarından vazgeçerek daha bayağı ve daha az şairane olan nesire başvurmak neden caiz olmasın? Şiirde “orta” yoktur, musikide olmadığı gibi. İlham Rabbanî bir mazhariyet olduğuna göre, bu mevhibeden nasibedar herkes kıyamete kadar şiire iltifat edecektir. Yalnız büyük seleflerini tanımak, onların dolaştığı şahikalardan haberdar olmak, keşfedilmemiş kıtalar varsa o kıtaları fethetmeye çalışmak, kendine saygısı olan her kalem sahibi için bir dürüstlük borcudur. Tekrar ediyorum, şiirleriniz büyük vaitler taşıyan birer goncadır. Bu goncaların muhteşem birer gül olması için evvela kendi edebiyatınızı, sonra da dünya edebiyatını çok iyi bilmeniz yetecektir sanıyorum. Şiirin dünya durdukça var olacağı, romantizmden bu yana defalarca söylendi. Buna inanmışım veya inanmamışım, hiçbir önemi yok. Her çağın kendine göre bir şiir dünyası olacktır. Mesele Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalışmak değil, büyük üstatlara lâyık olabilmek için onları yakından tanımak ve dilimizin kısıtlı da olsa bütün imkânlarından faydalanarak kendi sesini duyurmaya çalışmaktır. Ben yaşlı bir okuyucunun alışkanlıklarına bağlıyım. Toplumdaki zevk değişikliklerini izleyemeyecek kadar taşlaşmış bir idrak içinde bulunabilirim. Üzülerek itiraf edeyim ki, son çeyrek asrın şiir hayatını pek cılız buluyorum. Bu mahkumiyet kararının mucip sebepleri var şüphesiz. Öce dildeki sefalet, sonra irfan yokluğu, sonra insanı insan yapan ideallerin eski zindeliğini kaybetmiş olması.
Mektubunuzu cevapsız bırakmamak için hemen karaladığım bu satırlar elbette düşüncelerimin bütününü aksettirmiyor. İleride daha uzun konuşmak arzusuyla muhabbetlerimin kabulünü dilerim kardeşim.
11 Ekim 1982