Ne diyordu Seneca? ‘’İyi bir zihne sahip olmanın ilk şartı; zihnine her şeyi
doldurmamaktır’’ diyordu. Ne kadar
isabetli bir söz değil mi? Zihne her şeyi doldurursan kirlenir ve kokar. Biz,
millet olarak, zihnimize her şeyi doldurmayı çok seviyoruz. Daha doğrusu böyle
değildik ama bu hale getirdiler bizi. Bu yüzden de algılama, anlama, düşünme ve
idrak etme melekelerimiz dumura uğramış durumdadır. Bugün bizi kurtaracak yolu
niçin bulamıyoruz, bizi yüce iyiliğe götürecek kılavuzu niye seçemiyoruz? Çünkü
beynimiz ve ruhumuz temiz değil ki, temiz bir adım atmaya yardım etsinler? Niye
gerçekten, hür ve bağımsız temelde düşünemiyoruz, olaylara bakamıyoruz? Niye ucu
bize de dokunabilir endişesiyle hakikatin ortaya koyulmasından ürküyoruz? Çünkü
kirliyiz. Temiz bir dünyada bütün kirlerimiz görülecek diye korkuyoruz. Düşünmenin,
tıpkı zekâtın malı temizlediği gibi, ruhu ve beyni temizleyeceğini fark
edemiyoruz. Temiz bir zihnin, berrak ve bütün dış etkilerden arınmış bir bakış
açısı sunacağını fark edemiyoruz. Bir bilgin bir söz söylemiş, demiş ki; ‘’büyük kafalar, toplumda ki hak
eşitliğinden tiksinir.’’ Aslında üzerinde derin düşünülse hak verilebilecek
bir söz. Çünkü toplumda o kadar andaval var ki, siz o andavallarla aynı kulvarda
değerlendiriliyorsunuz. Hatta bu söz eksik, toplumda hak eşitliği değil, uçurum
gibi bir eşitsizlik bile var. Şöyle ki; topluma zerre katkısı olmayan bir kişi,
topluma sayısız katkılarda bulunmuş bir adamdan daha çok itibar görüyor, daha çok
hakka sahip oluyor. Doğal olarakta, insanda bir tiksinti hâsıl oluyor. Dördüncü
sınıf beyinler, birinci sınıf beyinlere hükmediyor. Şimdi gelsin de, bilginin
bahsettiği büyük kafalar bundan iğrenmesin, tiksinmesin. Sizlerin hiç
tiksindiğiniz olmuyor mu bu durumdan? Eminim ki oluyordur ama yapacak bir şey
yok. Böyle durumda da üstat Necip Fazıl
gibi dudak ucuyla terennüm ediyoruz; ‘’akrebin
kıskacında yoğurmuşsa bizi kader, aldırma bu dünya böyle gelmiş böyle gider.’’ Aynı
şeyi farklı bir minvalde ve farklı bir mevzuda Arthur Schopenhauer da söylüyor. Ama yine de, her halükarda, ‘’söylesek hükmü yok, sussak gönül razı
değil’’ kabilinden, hükümsüz de kalsa sözümüz, susamıyoruz haksızlıklar
karşısında. Tiksinti uyandıran, mide bulandıran pislikleri de, o pislikleri
işleyen pislikleri de ifşa etmeye gayret ediyoruz. Çünkü her insanın kendi
yaşadığı çağına tanıklık ettiğini ve o çağın problemlerine karşı duyarlı olması
gerektiğini ihsas ediyoruz.
Sevgili dostlar! Düşünmek öyle güzeldir ki, içiniz de, insan olarak var
olduğunuza ve insan olarak kalmak adına savaşım vermeniz gerektiğine dair yüce
bir his uyandırır. Rüzgârla konuşursunuz, yağmurla sevişirsiniz, nehirlerle
boğuşursunuz, kuşlarla türkü söylersiniz, dağlarla dertlenir, ormanlarla
yalnızlığınızı paylaşırsınız. Yalnızlığınız da bile yalnız değilsinizdir. Sevginize,
bakışınıza, duruşunuza, dostluğunuza ayrı bir derinlik katar düşünmek. Bir yazıyı
okumaktan, o yazıyı anlayıp tahlil edebilmekten büyük bir keyif alırsınız,
düşüncenin sayesinde. Anlayışınız ayrı bir mahiyet kazanır. Kavganız bile daha
anlamlı olur. İhanetten korkarsınız, hainliğin tarifsiz bir mikropluk, alçaklık
olduğunu duyumsarsınız düşündüğünüz zaman. Haksızlık yapmaktan utanırsınız. Düşünen
adam gerçekten asildir. Yüreği inceciktir, naiftir, narindir. Ama aynı zamanda
bir o kadar isyankârdır, cesurdur. Bakınız Arthur
Schopenhauer ne diyor; ‘’düşünce
dolu konuşmalar, ansızın usa gelen düşünceler, yalnızca anlayışlı topluluklara
uygundur. Sıradan topluluklarda onlar hiç mi hiç sevilmezler. Çünkü bu sıradan
topluluklarda sevilmek için, insanın kesinlikle bön, dar kafalı olması gerekir.’’
Yaşadığımız dünyaya ne kadar da uyan bir söz değil mi? Şimdi ki çağda, bön
olmak, dar kafalı olmak marifet, çünkü ucuz kafaların ama pahalı zevklerin
bulunduğu dünyaya adım atmak ancak bu şekilde mümkün. İşte bu tiksindiriyor
insanı. Ama suç yine insanda, çünkü düşünmekten kaçıyor ve alıklığın çukuruna
bile isteye düşüyor. Sonra da düşüncesizce bağırıyor. Bilmeden seviyor,
bilmeden konuşuyor, bilmeden yola çıkıyor. Bilgiye dayanan sevginin,
konuşmanın, bilgiye dayanarak çıkılan yolun kıymetini idrak edemiyor. Bu durumlara
hayatımızın her yönünde şahit oluyoruz, çünkü bu ucuzluklarla kuşatılmış
durumdayız.
Değeri olanın saygı
görmediği, saygı görenin ise değersiz olduğu bir dünyanın yolcularıyız ne
hazindir ki. Çünkü tiksinti uyandıran ucuz insanların gönüllü mahkûmlarıyız. Oysa
düşünen adam, değerli olanın kim olduğunu fark edecek kadar zekâya sahiptir. Şerefli
olduğumuz iddiasındayız ama şerefsizlerin sofrasında oturuyoruz. Çünkü düşünen
değil, düşündüğünü sanan tipleriz. Oysa düşünen insanın üzerinde şeref elbisesi
giyilidir. Düşünen adamın ruhu şerefsizliği sindiremez. Düşünen adam, şerefli
adam varken, şerefsizin tercih edilmesinden iğrenir, tiksinir, utanır. Okumanın
önemli olduğundan sık bahseden, düşünmenin niteliğinden dem vuran ama okuyana
ve düşünene değer vermeyen kirlenmiş ruhların dünyasında yaşamak boğuyor insanı
emin olun. Ne kadar da sahtekârız, riyakârız. Tırnaktan, saç teline kadar
aynıyız. Devlet büyüklerine bile baksanız, okumaktan ve düşünmekten bahsederler
ama giderler, değersiz, niteliksiz, beş para etmez şerefsizlerin önünde diz
çökerler, yaltaklanırlar. Çünkü bunlar, okumanın ve düşünmenin yüceliğini idrak
edememişlerdir, sadece bu yönlü yüce erdemlerden bahsederek, kendilerine bir
paye kapmaya çalışmaktadırlar. Erdemsiz de erdem ne arasın oysa. Lafazan,
sözden ne anlasın oysa. Böylece, üstün nitelikli seçkin şahsiyetler bir köşeye
çekilip yalnızlığı seçmekte ve ölümü beklemektedirler. Oysa sunacakları
katkılar paha biçilemez niteliktedirler. Ama bunu, ince ve ucuz hesapların
yapıldığı dünyanın zavallı köleleri olan ve devlet adamı diye tavsif edilen
sefiller ne anlasın. Bu sefillere büyük kafalardan değil, büyük rantlardan
bahsedin, hemen; nerede? Diye soracaklardır.