Ayşe HÜR/RADİKAL
Mısır’da seçilmiş Mursi yönetimine darbe yapan Sisi yönetimindeki
ordu birliklerinin ülkeyi kan gölüne çevirdiği bu günlerde, Suudi
Arabistan Kralı Abdullah bin Abdulaziz, ‘Mısır’ı teröre karşı savaşında
desteklediğini’ açıklayarak, “Mısır’ın içişlerine karışarak fitneyi
ateşlemeye çalışanlar karşısında Mısır’la birlikte duruyoruz” dedi.
Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün de bu açıklamaya destek verdi.
Türkiye’de hükümet çevreleri öfke oklarını ‘darbe’ sözünü ağzına
almamaya çalışan ya da darbeyi yarım ağızla kınayan Batı ülkelerine
çevirmiş olduğu için bu açıklama hükümete yakın ajans ve medya
tarafından ustaca yönlendirilen kamuoyunda pek tepki uyandırmadı.
Suudilerin tavrını açıklamak için, Mısır’daki Müslüman Kardeşler (veya
İhvan) hareketinin nasıl bir İslam’ı temsil ettiğini ve Suudi
Arabistan’ın resmi mezhebi olan Vahhabiliği anlamak gerekir. Bunlardan
ilkini 6.12.2011 tarihinde, Taraf gazetesindeki köşemde ‘Müslüman
Kardeşler kimdir?’ başlıklı yazımla uzunca anlatmıştım. Vahhabiliği
anlamak için ise Selefiye hareketinin tarihçesinden başlamak gerekir.
SELEFİYE’NİN DOĞUŞU
Temel kaynaklara yani Kuran’a ve sünnete dönme hareketi olan Selefiye
hareketini, Abbasiler Dönemi’ne damgasını vuran Mu’tezile ve Eş’ariye
tartışmasına bir cevap verme iddiasında olan Ahmed bin Hanbel’e
dayandırmak mümkün. Selefilere göre akıl, vahiy karşısında Mu’tezile’nin
iddia ettiği biçimde mutlak bir ölçüt olmayacağı gibi, Eş’ariye’nin
ifade ettiği gibi imanın sağlam temellere oturtulması görevine de uygun
değildi. Hanbeli mezhebine mensup alimler tarafından bile eleştirildiği
için uzun yıllar gizli seyreden akıma ikinci kez can veren İbn-i
Teymiyye (ö.1328) ve onun öğrencisi İbn-i Kayyım el-Cezviyye’di
(ö.1350). Bu canlanışı dönemin siyasi olaylarından, yani Abbasi
halifeliğinin çöküşü, Moğolların 1258’de Bağdat’ı yağmalaması üzerine
İslam ülkelerinde ortaya çıkan çöküşten ayrı düşünmek doğru olmaz.
Selefiye’yi bir adım daha ileri götüren ise Hicaz’lı Muhammed bin
Abdülvehhab (ö.1792) oldu. Tarih boyunca pek çok isyana katılan savaşçı
Temime kabilesinin bir üyesi olan Abdülvehhab’ın izleyicileri
kendilerini Muvahhidin olarak adlandırıyorlardı, ancak hareket rakipleri
tarafından kısaca Vahhabilik diye anıldı.
Bazı İslami yazarlara göre İngilizlerin desteklediği Abdülvahhab şirk
içindeki insanlara tevhidi benimsetmek için kılıç kullanmanın zorunlu
olduğunu, can ve mallarının helal sayıldığını öne sürmüş, böylece
yağmacılık ve yayılmacılığa cihat adına kutsallık kazandırmıştı. Halen
Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi olan Vahhabilik’e göre Kur’an ve
sünnet, metinlerin sözel anlamına bağlı kalınarak anlaşılmalı,
kesinlikle yorumlanmamalıdır. Buna karşılık içtihat kapısı açıktır ve
herkes içtihatla yükümlüdür. İslam’ın öngördüğü görevleri yerin
getirmeyen kişiler mümin sayılamaz, tütün içmek, çalgı dinlemek, ipek
elbise giymek, kurban kesmek, adakta bulunmak vb. yasaktır. Bunları
yapanlar şirk içindedir ve şirke düşenlere karşı her türlü şiddet
uygulamak vaciptir.
Vahhabilik bölgenin güçlü ailelerinden Suud ailesinin şahsında Necd
bölgesini ele geçirdiğinde II. Mahmud’un askeri yollarla hareketi
sindirme çabaları işe yaramamıştı. Osmanlılar eski bir devlet geleneğine
başvurarak işi nasihatle halletmeyi düşünmüş, Müderris Âdem Efendi’yi
1802’de Kudüs Kadısı tayin edip sadrazamın mektubuyla Necd’e
göndermişlerdi. O sıralarda Mekke Şerifi olan Abdülaziz İbn-i Suud
başlangıçta Âdem Efendi’ye saygı göstermişse de bu durum kısa sürmüştü.
II. Mahmud, Vahhabi meselesinin hallini 1805’te Mısır Valisi Kavalalı
Mehmet Ali Paşa’ya ısmarladı. Kavalalı Paşa Suudilerden geri aldığı
Kâbe’nin anahtarlarını 2 Mayıs 1813’te İstanbul’a göndererek ilk
zaferini kazandı ancak Osmanlılarla Kavalalı’nın bozuşmasından sonra
Mısırlılar Hicaz’dan çekildiler ve Arabistan yeniden Suudilerin
kontrolüne girdi.
SUUDİ İHVANI VE BAĞIMSIZLIK
1900’lere gelindiğinde İstanbul, Hicaz bölgesine gönderecek valiyi bile
zor buluyordu. Örneğin 1909’da Beşinci Ordu Müşiri Osman Fevzi Paşa ve
Piyade Dairesi Reisi Ferid Paşa, valilik görevini reddetmişti. Kosova
Valisi Hadi Paşa ise atandığı halde göreve gitmemişti. Sonunda görevi
kabul eden Manastır Kumandanı Fuad Paşa ise çok geç gittiği yetmezmiş
gibi, birkaç hafta sonra geri dönmüştü. 1910’da Müşir Abdullah Paşa,
1913’te Münif Paşa atanmaya çalışılmış ama başarılı olunamamıştı.
1912’de Suud Ailesi İhvan (Mısır İhvanı ile karıştırılmamalı) adlı
dinsel ve askeri bir örgüt kurdu ve tam bağımsızlık için mücadeleye
başladı. Bedevilerin desteğini alan İhvan birlikleri 1919’da Hicaz’a
saldırarak (hikâyesini aşağıda anlattığım) Mekke Şerifi Hüseyin’in
kuvvetlerini ağır bir yenilgiye uğrattı, ardından da Kuzey Arabistan’ı
ele geçirdiler.
Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubu Osmanlı İmparatorluğu 1918 tarihli
Mondros Mütarekesi gereğince Hicaz’dan çekilince Vahhabiler 1924’te
Mekke ve Taif’e girdi, ardından Medine ve Cidde teslim alındı. 1921’de
kendini Necd Meliki ilan eden Suudi ailesinden Abdülaziz 1926’da Hicaz
ve Necd Kralı oldu, 18 Eylül 1932’de bugünkü Suudî Arabistan
Krallığı’nın başına geçti. İngilizlerin de yardımıyla Hicaz, Taif ve
Mekke’yi alan Abdülaziz bunun karşılığında İngiliz egemenliği altındaki
Irak ve Ürdün’le çatışmaktan vazgeçtiğini açıkladı ve İngilizlerle bir
dostluk antlaşması imzaladı.
Ancak Abdülaziz’in Batı ile sıkı ilişkiler içine girmesi ve ülkede
modernleşme hareketlerine başlaması tutucu İhvan birliklerinin hoşuna
gitmedi. Birlikler Irak’a bir sızma harekâtı örgütleyince Abdülaziz
İngilizlerle birlikte örgüte karşı sert tedbirler almaya başladı ve
1930’da İhvan isyanı kesin olarak bastırıldı. 1930’da Suudi Arabistan
petrollerine ilişkin ilk etütler yapıldıktan sonra, 1933’de ABD
şirketlerine tanınan imtiyazla ARAMCO şirketi kurulduğunda İngilizler
petrol işlerinin dışında tutuldu. 1933’te. Roosvelt ile Abdülaziz
arasında başlayan dostluk ilişkisi 1942’de Riyad’da ilk ABD elçiliğinin
açılışıyla resmi hal aldı, 1944’te ARAMCO petrol çıkarmaya başladı.
1945’te Süveyş Kanalı’na demirleyen Amerikan gemisi Quincy’nin
güvertesinde yapılan toplantıda iki lider Ortadoğu’nun geleceğini
konuşuyordu.
EZELİ REKABET
Mısır’la Suudi Arabistan arasında Arap dünyasının liderliğini yapma
konusunda her zaman bir rekabet oldu. Buna Mısır’da Hasan El Benna ve
ardılı Seyid Kutup’un başını çektiği Müslüman Kardeşler hareketinin,
Selefiye hareketinin bir devamı olmasına rağmen Vahhabiliğe göre daha
ılımlı bir çizgiyi temsil etmesinin getirdiği gerilim eklendi. Son
olarak, Mursi’yi savunmak için orduya karşı yürütülen kahramanca
direnişin ilerde Suudi Arabistan’daki muhalif çevrelere kötü (!) örnek
olmasının telaşını da anlayışla (!) karşılamak lazım elbette. Peki
Türkiye’nin Mısır’daki son katliamlar üzerine ağır da olsa pozisyon
değiştiren Batılı ülkelere karşı en ağır ifadeleri kullanmayı sürdürdüğü
halde, Mursi yanlılarına terörist diyecek kadar ölçüyü kaçırmış olan
Suudi Arabistan ve Katar gibi Arap ülkelerine karşı hoşgörülü tavrını
nasıl açıklamalıyız? Bunun cevabını vermeyi siyaset bilimcilere
bırakalım...
Mekke Şerİfİ Hüseyİn ve ‘Arap İsyanı’
Hicaz’dan bahsedip de Mekke Şerifi Hüseyin’den bahsetmemek olmaz.
Osmanlı İmparatorluğu başından beri Arabistan Yarımadası’ndaki
egemenliğini Mekke şerifleri aracılığıyla kullanmıştı. Hüseyin bin Ali
(ö.1931) II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908’de Abdülhamid’in yerel
beyleri gözetim altına alma politikası kapsamında İstanbul’da ikamet
ediyordu. 1 Kasım 1908’de Şerif Ali Paşa’nın azledilmesinin ardından,
saray ve İTC arasında yapılan bir dizi tartışmadan sonra varılan uzlaşma
ile Mekke’ye şerif olarak atanmıştı. Şerif’i destekleyenler arasında
İngilizler de vardı.
Şeriflik makamı geleneksel olarak çok büyük itibara sahipti çünkü Şerif,
Hazreti Muhammed’in soyundan gelmekte olup Mekke ve Medine’nin
muhafızlığını yapmaktaydı. Mekke’ye döndüğünde Şerif’i karşılayan,
İstanbul’daki ‘devrim’in yansımaları olan toplumsal huzursuzluktu. Buna
ilaveten Arabistan Yarımadası’ndaki modernleşme çalışmaları Şerif’i
rahatsız etmeye başlamıştı. Bunlar arasında sembolik önemi en büyük olan
Hicaz Demiryolu idi. Demiryolunun Medine’ye kadar olan bölümünün
1908’de tamamlanmasıyla merkezi devletin elinin yöreye ulaşır hale
gelmesi bölgedeki huzursuzlukları körüklemiş ve Hicaz’da karışıklıklar
çıkmıştı. Şerif’in ilk seferi İbn-i Suud’a karşı oldu. Suud bazı
ayrıcalıklarından Şerif lehine vazgeçti ancak 1910’da yerel mahkemelerin
yeniden düzenlenmesine ilişkin karar; köleliğin kaldırılmasına yönelik
uğraşlar, 1913’te Medine’nin Hicaz’dan ayrılarak ‘müstakil sancak’
yapılması ve hac gelirlerinin bir bölümünün merkeze bırakılması
ihtimali, Şerif Hüseyin’in keyfini kaçıran diğer olaylardı.
Kitchener-Abdullah görüşmesiŞubat 1915’Te, Şerif
Hüseyin Osmanlı Meclisi’nde Mekke-i Mükerreme mebusu olan oğlu
Abdullah’ı Kahire’deki İngiliz Yüksek Komiseri Lord Kitchener’e
göndererek Osmanlı İmparatorluğu ile herhangi bir açık çatışmada
İngilizlerin kendilerine destek olup olmayacağını sorduğunda Kitchener,
iki kadim imparatorluk arasındaki geleneksel dostluğa atıfta bulunarak,
Osmanlı’nın içişlerine karışmayı düşünmeyeceklerini söylemişti. O sırada
henüz Almanya ile Osmanlı İmparatorluğu müttefik olmadığı gibi Almanya
ile Britanya da henüz savaşta değildi. Bu yüzden Kitchener, Ürdün
(Şeria) Nehri ile ikiye bölünmüş olan Filistin topraklarında, Akdeniz’le
Ürdün Nehri arasında kalan bölgenin Yahudi yerleşim alanı olarak
tanımlanması gerektiğini, Ürdün Nehri’nin doğusundaki toprakların ise
Britanya’nn denetiminde, Şerif Hüseyin’in büyük oğlu Abdullah tarafından
yönetilmesine izin vereceğini ima etmekle yetinmişti.
Ama savaşla birlikte durum hızla değişti. Britanya Savaş Bakanlığı’na
atanmak üzere Londra’ya çağrılan Lord Kitchener, Şerif Hüseyin’le ilişki
kurma görevini Sir Henry Mc Mahon’a bıraktı. Mc Mahon Hüseyin’in iki
oğlu Abdullah ve Faysal ile 10 mektupluk bir görüşme trafiği başlattı.
18 Şubat 1916’daki dokuzuncu mektupta Şerif’in halifeliğine bırakılan
‘Bağımsız Arap Devleti ise kuzeyde Adana-Mersin’e, batıda Kızıl Deniz’e,
doğuda Basra Körfezi’ne, güneyde Aden’i dışarıda bırakmak suretiyle
Hint Okyanusu’na uzanıyordu.
Bu görüşmeleri yaparken, Şerif Hüseyin bir yandan da dönemin
Suriye-Lübnan Valisi Cemal Paşa ile teması sürdürüyordu. Öyle ki, 1916
Şubatı’nda Cemal Paşa’dan 1.500 kişilik bir deve birliği oluşturmak için
50-60 bin lira, İngilizlerden ise aylık 50 bin Pound karşılığı altın
ile on binlerce çuval tahıl, kahve, şeker, ayrıca 500 sandık mavzer
almak üzere anlaşmıştı.
10 Mart 1916 tarihli son mektupta Mc Mahon, Erzurum’un Rusların eline
geçmesi ve Osmanlı ordusunun Kafkaslar’daki yenilgilerini Şerif’e
müjdeleyerek bir anlamda ‘Gazan mübarek olsun’ diyordu.
İsyan için 10 Haziran 1916 tarihi kararlaştırılmıştı. Bu tarihi günden
24 saat önce Şerif Hüseyin, Cemal Paşa’ya bir mektup gönderdi: Mektupta
özetle Arap milletinin taleplerinin yerine getirilmemesi halinde
Türklerle olan bağlarının tamamen kopacağı belirtiliyordu. Elbette 24
saat içinde taleplerinin yerine getirilmeyeceğini de biliyordu. 11
Haziran’da Mekke Şerif Hüseyin’in birliklerinin eline geçti. 27
Haziran’da Şerif Hüseyin kendini halife ilan etti. Cemal Paşa’nın
birliklerinin ağustos ayında II. Kanal Seferi’nde de başarısız olması
üzerine Britanya kuvvetleri Filistin’e ilerlediler ve Mart 1917’de
Bağdat’a girdiler. Haziran ayında Britanya Ordularının başına General
Allenby atandı. Şerif Hüseyin’in birlikleriyle desteklenen Allenby’nin
orduları önce Birüşşeba’yı, sonra Gazze’yi aldılar ve 9 Aralık 1917’de
Kudüs’e girdiler.
Savaş herkesin gayet iyi bildiği gibi, Ortadoğuda Britanya’nın zaferi
ile bitti. Türkiye’deki yaygın kanıya göre bunu Şerif Hüseyin’in
komutasındaki Arapların ‘Osmanlı İmparatorluğu’nu arkadan
hançerlemelerine’ borçluydular. Peki, durum gerçekten böyle miydi?
Aslında, Ortadoğu’daki savaş Birinci Dünya Savaşı açısından ikincil
öneme sahipti. ‘Arap İsyanı’ ise Ortadoğu’daki savaşta ikincil öneme
sahipti. Bu ilişki İngilizler tarafından, Fransızların bölgedeki
hedeflerini sınırlamaları için özellikle abartılmıştı. Şerif Hüseyin’in
Hicaz dışındaki kabilelerce desteklenmediği, hatta Hicaz’daki İbn-i
Reşid, İbn-i Suud ve İmam Yahya gibi önemli liderlerin dönemin Cemal
Paşa’nın yanında olduğu, milliyetçi talepleri olmayan Şii Arapların
Şerif’e uzak durdukları, Şerif Hüseyin’in cihat ilanının Mısırlı
entelektüeller arasında büyük huzursuzluk yarattığı, Suriyeli ve Iraklı
milliyetçilerin kendisine tabi olmaya hiç niyetleri olmadığı artık
biliniyor. Cemal Paşa’nın sert politikalarına rağmen Lübnan bile
İstanbul’a sırt çevirmemişti.
Şerif Hüseyin’in İngilizlere verdiği askeri destek cılızdı.
İngilizlerden 200 bin kişi toplamak için para almış ancak Haşimilerin
kontrol ettiği kabilelerin asker gücü 15 bin kişiyi aşmamıştı. Arap
birlikleri Cidde, Taif ve Medine’ye saldırmış ancak Medine’de Fahreddin
Paşa ve askerlerinin kahramanca müdafaaları yüzünden geri adım atmak
zorunda kalmıştı. Sadece Akabe’yi işgal ederek İngilizlerin Kudüs’ü
almalarına yardımcı olmuşlardı. Bütün bu tabloyu David Fromkin şöyle
özetlemişti: “Arap İsyanı’nın Britanya’yı kurtarması planlanıyordu,
halbuki Britanya Arapları kurtarmak zorunda kaldı.”
Özet Kaynakça: Mehmet Zeki İşçan,
Selefilik, İslami Köktenciliğin Tarihi Temelleri, Kitap Yayınevi, 2006;
Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı İmparatorluğu’nda
Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve (1908-1918), Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 1998; Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap
Bağımsızlık Hareketi, 1982; Efraim Karsh&Inari Karsh, “Myth in the
Desert, or Not the Great Arab Revolt”, Middle Eastern Studies, C. 3,
No:2, Nisan 1997, s. 267-312.