Vahhabilik, Suudiler ve Mekke Şerifi, Ayşe HÜR

GENEL HABERLER Misafir Yazar - 18.08.2013

Ayşe HÜR/RADİKAL

Mısır’da seçilmiş Mursi yönetimine darbe yapan Sisi yönetimindeki ordu birliklerinin ülkeyi kan gölüne çevirdiği bu günlerde, Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdulaziz, ‘Mısır’ı teröre karşı savaşında desteklediğini’ açıklayarak, “Mısır’ın içişlerine karışarak fitneyi ateşlemeye çalışanlar karşısında Mısır’la birlikte duruyoruz” dedi. Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün de bu açıklamaya destek verdi.

Türkiye’de hükümet çevreleri öfke oklarını ‘darbe’ sözünü ağzına almamaya çalışan ya da darbeyi yarım ağızla kınayan Batı ülkelerine çevirmiş olduğu için bu açıklama hükümete yakın ajans ve medya tarafından ustaca yönlendirilen kamuoyunda pek tepki uyandırmadı.

Suudilerin tavrını açıklamak için, Mısır’daki Müslüman Kardeşler (veya İhvan) hareketinin nasıl bir İslam’ı temsil ettiğini ve Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi olan Vahhabiliği anlamak gerekir. Bunlardan ilkini 6.12.2011 tarihinde, Taraf gazetesindeki köşemde ‘Müslüman Kardeşler kimdir?’ başlıklı yazımla uzunca anlatmıştım. Vahhabiliği anlamak için ise Selefiye hareketinin tarihçesinden başlamak gerekir.


SELEFİYE’NİN DOĞUŞU
Temel kaynaklara yani Kuran’a ve sünnete dönme hareketi olan Selefiye hareketini, Abbasiler Dönemi’ne damgasını vuran Mu’tezile ve Eş’ariye tartışmasına bir cevap verme iddiasında olan Ahmed bin Hanbel’e dayandırmak mümkün. Selefilere göre akıl, vahiy karşısında Mu’tezile’nin iddia ettiği biçimde mutlak bir ölçüt olmayacağı gibi, Eş’ariye’nin ifade ettiği gibi imanın sağlam temellere oturtulması görevine de uygun değildi. Hanbeli mezhebine mensup alimler tarafından bile eleştirildiği için uzun yıllar gizli seyreden akıma ikinci kez can veren İbn-i Teymiyye (ö.1328) ve onun öğrencisi İbn-i Kayyım el-Cezviyye’di (ö.1350). Bu canlanışı dönemin siyasi olaylarından, yani Abbasi halifeliğinin çöküşü, Moğolların 1258’de Bağdat’ı yağmalaması üzerine İslam ülkelerinde ortaya çıkan çöküşten ayrı düşünmek doğru olmaz. Selefiye’yi bir adım daha ileri götüren ise Hicaz’lı Muhammed bin Abdülvehhab (ö.1792) oldu. Tarih boyunca pek çok isyana katılan savaşçı Temime kabilesinin bir üyesi olan Abdülvehhab’ın izleyicileri kendilerini Muvahhidin olarak adlandırıyorlardı, ancak hareket rakipleri tarafından kısaca Vahhabilik diye anıldı.

Bazı İslami yazarlara göre İngilizlerin desteklediği Abdülvahhab şirk içindeki insanlara tevhidi benimsetmek için kılıç kullanmanın zorunlu olduğunu, can ve mallarının helal sayıldığını öne sürmüş, böylece yağmacılık ve yayılmacılığa cihat adına kutsallık kazandırmıştı. Halen Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi olan Vahhabilik’e göre Kur’an ve sünnet, metinlerin sözel anlamına bağlı kalınarak anlaşılmalı, kesinlikle yorumlanmamalıdır. Buna karşılık içtihat kapısı açıktır ve herkes içtihatla yükümlüdür. İslam’ın öngördüğü görevleri yerin getirmeyen kişiler mümin sayılamaz, tütün içmek, çalgı dinlemek, ipek elbise giymek, kurban kesmek, adakta bulunmak vb. yasaktır. Bunları yapanlar şirk içindedir ve şirke düşenlere karşı her türlü şiddet uygulamak vaciptir.

Vahhabilik bölgenin güçlü ailelerinden Suud ailesinin şahsında Necd bölgesini ele geçirdiğinde II. Mahmud’un askeri yollarla hareketi sindirme çabaları işe yaramamıştı. Osmanlılar eski bir devlet geleneğine başvurarak işi nasihatle halletmeyi düşünmüş, Müderris Âdem Efendi’yi 1802’de Kudüs Kadısı tayin edip sadrazamın mektubuyla Necd’e göndermişlerdi. O sıralarda Mekke Şerifi olan Abdülaziz İbn-i Suud başlangıçta Âdem Efendi’ye saygı göstermişse de bu durum kısa sürmüştü. II. Mahmud, Vahhabi meselesinin hallini 1805’te Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya ısmarladı. Kavalalı Paşa Suudilerden geri aldığı Kâbe’nin anahtarlarını 2 Mayıs 1813’te İstanbul’a göndererek ilk zaferini kazandı ancak Osmanlılarla Kavalalı’nın bozuşmasından sonra Mısırlılar Hicaz’dan çekildiler ve Arabistan yeniden Suudilerin kontrolüne girdi.


SUUDİ İHVANI VE BAĞIMSIZLIK
1900’lere gelindiğinde İstanbul, Hicaz bölgesine gönderecek valiyi bile zor buluyordu. Örneğin 1909’da Beşinci Ordu Müşiri Osman Fevzi Paşa ve Piyade Dairesi Reisi Ferid Paşa, valilik görevini reddetmişti. Kosova Valisi Hadi Paşa ise atandığı halde göreve gitmemişti. Sonunda görevi kabul eden Manastır Kumandanı Fuad Paşa ise çok geç gittiği yetmezmiş gibi, birkaç hafta sonra geri dönmüştü. 1910’da Müşir Abdullah Paşa, 1913’te Münif Paşa atanmaya çalışılmış ama başarılı olunamamıştı.

1912’de Suud Ailesi İhvan (Mısır İhvanı ile karıştırılmamalı) adlı dinsel ve askeri bir örgüt kurdu ve tam bağımsızlık için mücadeleye başladı. Bedevilerin desteğini alan İhvan birlikleri 1919’da Hicaz’a saldırarak (hikâyesini aşağıda anlattığım) Mekke Şerifi Hüseyin’in kuvvetlerini ağır bir yenilgiye uğrattı, ardından da Kuzey Arabistan’ı ele geçirdiler.

Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubu Osmanlı İmparatorluğu 1918 tarihli Mondros Mütarekesi gereğince Hicaz’dan çekilince Vahhabiler 1924’te Mekke ve Taif’e girdi, ardından Medine ve Cidde teslim alındı. 1921’de kendini Necd Meliki ilan eden Suudi ailesinden Abdülaziz 1926’da Hicaz ve Necd Kralı oldu, 18 Eylül 1932’de bugünkü Suudî Arabistan Krallığı’nın başına geçti. İngilizlerin de yardımıyla Hicaz, Taif ve Mekke’yi alan Abdülaziz bunun karşılığında İngiliz egemenliği altındaki Irak ve Ürdün’le çatışmaktan vazgeçtiğini açıkladı ve İngilizlerle bir dostluk antlaşması imzaladı.

Ancak Abdülaziz’in Batı ile sıkı ilişkiler içine girmesi ve ülkede modernleşme hareketlerine başlaması tutucu İhvan birliklerinin hoşuna gitmedi. Birlikler Irak’a bir sızma harekâtı örgütleyince Abdülaziz İngilizlerle birlikte örgüte karşı sert tedbirler almaya başladı ve 1930’da İhvan isyanı kesin olarak bastırıldı. 1930’da Suudi Arabistan petrollerine ilişkin ilk etütler yapıldıktan sonra, 1933’de ABD şirketlerine tanınan imtiyazla ARAMCO şirketi kurulduğunda İngilizler petrol işlerinin dışında tutuldu. 1933’te. Roosvelt ile Abdülaziz arasında başlayan dostluk ilişkisi 1942’de Riyad’da ilk ABD elçiliğinin açılışıyla resmi hal aldı, 1944’te ARAMCO petrol  çıkarmaya başladı. 1945’te Süveyş Kanalı’na demirleyen Amerikan gemisi Quincy’nin güvertesinde yapılan toplantıda iki lider Ortadoğu’nun geleceğini konuşuyordu.


EZELİ REKABET
Mısır’la Suudi Arabistan arasında Arap dünyasının liderliğini yapma konusunda her zaman bir rekabet oldu. Buna Mısır’da Hasan El Benna ve ardılı Seyid Kutup’un başını çektiği Müslüman Kardeşler hareketinin, Selefiye hareketinin bir devamı olmasına rağmen Vahhabiliğe göre daha ılımlı bir çizgiyi temsil etmesinin getirdiği gerilim eklendi. Son olarak, Mursi’yi savunmak için orduya karşı yürütülen kahramanca direnişin ilerde Suudi Arabistan’daki muhalif çevrelere kötü (!) örnek olmasının telaşını da anlayışla (!) karşılamak lazım elbette. Peki Türkiye’nin Mısır’daki son katliamlar üzerine ağır da olsa pozisyon değiştiren Batılı ülkelere karşı en ağır ifadeleri kullanmayı sürdürdüğü halde, Mursi yanlılarına terörist diyecek kadar ölçüyü kaçırmış olan Suudi Arabistan ve Katar gibi Arap ülkelerine karşı hoşgörülü tavrını nasıl açıklamalıyız? Bunun cevabını vermeyi siyaset bilimcilere bırakalım...

Mekke Şerİfİ Hüseyİn ve ‘Arap İsyanı’

Hicaz’dan bahsedip de Mekke Şerifi Hüseyin’den bahsetmemek olmaz. Osmanlı İmparatorluğu başından beri Arabistan Yarımadası’ndaki egemenliğini Mekke şerifleri aracılığıyla kullanmıştı. Hüseyin bin Ali (ö.1931) II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908’de Abdülhamid’in yerel beyleri gözetim altına alma politikası kapsamında İstanbul’da ikamet ediyordu. 1 Kasım 1908’de Şerif Ali Paşa’nın azledilmesinin ardından, saray ve İTC arasında yapılan bir dizi tartışmadan sonra varılan uzlaşma ile Mekke’ye şerif olarak atanmıştı. Şerif’i destekleyenler arasında İngilizler de vardı.

Şeriflik makamı geleneksel olarak çok büyük itibara sahipti çünkü Şerif, Hazreti Muhammed’in soyundan gelmekte olup Mekke ve Medine’nin muhafızlığını yapmaktaydı. Mekke’ye döndüğünde Şerif’i karşılayan, İstanbul’daki ‘devrim’in yansımaları olan toplumsal huzursuzluktu. Buna ilaveten Arabistan Yarımadası’ndaki modernleşme çalışmaları Şerif’i rahatsız etmeye başlamıştı. Bunlar arasında sembolik önemi en büyük olan Hicaz Demiryolu idi. Demiryolunun Medine’ye kadar olan bölümünün 1908’de tamamlanmasıyla merkezi devletin elinin yöreye ulaşır hale gelmesi bölgedeki huzursuzlukları körüklemiş ve Hicaz’da karışıklıklar çıkmıştı. Şerif’in ilk seferi İbn-i Suud’a karşı oldu. Suud bazı ayrıcalıklarından Şerif lehine vazgeçti ancak 1910’da yerel mahkemelerin yeniden düzenlenmesine ilişkin karar; köleliğin kaldırılmasına yönelik uğraşlar, 1913’te Medine’nin Hicaz’dan ayrılarak ‘müstakil sancak’ yapılması ve hac gelirlerinin bir bölümünün merkeze bırakılması ihtimali, Şerif Hüseyin’in keyfini kaçıran diğer olaylardı. 

Kitchener-Abdullah görüşmesiŞubat 1915’Te, Şerif Hüseyin Osmanlı Meclisi’nde Mekke-i Mükerreme mebusu olan oğlu Abdullah’ı Kahire’deki İngiliz Yüksek Komiseri Lord Kitchener’e göndererek Osmanlı İmparatorluğu ile herhangi bir açık çatışmada İngilizlerin kendilerine destek olup olmayacağını sorduğunda Kitchener, iki kadim imparatorluk arasındaki geleneksel dostluğa atıfta bulunarak, Osmanlı’nın içişlerine karışmayı düşünmeyeceklerini söylemişti. O sırada henüz Almanya ile Osmanlı İmparatorluğu müttefik olmadığı gibi Almanya ile Britanya da henüz savaşta değildi. Bu yüzden Kitchener, Ürdün (Şeria) Nehri ile ikiye bölünmüş olan Filistin topraklarında, Akdeniz’le Ürdün Nehri arasında kalan bölgenin Yahudi yerleşim alanı olarak tanımlanması gerektiğini, Ürdün Nehri’nin doğusundaki toprakların ise Britanya’nn denetiminde, Şerif Hüseyin’in büyük oğlu Abdullah tarafından yönetilmesine izin vereceğini ima etmekle yetinmişti.
 
Ama savaşla birlikte durum hızla değişti. Britanya Savaş Bakanlığı’na atanmak üzere Londra’ya çağrılan Lord Kitchener, Şerif Hüseyin’le ilişki kurma görevini Sir Henry Mc Mahon’a bıraktı. Mc Mahon Hüseyin’in iki oğlu Abdullah ve Faysal ile 10 mektupluk bir görüşme trafiği başlattı. 18 Şubat 1916’daki dokuzuncu mektupta Şerif’in halifeliğine bırakılan ‘Bağımsız Arap Devleti ise kuzeyde Adana-Mersin’e, batıda Kızıl Deniz’e, doğuda Basra Körfezi’ne, güneyde Aden’i dışarıda bırakmak suretiyle Hint Okyanusu’na uzanıyordu.
 
Bu görüşmeleri yaparken, Şerif Hüseyin bir yandan da dönemin Suriye-Lübnan Valisi Cemal Paşa ile teması sürdürüyordu. Öyle ki, 1916 Şubatı’nda Cemal Paşa’dan 1.500 kişilik bir deve birliği oluşturmak için 50-60 bin lira, İngilizlerden ise aylık 50 bin Pound karşılığı altın ile on binlerce çuval tahıl, kahve, şeker, ayrıca 500 sandık mavzer almak üzere anlaşmıştı.
10 Mart 1916 tarihli son mektupta Mc Mahon, Erzurum’un Rusların eline geçmesi ve Osmanlı ordusunun Kafkaslar’daki yenilgilerini Şerif’e müjdeleyerek bir anlamda ‘Gazan mübarek olsun’ diyordu.

İsyan için 10 Haziran 1916 tarihi kararlaştırılmıştı. Bu tarihi günden 24 saat önce Şerif Hüseyin, Cemal Paşa’ya bir mektup gönderdi: Mektupta özetle Arap milletinin taleplerinin yerine getirilmemesi halinde Türklerle olan bağlarının tamamen kopacağı belirtiliyordu. Elbette 24 saat içinde taleplerinin yerine getirilmeyeceğini de biliyordu. 11 Haziran’da Mekke Şerif Hüseyin’in birliklerinin eline geçti. 27 Haziran’da Şerif Hüseyin kendini halife ilan etti. Cemal Paşa’nın birliklerinin ağustos ayında II. Kanal Seferi’nde de başarısız olması üzerine Britanya kuvvetleri Filistin’e ilerlediler ve Mart 1917’de Bağdat’a girdiler. Haziran ayında Britanya Ordularının başına General Allenby atandı. Şerif Hüseyin’in birlikleriyle desteklenen Allenby’nin orduları önce Birüşşeba’yı, sonra Gazze’yi aldılar ve 9 Aralık 1917’de Kudüs’e girdiler.
 
Savaş herkesin gayet iyi bildiği gibi, Ortadoğuda Britanya’nın zaferi ile bitti. Türkiye’deki yaygın kanıya göre bunu Şerif Hüseyin’in komutasındaki Arapların ‘Osmanlı İmparatorluğu’nu arkadan hançerlemelerine’ borçluydular. Peki, durum gerçekten böyle miydi?

Aslında, Ortadoğu’daki savaş Birinci Dünya Savaşı açısından ikincil öneme sahipti. ‘Arap İsyanı’ ise Ortadoğu’daki savaşta ikincil öneme sahipti. Bu ilişki İngilizler tarafından, Fransızların bölgedeki hedeflerini sınırlamaları için özellikle abartılmıştı. Şerif Hüseyin’in Hicaz dışındaki kabilelerce desteklenmediği, hatta Hicaz’daki İbn-i Reşid, İbn-i Suud ve İmam Yahya gibi önemli liderlerin dönemin Cemal Paşa’nın yanında olduğu, milliyetçi talepleri olmayan Şii Arapların Şerif’e uzak durdukları, Şerif Hüseyin’in cihat ilanının Mısırlı entelektüeller arasında büyük huzursuzluk yarattığı, Suriyeli ve Iraklı milliyetçilerin kendisine tabi olmaya hiç niyetleri olmadığı artık biliniyor. Cemal Paşa’nın sert politikalarına rağmen Lübnan bile İstanbul’a sırt çevirmemişti.
 
Şerif Hüseyin’in İngilizlere verdiği askeri destek cılızdı. İngilizlerden 200 bin kişi toplamak için para almış ancak Haşimilerin kontrol ettiği kabilelerin asker gücü 15 bin kişiyi aşmamıştı. Arap birlikleri Cidde, Taif ve Medine’ye saldırmış ancak Medine’de Fahreddin Paşa ve askerlerinin kahramanca müdafaaları yüzünden geri adım atmak zorunda kalmıştı. Sadece Akabe’yi işgal ederek İngilizlerin Kudüs’ü almalarına yardımcı olmuşlardı. Bütün bu tabloyu David Fromkin şöyle özetlemişti: “Arap İsyanı’nın Britanya’yı kurtarması planlanıyordu, halbuki Britanya Arapları kurtarmak zorunda kaldı.”


Özet Kaynakça: Mehmet Zeki İşçan, Selefilik, İslami Köktenciliğin Tarihi Temelleri, Kitap Yayınevi, 2006; Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve (1908-1918), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi, 1982; Efraim Karsh&Inari Karsh, “Myth in the Desert, or Not the Great Arab Revolt”, Middle Eastern Studies, C. 3, No:2, Nisan 1997, s. 267-312.

Tarih: 18.08.2013 Okunma: 751

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?