Gezi protestoları herkesten çok AKP yönetiminde ve AKP iktidarı çevresine konumlananlarda gözle görülür bir şok etkisi yarattı. İktidarın özgüven patlamasının zirve yaptığı bir dönemde, Tayyip Erdoğan’ın ABD’de üst düzey bir lider olarak karşılanmasından birkaç hafta sonra o zirveden paldır küldür aşağıya yuvarlanmanın şokuydu bu. Hükümet Suriye konusunda ayağının tökezlediğini hissetmişti ama bunun Tayyip Erdoğan’ın uluslararası itibarında büyük bir tahribat yaratma ihtimali zayıftı. Sonuçta, Suriye konusunda Fransa, İngiltere ve ABD Türkiye ile aynı politik hatta yer almışlardı. Prestij kırılması, tek başına Suriye’deki hatalı stratejiden kaynaklanamazdı. Gezi olayları ise Tayyip Erdoğan’ın şahsen ve AKP’nin siyasal hareket olarak uluslararası planda eşi az görülür hız ve derinlikte itibar kaybına yol açtı. Tökezleme falan değil, düpedüz yere kapaklanmaydı bu. Bunun etkisi halen devam ediyor.
İç politikada, Gezi olaylarının iktidar partisinde ve Başbakan’da yarattığı görünür hasar daha sınırlı oldu. Başkanlık rejimi konusu şimdilik rafa kalktı. AKP kamuoyu yoklamalarında, kalıcı olup olmadığını bilmediğimiz birkaç puan kaybetti. Ama en önemlisi, gelişmeleri soğukkanlılıkla izleyen muhafazakâr çevrelerin ifade ettiği gibi, ‘moral üstünlüğü yitirdi’. Buna karşı tepki, bu topraklarda muktedirlerin kadim refleksini tetikledi. İktidarın özgüven kırılmasının, itibar zedelenmesinin nedeni ancak düşman güçlerin yürüttüğü bir saldırı olabilirdi. Daha önce komünist, anarşist, bölücü, şeriatçı gibi kılıklarda dolaşan iç düşman, ‘Gezici’ kılığında zuhur etti. İnsanın ancak bulvar komedilerinde ya da mizah dergilerinde karşılaşabileceği komplolar, örneğin Gezi olaylarının daha önce bir tiyatro oyunu olarak sahneye konup alıştırma yapılmış olması gibi iddialara, faiz lobisi gibi yeni düşman figürlerine, Müslüman sağın kadim şeytan figürleri, başta uluslararası Yahudi odakları olmak üzere ilave oluverdi. Şaşkınlıkla karışık korku anlaşılan derin olmalı ki, Türkiye gazetesi, ‘ağaç bahanesiyle Türkiye’yi yakıp yıkan provokatörlerin şimdi de imdat frenlerini hedef aldığını’, ‘Marmaray’da Gezi sabotajı’ başlığıyla verme aşamasına geldi. Daha önce yayımlanan, Gezi’nin arkasındaki uluslararası komployu deşifre eden dizi yazı, göze girmek için herhalde yeterli olmamıştı.
Gezi Türkiye sağ politikasının hem yeni Gulyabani’sine hem de muktedirin karabasanına dönüştü. Buna bağlı olarak, Gezi referansı ‘biz ve onlar’ ayrımının ana çizgisi oldu. Yüksel Taşkın’ın çok yerinde bir tespitle Yeni Müesses Nizam olarak tanımladığı (Taraf, 3.11.2013) oluşum, bugün makbul kadroların seçiminde sadece İslami hassasiyetleri olanlar ve olmayanlar diye bir ayrım noktasından hareket etmiyor. Yalnız devlet ve çeperlerinde değil, basından üniversitelere, öğrenci yurtlarına hatta bazı ticari şirketlere varana kadar, Gezi olayları karşısında alınan tavır, o kişinin makbul olup olmadığının ana göstergesi olarak çalışıyor. Birçok bakanlık ve kamu kuruluşunda, “Gezi’de nasıl pozisyon aldı?” sorusu kişileri sınıflandırmak ve isminin üzerini çizmek için yeterli kriter olarak çalışıyor. O kadar ki, muhafazakâr dünyada yer alıp Gezi olaylarını protesto etme girişimine katılmamış, bu konuda yeterince eleştirel tavır almamış olanların da ismi çizilebiliyor. Bu nedenle Türkiye gazetesinin başarılı bir mizah ürünü kıvamındaki haberi, iktidarın makbulleri listesinde bugün yürürlükte olan öne çıkma kriterini tüm çıplaklığıyla ele veriyor.
Geleneksel partizanlığı da aşan bir durum söz konusu. İslami (ya da Kemalist, milliyetçi, sosyalist vs.) hassasiyetler makbul kadroları, dolayısıyla makbul vatandaşları tespit eden asli gösterge olduğunda, demokrasinin yürürlükte olduğundan söz edilemez. Ama bu partizan yönetim anlayışını, Gezi konusunda olduğu gibi, karabasan sarınca, ‘Gulyabani’lerin ortalıkta dolaştığına inanılmaya başlanınca, durum başka bir aşamaya gelmiş demektir ve artık ancak akıl tutulmasıyla tarif edilebilir.
(Radikal)