İnsanlık tarihinde atlar ve köpekler, insanlarla hep içi içe yaşamışlardır. Bu iç içe yaşamda acaba kader birliği var mı? Onlar niçin bizimle? Biz mi istedik? Yoksa onların mı bize ihtiyacı var? Bence iç içe yaşarken onların sadakati bağladı bizi onlara. Özellikle; atların asil, savaşçı, çilekeş yaşamları, diğer canlılardan farklı olduğu için bu konuya özel ilgi duydum.
Meydan Larousse Ansiklepodisinde at şu şekilde tanımlanmaktadır. “Toynaklıların tek parmaklı alt takımından, binme, yül çekme ve taşıma hizmetlerinde kullanılan hayvandır.” Bu çok fonksiyonlu bir hayvanın bu kadar kısa tanımı dev ansiklopediye pek yakışmamıştır. Her neyse, gerisini biz tamamlarız…
Atların tarihi, insanlık tarihi kadar geriye gittiği için, sadece Orta Asya’dan- Anadolu’ya bölümüne bir nebze değineceğim. Atalarımızın, Orta Asya’daki at ile ilgili inanç ve töreleri ufak değişiklikler olsa da Anadolu’ya nakledilmiştir. Selçuklu ve Osmanlı döneminde de atın önemi hiç değişmemiştir. Atlarla büyük süvari birlikleri oluşturulmuş ve Evliya Çelebi’ye göre, Mohaç Savaşına, Osmanlı Ordusundan 166.000 süvari katılmıştır. Anadolu Beyliklerinden Afşarlar, atın Adem Peygamber ile beraber yeryüzüne indiğine inanırlarmış. At o zaman kanatlıymış, Adem Peygamber, bu sevgili hayvan tekrar gökyüzüne dönmesin diye kanatlarını koparmış. Atın “Burak” denen soyu hala cennetteymiş ve Hz. Muhammed Miraç’a “Burak” ile çıkmış. Hatta, atalarımız içkilerini “Kımız” bile bu güzel hayvanın sütünden elde etmişlerdir.
Osmanlı padişahlarından 4. Murat’ın cenaze töreninde, savaşlarda bindiği üç at tersine eğerli olarak tabutun arkasından yürütülmüştür. Türk destan ve masallarında, adı kahramanın adıyla birlikte anılan birçok at vardır. Manas’ın Ak Kula’sı, Battal gazi’nin Aşkar’ı Köroğlu’nun Kır Atı’nı duymayanımız var mı? Hatta Kır At, Köroğlu’nun ölümünden 40 gün yemeden içmeden kesildiği ve yas tuttuğu söylenir. Bu sabır insanlarımızda var mı? Cenaze defninden hemen sonra “helva”nın başına oturmuyor muyuz? Bu konuda atlardan birazcık da olsa ders almamız gerekecek galiba…
Dilimizde at ile ilgili, onlarca deyim ve atasözü oluşmuş ve günümüze kadar süre gelmiştir. Birkaçını bir çırpıda sıralamak gerekirse; “At başı gitmek, At cambazı gibi, At hırsızı, At izi it izine karışmak, At yapılı, Ata et ite ot vermek, Atın ölümü arpadan olsun, Attan inip eşeğe binmek, Yanlış ata oynamak, Atı alan Üsküdar’ı geçti, Yavaş atın çiftesi pek olur, At binenin kılıç kuşananın, At sahibine göre kişner.” Vs. Kutsal saydığımız üç varlıktan , leke sürülmesini ve yabancı eli değmesini istemediğimiz üçün birincisi yine “At’tır.” “At, Avrat, Silah.” Deyişi gibi…
Atların gebelik süreleri 336 gün olup, doğumundan 3(üç) yaşına kadar tay olarak isimlendirilir. Üç yaşından sonra erkek veya dişisine “AT” burulmamış erkeğine “İĞDİŞ” damızlık dişisine ise; “KISRAK” denir. Yaşları, azı dişlerinin aşınmasından belli olur. Atlar, vücut yapılarına çabuk ve uzun koşma yeteneklerine, yük taşıma güçlerine göre; sıcakkanlı( binek atarlı) ve soğukkanlı (kuşam atları ) olmak üzere başlıca iki gruba ayrılırlar. Sıcakkanlı atlar çok hızlı ve sürekli koşabilirler. Bunların en ünlüleri, Arap atları ile ondan daha boylu İngiliz Atlarıdır. Soğukkanlı atlar, daha iri ve kuvvetlidirler, hareketleri oldukça hantaldır. Pulluk ve arabaları kolayca çekerler. Teknolojik gelişim ile birlikte, bu tür atlar, her geçen gün azalmakta ve önemini kaybetmektedir.
Günümüzde at yetiştiriciliği ve eğitimi öyle boyutlara gelmiştir ki; bir uzmanlık seviyesine ulaşmış ve ciddi bir kazanç kapısı olmuştur. Bu konuda çok büyük sermayeler harcanmış ve harcanmaktadır. Urfa/Suruç’ta, bir at yetiştiricisi ile yapmış olduğum görüşmede yıllık 300.000TL. gibi bir kazançtan söz etmişti. Atların soyağaçlarında bugün, beş-altı kuşak geriye gidebiliyorsunuz. Ben nüfus idaresinden soyağacımı istedim bu kadar geriye gidemedim. Merak edenler denesin. Bir at satışa çıkarıldığı zaman tüm bu bilgileri size sunuyorlar,işinize gelirse, gücünüz yeterse alabiliyorsunuz.
Ülkemizde, devletin kurduğu haralar yeni adı TİGEM.(Tarım İşletmeleri genel Müdürlüğü) vasıtasıyla, iyi cins, şeceresi belli atlar yetiştirilerek belirli dönemlerde ihale yoluyla satışa çıkarılmaktadır. Bu haralar Urfa/Ceylanpınar’da, Malatya/Sultansuyu’nda, Bursa/ Karacabey’de, Eskişehir/Çİfteler’de, Konya’da, Adana/Çukurova’da bulunmaktadır. Son dönemde bunların bir kısmı özelleştirmelerden nasibini almış olup bu konular gündem dışına kaymıştır. At konusunda en ciddi çalışma yapan TİGEM. İşletmesi Malatya/Sultansuyu ve Bursa/Karacabey’dir. Ayrıca İstanbul/Çatalca’da özel at çiftliklerin de safkan ve yarımkan Arap-İngiliz atları yetiştirilmektedir.
Pekiyi, sizce bu kadar yıl ve bunca emek sarf edilen bu atlar, nerelerde koşturulmaktadır? Saman pazarında koşacak halleri yok ya, İstanbul, Adana, Bursa, Urfa ve izmir’de eğitilmiş jokeylerle koşturulmaktadır. Birçok insan ailelerine harcamadıkları paraları, bunlar için bahis ve altılı adı altında oyunlarla harcamaktadır.Caddeden geçerken Ganyan Bayilerin önündeki kalabalığı zaman zaman görürsünüz. İşte o kalabalıklar bu atlar için orada toplanmıştır.
Bu soylu atlar, bir yerden bir yere nakledilirken özel rampalı, kauçuk kaplamalı, süspansiyonlu araçlarla götürülür ve hiçbir şekilde örselenmelerine müsaade edilmezler. Bazen aracın başında bir veteriner bile görevlendirilir. Bu kadar özen gösterilen bu atlara binici olarak daha fazla özen gösterilerek birileri yetiştirilmeli ki başarı gelsin. Yarışa hazır olsunlar. İşte bunun için , özel insanlar gereklidir. En az atlar kadar soylu, eğitilmiş, belirli boy ve kiloda, sağlıklı ve atların dilinden anlayan, seyislerle atların arasındaki koordineyi yapabilecek, bindiği atı en iyi koşturacak biniciler ve jokeyler belirli sınavlardan geçirilerek yetiştirilir. Bu biniciler ve jokeyler hayatlarının her safhasında düzenli, planlı, bakımlı ve her an göreve hazır olmalıdırlar. Aksi halde binecek at bulamayabilir.
Atlar jokeyleriyle birlikte, kendilerine tahsis edilen kulvarlarda yıllarca koşmaya devam ederler. Bazen cezalandırılır, bazen de ödüllendirilirler. Kazandırdıkları sürece iyi bakılırlar. Düzenli eğitime tabii tutulurlar, hijyenik bakımları yapılır. Kısacası, iyi koştukları sürece yaşamları düzenli ve bakımlı olur. Tabi, biyolojik olarak, zamanı gelince, yaşlılık emareleri kendini göstermeye başlar. Zaman zaman da sakatlık geçirebiliriler. Umut varsa, gelecek vaat ediyorsa, her türlü tıbbi müdahale anında yapılır ve bir an önce hipodromda yerini alması için gerekli özen gösterilir. Umut yoksa vay haline! İşte gerçek hayat bundan sonra başlar…
Siz atların hep aynı hipodromda ve hep aynı jokeyle mi koştuğunu sanıyorsunuz? Aman böyle bir yanılgıya düşmeyin. Çünkü; bunlar sonuçta attır. Nereye, hangi hipodroma götürülürse götürülsün, sırtına hangi jokey binerse binsin bunların asli görevi koşmaktır. Ben koşmam, koşamam diyemezler, çok cılız bir şekilde tepki verebilirler. Atların tepki verme melekeleri pek gelişmemiştir. Dörtnala koştukları sürece vardırlar. Yoksa sahipleri,jokeyleri,seyisleri en kısa sürede gereğini yaparlar. Hatta hatta bu hayatlarının sonu bile olabilir.
Yarış atlarını yeterince tanıdık sanırım. Esas hayatın gerçek yükünü çeken, çilekeş “koşum atlarını” unutuyorduk. Bunların iş beğenip beğenmeme gibi bir lüksleri yoktur. Ne işe koşarsan yaparlar. Dağdan odun çekmek bunlarda. Huduttan kaçak akaryakıt getirmek bunlarda. Anadolu’da sarp tarlalarda toprağı sürme işi bunlarda. Adalarda foytonla yerli-yabancı turist gezdirme işi bunlarda. Yaylada ulaşımı sağlama işi bunlarda. Şimdiler de sayıları çok azalsa da mahalle de süt dağıtım işi bunlarda. Hatta bunun için “sütçü beygiri” ismini bile almışlardır. Mardin’in dar sokaklarında çöp toplama işi bile bunlarda. Say sayabildiğin kadar… Sahiplerine çok sadıktırlar. Dur dedikleri yerde dururlar, git dedikleri yerde giderler. Neden duruyorum, neden gidiyorum diye sorgulamazlar. Kanaatkârdırlar, sahibi ne verirse onunla hayatını idame ettirirler. Ta ki, işe yaramaz hale gelinceye kadar. Allah göstermesin bir sakatlık veya hastalık olduğunda bunca çektiği ıstıraplar ve çileler, yükler iyilikler birden unutuluverir. Artık “NALLI KUZU” Yolculuğu görünmüştür. Sonu hüsrandır. Yoldaşı varsa yoldaşını bırakarak, geri dönmemek üzere o kapıdan son kez çıkar ve yıllarca birlikte olduğu sahibi ile bile helalleşemeden…
Bir de “YILKI” atları vardır. Sahibi tarafından artık işe yaramaz sıfatı verildiğinde, azat edildiğinde bu ismi alırlar. Doğuştan değil, sonradan. “Gölge etme başka ihsan istemem.” Denilerek başı boş bırakılanlar. Bunlar hayatın tüm vefasızlıklarını görmüştür. “Vefa” nın sadece bir Lisenin ve Boza markasında kaldığını çok iyi bilirler. Yıllarca verdikleri emeğin tam karşılığını alamadan, hak ettikleri değeri göremeden kendi kaderlerine terk edilmişlerdir. Yarı aç, yarı t ok! Nerede akşam orada sabah olacak şekilde, kendilerine yeni bir yaşam tarzı oluşturmak zorundadırlar. Artık filmin son sahnesidir.
Onlara bu saatten sonra kim iş verir? Kim yem verir? Zaten işe yaradıkları varsayılsaydı, sahipleri tarafından terk edilmezlerdi. Artık iş başa düşmüştür. Öncelikle, kendisi gibi terk edilmiş arkadaşlarını bir an önce bulması gereklidir. Seyahat esnasında; yayla,otlak, su kenarları ve dağların yamaçlarına çok dikkatli bakarsanız topluca yaşayan bu “YILKILARI” görebilirisiniz. Gerçi biz onları pek görmek istemeyiz ama; onlar bizi çok iyi görürler. Kısmı özgürlükleri vardır ama, kurtlara yem olmamak için çok dikkatli olmak zorundadırlar. Kendilerine özgü savunma mekanizmaları geliştirmişlerdir. Kafa kafaya verdiklerinde çifteleriyle en büyük tehlikeleri bile bertaraf edebilirler. Kar demeden kış demeden yaşam mücadelesi verirler. Hazır yiyecekleri de olmadığından o soğuk kış günlerinde buzu çözmek için burunlarını buzun içine sokarlar buzu çözüp altındaki bir tutam ota sahip olabilmek için. İşte onların bundan sonraki yaşam biçimi budur. Kader onları nereye sürüklerse oraya giderler, ölen ölür, kalan sağlar bıkmadan usanmadan mücadelelerini sürdürmek zorundadırlar. Başka şansları yoktur. Bazen, güneşli ve açık havada uzun uzun geldikleri yollara bakarlar beyhude beyhude…
Hani şairlerimizden biri ne güzel söylemiş. “Mektup yazdım Hasan’a, ha Hasan’a ha Sana.” İşte bu dünya size hayata başlangıçta; iyi bir yarış atı mı, koşum atı mı, yılkı atı mı, yoksa iyi bir jokey mi? olabilme şansı verir. Burada tercihinizi çok ama çok iyi yapmak zorundasınız. İlerde oyunbozanlık yapma ve tercih değiştirme şansınız yok denecek kadar azdır. Şansın ve kaderin cilvesine boyun eğmekten başka çareniz olmayabilir. Çünkü, omuzlarınızdaki yük her geçen gün artmış artık siz, siz olmaktan çıkmışsınızdır. Yeniden dünyaya gelene kadar.