Türkiye’de AK Parti büyük bir demokratik koalisyon idi. Küçük bir azınlığın keyfine neredeyse yüz yıldır mahkûm edilmiş ve üretkenlik kapasitesi, özgürlük olmadığı için baskı altında kalmış bir toplumun birikmiş enerjisinin sonucuydu. Yani AK Parti’yi doğurup, başarılı kılan toplumsal dinamikler, AK Parti olmadan da benzer politik çıkışı ve ekonomik başarıyı gerçekleştirecek birikmişliğe sahipti. Koskoca bir imparatorluk bakiyesi ülkeyi, basit bir Kemalist despotizme mahkûm edersen, büyük bir başarı için sadece özgür kalabilmen yeter. Bir an geldi ve zapturapt altında tutulan zembereğin enerjisi demokratik devrimle serbest kaldı.
Başat aktörler şunlardı: İnsana yatırım yapıp tolumda etkili olan ama siyaset ve devleti belli bir dinî/ etik amaç için aşağıdan dönüştürme projesi olan Gülen hareketi ile popüler politikaya yatırım yapan ve siyaset ve devleti dinî/ siyasi bir amaç için yukarıdan dönüştürme projesi olan Milli Görüş geleneği (veya İslamcılık) hem öğrenme süreci hem de zaruret sonucu buluştular. AK Parti devrimi bu sinerjinin ürünüydü.
Vitrinde hamasete düşkün, yüzeysel ve daha çok bilinen siyasal İslamcılığın liberalleşmiş hâli vardı. Arkaplanda ise teeniyi abartmış nitelikli insan malzemesi ile bürokraside var olan ve daha az bilinen sivil bir cemaatin aleni politik hâli. Büyük koalisyonda laik liberaller ve sair dindar demokratlar da vardı. Devrimin dünya piyasalarına ve toplumsal algının yüzeyselliğine yansıyan ikonik yüzü Recep Tayyip Erdoğan idi ve halen öyle.
Bugün geldiğimiz nokta itibariyle yola AK Parti diye çıkan trenden geriye vitrinin vitrininden yani sembolik ve karizmatik lokomotiften başka bir şey kalmadı. Seçim ve kriz dalgaları üzerinden sörf yapma ustası olan Başbakan ilk “artık ihtiyacım yok” fırsatında liberallerin olduğu vagonu bağlayan zincirleri kopardı. Popüler oy desteği konsolide oldukça desteği daha önce kilit önemde olmuş ama oy büyüklüğü küçük olan fakat biat etmeyen müttefikler teker teker harcandı.
Gün geldi: Başbakan ile Gülen Cemaati’nin de yolları ayrıldı. Biri resmî olarak üstüne görünmeyen ama hakikaten hakkı olan iktidarı paylaşmak istedi. Diğeri ise bu kadar tekeline hakkı olmayan ama resmî olarak üstüne görünen iktidarı paylaşmamak istedi. Devrim öncesi “din kardeşliği” hukuku, yerini, devrim sonrası tapunun vitrinde olduğu gerçeğine bıraktı.
Bütün bir iktidar yeni baştan Başbakan’ın şahsiyeti etrafında inşa edilecekti. Türkiye farkına varmadan fiili başkanlık sistemine geçti. AK Parti’nin Başbakan dışında kalan kısmı maaşa rıza ile söz hakkından feragate mahkûm edildi. Liyakat arandı ama sadece sadakat şampiyonları arasında. Maaşını alıp parmak kaldırmakla iktifa etmesi beklenen milletvekilleri yerine danışmanlar ordusu ile ülke bir ulu önder tarafından yönetilmeye başlandı. Halife, istihbarat örgütünü ise bir tür devrim muhafızları ordusu olarak yeniden dizayn etti ve polis üzerinde etkisi çok olan İsa’nın havarilerine karşı hem koruma hem de taarruz enstrümanı olarak kendisine münhasır bıraktı.