Balyoz davası yeniden görülüyor, Ergenekon davasının da sil baştan yargıya taşınmasının eli kulağındadır. İyi: Hukuk işlesin, adalet yerini bulsun, ahlâksız sahtekârlıklar, hak ihlâlleri açığa çıksın, mağduriyetler giderilsin, sap samandan, suçlu suçsuzdan ayrılsın. Ama kimse gelip de “bu memleket bizden sorulur, bizim çizgimize uymayan iktidarları alaşağı etmek hakkımız ve görevimizdir” zihniyetindeki generallerin, askerlerin, tepeden inmecilerin, derin çetelerin misyon sahibi maşalarının demokrasi sütünden çıkmış ak kaşıklar olduğunu anlatmasın bana. Şu yaşıma kadar üç tam (yani başarılı !), iki bastırılmış, bir postmodern darbe; bir e-muhtıra, 2003 öncesinde ve sonrasında bir elin parmaklarından fazla hayata geçirilememiş darbe/müdahale teşebbüsü, hazırlığı, planı duymuş, izlemiş, gözlemiş, kulak misafiri olmuş; (işkencelerde can verenlerin anısı önünde eğilerek, yıllarca, on yıllarca zindanlarda kalmış olanlardan özür dileyerek söylüyorum bunu) hapishanesiyle, işkencesiyle, 12 yıl sürgün yaşamıyla darbelerin tadını kendi çapında tatmış biri olarak bu davaların sanıklarının tümünün iftiraya uğradığına, Cemaat yargısının kurbanı masumlar olduğuna kimse beni inandıramaz, siz de inanmayın.
Zihniyet yargılamasının yanlışlığı, davalar boyunca yaşanan hukuk katliamı, sahte deliller, kesilen cezaların adaletsizliği, vicdansızlığı, hepsi doğru. Öte yandan, bir o kadar maddi delili, kanıtı, bizzat sanıkların beyan, ses kaydı ve yazılarıyla doğrulanan darbe niyetlerini, planlarını yok saymak da bir başka algı operasyonunun ağına düşmek demek.
Suçları sabit katillerin bile salıverildiği Zirve katliamı davasından tutun, gerçek derin çetelerin uzantılarının, faili meçhullerin faillerinin, Hrant Dink’i ölüm götüren sürecin aktörlerinin; 2000’ler başında bayrak, vatan, millet gibi değerleri sömürerek provokasyonlar tezgâhlayanların, toplumun bir kesimini diğerlerine karşı galayana getirerek, istikrarsızlık yaratarak darbelere zemin hazırlama misyonunu yüklenmiş görevlilerin yargılandığı Ergenekon davasına; seminer adı altında yapılan darbe/müdahale jimnastiğine, meşru hükümet düşürüldükten sonra kurulacak darbe hükümetinin belirlendiği Balyoz türü davalara kadar... İnsan hafızası hem unutkan hem de seçmecidir. İstemediğimizi, hoşumuza gitmeyeni, işimize gelmeyeni çabuk unuturuz.
Gerçek darbe heveslilerini, kadrolarını, ideolojik akıl hocalarını, Özel Harpçileri, JİTEM’i, faili meçhulleri, vb. ortaya çıkaracak yeterli ve güvenilir delil de imkân da varken, Türkiye’nin eline geçen bu en önemli demokratikleşme ve sivilleşme olanağını hukuksuzlukla, adaletsizlikle, sahte delillerle, suçsuz ilgisiz insanları mağdur ederek berbat eden; zihniyet yargılamasına ve muhalefeti ezmeye dönüştüren; toplumdaki yarılmayı bugünkü vahim cepheleşmeye taşıyan bu süreçte geldiğimiz yer: gerçek darbe heveslilerinin, vesayetçi kadroların mağdur kahramanlar mertebesine yükseltildiği, derin devletin kalbine varmaktan özenle kaçınıldığı, darbeciliğin aklandığı yerdir. Bu yere, 17-25 Aralık’ta kapana sıkışan AKP’nin, elini yıkamak ve suçu ortağı Cemaat’e yüklemek için orduya kumpas kurulduğu iddiası ve itiraflarıyla varılmıştır. Kumpas varsa, o kumpasta iktidardaki AKP’nin payı, hukuk dışı ideolojik emeller peşindeki “paralel yargı”dan kat be kat fazladır.
Biz darbeciliğe neden karşıydık sahi!
Ergenekon davası başladığında, bu davayı devlet içinde yuvalanmış karanlık odaklara, orduyla bağlantılı derin çetelere, Özel Harp dairesi benzeri yapılara, kafamızın üstünde Demokles kılıcı gibi sallanan askerî vesayete, darbe tehditlerine karşı; demokrasiye, sivilleşmeye, devletin saydamlaşmasına doğru bir adım olacağı umuduyla desteklemiştim. O günlerde yayımlanan “Darbe Görmüş Arkadaşlara Açık Mektup” başlıklı yazının ana fikri, eğer demokrasiyi ve sivilleşmeyi savunuyorsak meşru hükümete karşı darbenin kime karşı kim tarafından yapılırsa yapılsın yanlış olduğu, demokrasiyi sekteye uğratacağı, ülkeyi gerileteceğiydi. Darbeler bize karşı yapıldığında kötü, idiolojik-siyasi hasımlarımıza karşı yapıldığında iyi olamazdı.
O günlerde iktidarda AKP vardı, darbe hevesleri, teşebbüsleri AKP’ye yönelikti. Bu yüzden yazı o sıralarda özellikle vesayetçi ulusalcı sol çevrelerde, asker-sivil devlet ideolojisinin taşıyıcısı siyasî kanatlarda tepkiyle karşılandı. Darbe nereden gelirse gelsin eninde sonunda bizleri, halkı, ülkeyi zarara uğratacağı gerçeğini es geçen “yesinler birbirlerini” tavrı devrimci püritanizm olarak savunulurken meselenin herkes için hak ve özgürlük, herkes için demokrasi olduğu o zamanlar pek kavranamadı. “Dinci, gerici” iktidarın darbeyle devrilmesinin militan demokratlık olduğunu savunanlar bile çıktı.
Bilmem yine budalaca iyimserlik mi yapıyorum ama o günlerden bu günlere demokrasi kavrayışı açısından yol aldık gibi geliyor bana. Artık darbecilik açık açık savunulmuyor. “Bana yönelen darbe kötü, ötekine karşı darbe gerekli” çifte standartı, marjinal gruplar, odaklar ve bizzat darbeciler dışında pek rağbet bulmuyor, siyaseten bile doğru sayılmıyor artık.
İyi de biz darbeciliğe, darbecilere neden karşıydık? Orduya, askerlere düşman olduğumuz için mi? Sadece siyasî etik anlayışımız yüzünden, siyasî ahlak tutarlılığımızı korumak için mi? Tabii ki bu kadar değil. Toplumsal akışı kesintiye uğrattığı, hak ve özgürlükleri kısıtladığı, kendi hukukunu dayattığı, demokrasi kültürünün gelişmesini engellediği, farklı düşünceyi, muhalefeti ezdiği, kendi ideolojik hattını kabule zorladığı, o hatta uygun bir toplum dizayn etmeye çalıştığı için karşı çıkıyorduk askerî darbelere. İktidara gayrı meşru yollardan el koyanların otoriter müdahaleleri, keyfî hukukları, zorla gaspettikleri iktidarı koruma uğruna her türlü muhalefete uyguladıkları baskılar, zorbalıklar yüzünden karşıydık.
Erdoğan iktidarının yaptığı nedir peki?
Yukardaki soruya, kaderlerini ve çıkarlarını Erdoğan’a bağlamış kimileri “devrim” cevabı veriyor. Züccaciye dükkanına girmiş fil gibi herşeyi ezip geçerek, kırıp döktüğünün yerine kendi iktidar ve çıkarlarını koruyacak keyfî uygulama ve yasalar getirerek amok koşusuna cıkmayı, devrim diye pazarlamaya çabalıyor. Oysa devrim, devirmekle sınırlı kalırsa ona yıkım denir. Şu dönemde Türkiye’de yaşadığımız böyle bir yıkım süreci. Erdoğan AKP’sinin siyaseti ise, gün be gün darbe dönemlerini andırıyor. Darbecilik konusunda çifte standart kullanmaya karşıysak, ki ben öyleyim, darbe uygulamalarının sorumluları ister asker, ister sivil olsun fark etmez. Yaşamakta olduğumuz, devleti de ele geçirmiş olan Erdoğan’ın postmodern darbesidir. Dünya ve Türkiye, Hitler’den Mussolini’ye iktidara seçimlerle, halk desteğiyle gelmiş pek çok darbeci diktatör görmüştür.
“Orduya kumpas kuruldu”, diyerek artık kendisini tehdit etmeyen darbeciliği vesayetçiliği aklamaya doğru dümen kıran AKP’nin darbeci paşalarla, vesayetçi darbeci zihniyetle yakınlaşması, onları bir çeşit korumaya alması da kanlarının uyuştuğunun işaretidir. Paralel yapıdan şikâyet edip kendisine karşı darbe yapıldığı çığlıklarıyla kendi darbeciliğini başarılı algı yönetimiyle engellemeye çalışan AKP, tıpkı bir zamanlar kendilerini devletin aslî sahipleri sayanlar gibi Kırmızı Kitap denilen gizli anayasayı sahiplenmiş, darbeci vesayetçi kadroların rengine bürünmeye başlamıştır. Artık Sevr sendromu, bölünme tehlikesi, vb. kavramlar Erdoğan’ın dilindedir. Artık 28 Şubat’ın Batı Çalışma Grubu modeli yapılanmalara ihtiyaç. parti kapatma tehditleri, bu kadar demokrasinin bu halka fazla olduğu yolundaki söylemler Bakanlar Kurulu sonrasında AKP sözcüsünün ağzından dile getirilebilmektedir.
Geçmişin darbecilerinin, vesayetçilerinin, onların emrindeki derin devlet çetelerinin onlarca yılın uğursuz birikimiyle zenginleşmiş darbe deneyimleri, uzmanlıkları vardı. Onlar paşa paşa darbe yaparlardı. Bunlar ise henüz çaylak, acemi darbeciler. Ötekilerin paşa paşa yaptığını bunlar her adımda şaşa şaşa yapmaya kalkışıyorlar.
Darbeler kimden gelirse gelsin, kime yönelirse yönelsin topluma ve insana zararlıdır diyebilenler; dünkü ayrılıkları bir yana bırakıp bugün bu asgarî noktada birleşebilenler; hangi kesimden olursa olsun darbecilerin kahraman olmasını demokratik namuslarına yediremeyenler, ama’sız demokrasi, gerçek sivilleşme ve özgürlük paydasında buluşanlar, sadece kendileri için değil Türkiye’nin bütün halkları, bütün yurttaşları, bütün kimlikleri için eşit hak, özgürlük ve demokrasi talep edenler, vakit geçirmeksizin demokrasi mücadelesinde biraraya gelmek zorundalar.
Başarabilir miyiz? Nasıl? İşte bütün mesele.