Nitekim 1868’de başlayan birleşme hareketi (Meiji Restorasyonu) ile eğitimden orduya, kültürden üretim yöntemlerine kadar bütün toplumsal alanlarda geleneksel yapı ve alışkanlıklar tasfiye edilerek, Japonya’nın birkaç on yıl içinde Avrupa dışındaki en modern ülke olmasını sağlandı.
Millî birliğin sağlanması ve modernleşme o kadar etkili oldu ve ülkeyi o kadar güçlendirdi ki 1904-1905’te Rusya’yla yapılan savaşta Japonya mutlak bir zafer kazandı. Bildiğiniz gibi, o yıllarda Rusya’yı durdurabilecek güç ne Avrupa’da vardı, ne de Osmanlı durdurabiliyordu. O devasa devleti, küçük bir ada devleti durdurmuş ve kesin bir yenilgiye uğratabilmişti. Bu savaştan sonra Rusya, Kore ve Güney Mançurya üzerindeki iddialarından vazgeçmek zorunda kalmış, buraların Japon nüfuz alanı içinde olduğunu kabul etmiştir.
Bunun siyasî ve evrensel sonucu; “sömürge veya sömürgeleştirilmekte olan halklara bir umut ışığı yakmasıdır. Çünkü bu savaşta yüzyıllar sonra ilk defa bir Batılı güç Batılı olmayan bir güç tarafından yenilgiye uğratılmaktaydı. Birçok Batılı olmayan toplum modernleşmenin Batı emperyalizmine direnmenin tek yolu olduğunu anlamış, bu toplumlarda ulusal bilinç, milliyetçilik ve modernleşme yanlısı düşünceler güç kazanmıştır.” (AÜ, Siyasî Tarih)
Yeryüzünde millî bilinci benimsemeden, daha açık bir ifadeyle, milliyetçi olmadan gelişen, güçlenen ve hatta yaşayabilen bir millet, bir devlet gösterilemez…
x x x
BİR GÜZEL KADIN, ALMAN VE JAPON MİLLİYETÇİLİĞİ
Irkçılıkla milliyetçiliği birbirine karıştırmamak lâzım!
Hitler’inki ırkçılıktı ve yıkıcıydı, yanlıştı, tehlikeliydi…
Ama bugünkü Alman toplumunun, iş dünyasının ve sanatçılarının benimsediği ideoloji tam bir milliyetçilik, hem de çok şuurlu bir milliyetçilik… O şuur ve duygu insanda hayranlık uyandırıyor. Beni bilhassa hayranlıkta bırakan, Türkiye’de de aylar boyunca yayınlanan bir araba markası reklamındaki milliyetçilik şuuru!
Reklamda, dünyanın en cazip, en güzel kadınlarından Alman Claudia Schiffer oynuyor… Reklamı hatırlayacaksınız: Bir Alman markası olan arabayla bir randevuya geç gelen adam, mazeret olarak; “Arabam yolda arıza yaptı, onun için geciktim” diyor. Bunun üzerine Claudia Schiffer ekranda gözüküyor ve nefsine tam bir güven, söylediğinin doğruluğuna tam bir “iman” ve sanki hiç kimsenin itiraz edemeyeceğine emin olduğu bir sükûnet ve yumuşacık bir ses tonuyla “Bu imkânsız, böyle bir şey olamaz, çünkü o bir Alman” diyor.
Bu kadar!
İşte, bu milliyetçilik şuurunun zirvesidir.
O bir Alman!
Kim diyor bunu?
Almanya’nın ve dünyanın en güzel kadınlarından biri… Buna kim itiraz edebilir?
Bu bence, Alman reklamcılarının, sanayicilerinin, iş çevrelerinin, sanatçılarının ve elbette devletinin “derin milliyetçilik şuurunu” ve ona sımsıkı sarılma iradesini gösteriyor… Millete, milletin ürünlerine olan sarsılmaz inanç ve güvenini gösteriyor…
Bizim söz ettiğimiz milliyetçilik de bundan fazlası değil… Bir Alman kadar, bir Japon kadar milliyetçi olmak!
Bu iki devlet gibi gelişmiş, güçlenmiş bir “refah” devletine ve toplumuna ulaşmak.
Almanya ile Japonya arasında pek çok ilginç benzerlikler var: Almanya da 1870’lere kadar dağınık eyalet-şehir devletleri şeklindeydi. Almanya’nın millî birliğini meşhur Başbakanları Bismark, 1871 yılında sağlayabilmiştir. O millî birlikten sonra Almanya’yı tutabilirsen tut!
İki dünya savaşında, iki defa yerle bir edilmesine rağmen, bugün dünyanın en büyük ekonomilerinden ve en müreffeh toplumlarından biri.
Almanya’nın yüzölçümü 357 bin, Japonya’nınki 377 bin kilometrekare… Yani ikisinin toplamı Türkiye toprakları kadar etmiyor… Her birinin Nüfusu ise ayrı ayrı Türkiye’den daha fazla… Almanya 81 milyon, Japonya 127 milyon… Her iki ülkede de doğal kaynaklar pek az… Üstelik Japonya birçok adadan meydana gelmiş dağlık bir arazi ve dünyanın en şiddetli depremlerinin meydana geldiği, üstelik 2’nci dünya savaşında yerle bir edilen, başında “atom” patlatılan ülke… Öyle olduğu halde dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasında… Ayrıca Japonlar 84 yıl olan ortalama ömürle dünyanın en uzun yaşayan insanları…
Bu refah, bu gelişmişlik, milliyetçilik ve modernleşme sayesinde…
x x x
‘HÂKİMİYET MİLLETİNDİR’ İLKESİNİN TEMELİ MİLLİYETÇİLİKTİR
“Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesine sımsıkı sarılıp da milliyetçi olmadıklarını söyleyenlere de hatırlatmak isteriz: Bu ilkenin kaynağı da milliyetçiliktir.
Tarih baba, 19’ncu yüzyıl Avrupa’sındaki gelişmeler için şöyle diyor: “Milliyetçilik, burjuvazinin (kentlilerin); krallar, asiller ve kilise gibi muhafazakâr güçlere karşı yürüttüğü savaşımda temel ideolojisi haline geldi. Milliyetçilik EGEMENLİĞİN KAYNAĞININ metafizik çerçeveden çıkarılarak, dünyevileşmesini ve MİLLETE dayandırılmasını temel almaktaydı.” (AÜ, Siyasî Tarih)
Biz de gelişmek ve kalkınmak için “milliyetçilik” ve “modernleşme” şart diyoruz. Lâkin Almanların, Japonların ve bütün milletlerin milliyetçiliği hoş görülür, hatta elzem bir ideoloji olarak kabul edilirken, iş Türk milliyetçiliğine gelince “ırkçı”, “kafatasçı” ve bunun gibi bir sürü olumsuz etiketle yaftalanıyoruz. Türk’e milliyetçilik hak ve reva görülmüyor!
Bunu aşmak zorundayız… Kendimizi daha doğru anlatmanın yollarını bulmalıyız.
Öte yandan, acaba bizim milliyetçiliğimizin kabul görmemesi, dünyaya, hatta kimi Türklere bile itici gelmesinin bir sebebi, “modernleşme”deki eksikliğimiz olabilir mi?
Olabilir!
Haddizatında, başlıktan da anlaşılacağı gibi, modernleşme ile milliyetçiliğin birbirinden ayrılmaması gerektiği görüşündeyim. Zaten modernleşme olmadan milliyetçi olmanın hiçbir faydası yok… Modernleşmeye dayanmayan bir milliyetçilik kupkuru bir “hamaset” milliyetçiliğinden öte bir anlam taşıyamaz.
Geri bir toplumun milliyetçiliği onu emperyalizm boyunduruğundan kurtaramaz… Sadece milliyetçilik gelişmeyi, ilerlemeyi, güçlenmeyi sağlayamaz.
“Ceddin-deden” marşları, Ergenekon, Oğuz Kağan destanları, Bozkurt efsanesi güzel… Bunları bilelim, bunlardan hız ve feyiz alalım ama orada takılıp kalmayalım.
Kalmamalıyız.
Mutlaka modernleşmeliyiz… Bunu bugüne kadar başardığımız söylenemez… Ama şimdi önümüz açık… Başta üniversiteler olmak üzere ülkede hatırı sayılır bir bilgi birikimi var… Bilgiye ulaşma ve iletişim imkânları bize müthiş fırsatlar sunuyor.
Modernleşmeyi doğru anlamalı ve modernleşmek için doğru iş ve eylemlerde bulunmalıyız. Bikere, modernleşmenin “kafaları modernleştirmek” olduğunu görmeli ve kabul etmeliyiz. Kişisel, toplumsal bütün görüş, iş ve eylemlerimiz “çağdaş” mı, Akif’in tanımıyla “asrın idrakine uygun” mu, değil mi bir gözden geçirelim, bakalım!
Sonra, Japonya’nın yaptığını yapmak zorundayız: “Eğitimden orduya, kültürden üretim yöntemlerine kadar bütün alanlarda geleneksel yapı ve alışkanlıklar tasfiye edilerek” yepyeni, “modern Türkiye”yi kurabilmeli, modern Türk toplumunu inşa edebilmeliyiz.
Bunu yapacak güçte, olgunlukta, donanım ve yetenekteyiz.