VARLIĞIN YARATILIŞI...3...

Özgür DENİZ - 01.02.2015

Kur’an ve Hz. Muhammed (sav) varsa, ki Güneş kadar sarih ve berrak bir hakikattir, ki vardır. Öyleyse Allah yok demek mutlak alıklıktır. Bilakis vehimleriniz kendi kendinizi tatminden öteye geçmez. Aklınız ve yüreğiniz yetiyorsa önce bu iki yüce ve keskin hücceti yok sayınız. Bizlere ulaştırdıkları yüce ve yüksek hakikatleri bırakınız, mevcudiyetlerini yok saymanız muhaldir, bu iki yüce ve yüksek varlığın mevcudiyetleri de Allah’ın mevcudiyetinin en kati, en keskin hüccetidirler. Zira bu iki yüce ve yüksek varlığın varlıklarını var sayıpta, bizlere ulaştırdıkları mutlak hakikatleri kabul etmemek ve cerhetmeye yeltenmek trajikomik bir durumdur. Bu iki yüce ve yüksek varlık, insanlığın gözbebekleri, varsa, aklı ve kalbi bulunan her bir insan teki bunlara ittiba etmekten başka bir yol bulamaz. Bulamadı, bulamaz, badema da bulamayacaktır. Mutlak akılcılık kurtuluş değildir, bireysel tatmini tevlit eder sadece. Bilimsellik kılıfı ardında ki safsatalarla, felsefe adı altında ki absürtlüklerle iştigal edilir durulur bitevi. Evrende ki tek bir insan teki dahi (en zeki kafalarda dâhildir buna) yüce ve ekmel Kur’an’ın, düşmanlarının karşısında naçar kaldığını iddiada, ispatta edemez ve Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) gibi bir Önder asla ve kata gösteremez. İşte meydan, hodri meydan, nasıl çıkarsan çık. Çünkü bu iki yüce ve yüksek şahsiyete sahip varlık evrenin özüdürler. İnsanlığın Önderi ve Pusulası olan bu iki yüce varlıkta, Allah’ın varlığını ikrar ve ispat ediyorlarsa, haber veriyorlarsa, tüm insanlıkta buna inanır ve ittihaz ederler. Bilerek ve isteyerek inkâra yeltenenleri geçiyorum. Hani bazı tipler, inanç varsa felsefe yoktur, felsefe varsa inanç yoktur gibisinden zırvalıyorlar ya, felsefe bitevi sorgulamaktır, arayıştır gibisinden, işte bu zırvacıları geçiyorum. Allah’ın bir tek kulu, ne Yüce Önderi ne de Yüce Kur’an’ı, ne naçar bırakabilir ve ne de ıskat edebilir. Vallahi, billahi, tallahi böyle bir durumu badema da kabil olmayacaktır. Kim vardır ki, meydana çıkıpta, bu Yüce Varlıkların bizlere getirdikleri hakikatlerin hayata uymadığını iddia ve ispat edebilir? Böyle bir şey hiçbir zaman, hiçbir koşulda asla ve kata kabil olmayacaktır. Ki uymayı bırakın, hayatın özüdür, kendisidir getirdikleri hakikatler. Yüce Rabbimiz kati ve net şekilde de meydan okumayı yapmaktadır zaten; ‘’gücünüz yetiyorsa bir benzerini getirin’’ diyerek ve ardından da ‘’ama asla getiremeyeceksiniz’’ diyerek.

 

 

Hz. Muhammed’in (sav) bize getirdiği Kur’an’ın ve o Kur’an’la kurduğu hayatların ve o hayatlarla inşa edilen Medine’nin-Medeniyetin üzerine başka bir hakikatin olması kabil midir? Allah’ın varlığını izah ve izhar etmemiz iktiza etmez aslında, yarattığı evren ve insan varken. Allah’ı görmesekte, O’nun gönderdiği Peygamber ve o Peygamberle ilettiği kutsal mesajları tazammum eden Yüce Kur’an ortada dururken ve bizler onları bizatihi hissedip müşahede ederken. Pusulasız hayat olmaz. Öndersiz de pusla anlamsızdır. Kendini zorlaman lüzum yok ey insan! Teslim ol ve necat bul. Gör görme, bil bilme, canlı olsun cansız olsun ne fark eder, mevcudatın maliki Allah’tır. Kur’an, O’nun emirlerini, mesajlarını tazammum eder. Hayatlarımızı yeniden kurmamız için Kur’an’ı ve o hayatları kurarken bize Önderlik etmesi için Yüce Önderi (sav) göndermiştir. Hz. Muhammed (sav) ve Kur’an varsa ve bizler bunu duyumsuyorsak, müşahede ediyorsak Allah’ı da şeksiz, şüphesiz İlahımız olarak ittihaz ederiz. Bendenizin yönümü şaşırmam ve yolumu kaybetmem, Önderimi ve Kitabımı redle başlamıştı. Biliyordum ki, Önderimi ve Kitabımı ittihaz ettiğim zaman, bir Yaratıcı olduğunu da mutlak surette ittihaz etmek zorundaydım. Kaçış yoktu. Hayatım boyunca tetkik, tahlil ettim ve bitevi tefekkür eyledik, aklettim. Bu iki Yüce ve aziz varlığı ne cerhedebilene şahit oldum, ne de bu iki Yüce ve Aziz varlığın karşısında barınabilecek temiz, emin, şaşmaz şahsiyet ve kitap tanıdım. Namusluca araştırdım, kendi kendimle dövüştüm. Vallahi, billahi, tallahi görmedim, duymadım, bilmedim, tanımadım. Bunu kabullendirme adına yapmıyorum. Bilakis düşünceyle dövüşmem yara alır. Aksine tanıdığım tüm şahsiyetlerin, filozofların ve ideologların, beşeri kitapların çaresizlik içinde kıvrandıklarına, zırvaladıklarına şahit oldum. 

 

 

Müşahhas olanı reddedebiliyorsan mücerret olanı reddin kolaylaşır. Ama müşahhası reddetmek ise akıl sahibi olanın işi değildir. İnsan müşahhas olanı bir yere kadar bilmezlikten, görmezlikten gelebiliyor. Bir yerde küçücük gövde koca hakikate yenik düşüyor. Gördüklerimizi halkeden, görmediğimiz ama varlığına dair mutlak iman taşıdığımız Allah, kendisine ancak gönülle ulaşabilmemiz için ve imanda gönülde tebeyyün ettiği için, gönüllerimize mutlak hüccetlerin sevgisini dercetmiştir. Niçin Kur’an okunurken ilk etkilenen yer niçin gönül oluyor? Peygamberimizi hayalimizde canlandırmaya teşebbüsümüzde niçin ilk etkilenen yer gönlümüz oluyor. Basitçe düşünün sadece ve sadece Kur’an okunurken direkt olarak gönülde makes bulur ve tüm gövdeniz tarifsiz bir tesir altında kalır. O an da dikkat ediniz akıl asla aklınıza bile gelmez. Çünkü ne Önderimizle ne Kur’an ile ilişkimiz mekanik değildir. Çünkü mekanik ilişkilerde akıl direkt devreye girer ama doğal olan ilişkilerde gönül dominanttır. Bu beşeri olan her şeyde ilişkiler mekaniktir. Şahsılar ya da eserler fark etmez hepsinde mekaniktir. İnsanoğlunun istese bile red ve inkâr edemeyeceği yegâne yüce ve yüksek hakikatler Önderimiz ve Kur’an’ımızdır. Bunu kâfirler bile bilmektedirler. Ki zaten kâfirin kâfirliği bilgiden değil haseddendir. Çünkü onların da kendi bilgileri, yine kendilerini yalanlamaktadır. Önderimize ve Kur’an’ımıza düşmanlığın kökeninde dünya kavgası vardır. Kâfirler dünyaya egemen olmak ister, İslam ise buna hayır der ve ipler burada kopar. İnsanın görmediğine inanması zor gelse de zor gelmemesi için gönül verilmiştir insana. İşte her şey o gönülde başlayıp bitiyor. Akıl farklı bir şeydir. Akıl ve gönül birbirilerini kontrol eden iki olgudur. Akıl, gönül kaymasını; gönül de akıl kaymasını önleyerek birbirilerine destek olurlar. Hayatım; okumayla ve tefekkürle geçti. Dövüşmelerim de samimi idim. İnkârımda samimi idim ve imanımda samimi idim. Çünkü fikirsizlikten iğreniyordum. Namuslu dövüşmenin yücelten ve yükselten bir yanı olduğuna inanıyordum. Okuyan ve düşünen her fikir adamına saygı duydum.  İmanla birlikte tüm belirsizlikler, karanlıklar, girdaplar, açmazlar birden kayboluverdi. Gönülsüz akıl şeytanın oyuncağı yapıyor insanı. Akılsız gönülde aynı sonucu tevlit ediyor. Akıl, gönül, iman; insanoğlunun sahip olduğu en müstesna nimetlerdir. Bunların üzerine başka bir nimet tanımıyorum. Bir ömrünüzü salise ara vermeden ibadete hasretseniz vallahi, billahi, tallahi bu üç nimetin karşılığı olamaz.

 

 

İnsan, zihni temiz olarak doğar. Evet, muayyen bir altyapıya sahiptir ama dünyevi şeylerle kirli değildir. Zihin çevreye açıldığı zaman çevrenin etkisinde kalır ve zaman içinde tagayyürata uğrar. Daha önce ki yazılarımızda imandan ve imansızlıktan bahsetmiştik. İmansızlık olayı insanda doğuştan olan bir şey değildir. Ki zaten insan imanlı olarak dünyaya doğar. Çevrenin etkisi altına girdiği andan itibaren iman ya gider ya da mevcudiyetini muhafaza eder ve geliştirir. Yazının girizgâhında da değinmiştik. İmansızlığın altyapısını bahusus beşeri kitaplar ve sekülerleşmiş kişiler atar. Katı ve sığ rasyonalizm, belirsizlik temeli üzerine kurulu felsefi sitem ve filozoflar ciddi etkiye sahiptirler burada. İmanın altyapısını ise Kur’an ve Sünnet atar. Evrenin doğal yasalarına intibak ettiğiniz ve bu yasaları hayatınıza tatbik ettiğiniz zaman yolunuz ve yönünüz yani istikametiniz düzgün olur. Bu yasaları tazammum eden mutlak kaynaklar da; Kur’an ve Sünnettir. Temeliniz muhkem olduğu zaman korkmadan ilerleyiniz. Bendeniz dayanaksız temellerden muhkem temellere evrildim. Şimdi muhkem temeller üzerinde yürüdüğüm için muhtelif fikirlerle, eserlerle hemhal olmaktan imtina etmiyorum. Bilakis bendeniz için daha da geliştirici oluyorlar. Eğer çürük temeller üzerinde ilerlemişseniz, her karşılaştığınız eser ve her iletişime geçtiğiniz kişi sizin için birer tehdit olabilir. Tabi bu tehdit iman noktasında olur. Bir binanın temeli sallantılı olarak atılmışsa bir ömür o bina da korku ve endişe içinde yaşarsınız ve hayatınız adeta cehenneme döner. Nesiller tezcanlı ve hazırı seven tipler maalesef. Zor olana dayanamıyorlar ve sabredemiyorlar. Her şeye mutlaka bir cevap istiyorlar. Oysa hayatta bedelsiz bir şey yoktur ve hayat baştan sona ıstıraptır. İman sabır ister, istikamet ister. Zevklerden feragat ister. Beşeri olan her şey, nesile istediğini veriyor gibi gözükür ama ondan çaldığı şey; koca bir ömürdür hatta daha ötesi; sonsuzluktur. Çok uzun şekilde yaptığımız girizgâhın sebebi şimdi anlaşılmıştır inşaallah. 

 

 

İnsançocuğu çok garip. Varoluş üzerine tefekkür eder, tezekkür eder ve her şeyi tesadüfe verir, maddeye ve tabiata bağlar. Ama ne hikmetse Allah demekten kaçar. Şimdi merak ederiz, sorarız ve sorgularız neden diye. Allah demekte o kadar zorlanıyoruz ki, sanki tüm dünyamız alt üst olacakmış gibi. Velâkin çok kolay şekilde Allah dışında ne varsa diyebiliyoruz. Üstelik yaratılışı, varlıklarına hamlettiğimiz varlıklar üzerinde, yarattıkları söylenen insan egemen. Ne kadar akıl dışı bir şey değil mi? Bir de buna inananlar ya da inandıklarını insanlara söyleyenler bilim adamı denilen tipler. Allah dersek her şey kaotik, sair şeyler dersek vehleten açıklığa kavuşuyor her şey; bana burada aklın zerresini gösterin. Allah, insana sorumluluk yüklüyor ve ondan kulluk istiyor. İşte olayın bam teli de burası. Çünkü Allah haricinde, yaratılışı hamlettiğimiz şeyler insana sorumluluk yüklemiyorlar ve insandan bir şeyde istemiyorlar. Gönderdikleri bir kitap yok, görevlendirdikleri bir elçi yok. Yani insan tabir caizse başıboş bir hayvan gibidir. Bizlere hoş gelende budur. Çünkü hesapsız, kitapsız, umarsız bir yaşam vardır. Kural yok, kaide yok. Bedel yok, hep ödül var, tabi fani ödüller. Kudretleri, müeyyideleri yok. İmkânları yok. Çünkü onların karşısında insan daha güçlü ve insan da gücü seviyor. Ama Allah karşısında insan çaresiz, aciz ve O’na muhtaç. Allah müjdeliyor ama korkutuyor da. Fakat diğer şeylerin insanı korkutacak hiçbir özellikleri yok. Cansız canlıya nasıl hükmetsin? İmansızlar, Allah karşısında ezildiklerini, hürriyetlerinden olduklarını vehmetmektedirler.  Ama Allah haricinde olan şeyleri kendi güçleriyle ezmekte ve biçimlendirmektedirler. İnsanın hoşuna giden budur. Hülasa, evrenden yana beklentisi olanlar, yaratılışı vehmettikleri rastgele, madde ve tabiat zincirinin, kendilerine aliyyülâlâ bir zevk zinciri sunduklarını çok iyi biliyorlar. Allah ise Kur’an indirmiş, Önder görevlendirmiş, yasalar tayin etmiş, bedel istemiş, ödül göstermiş. Birbirleriyle koşullandırılmış iki âlem halketmiş. Allah evreni hem düzene koyar hem de sarsar. Adeta tüm inkârcılara meydan okur. Yani Allah canlıdır. Öyleyse Allah’ı ittihaz etmek, inkârcılar için, sümmehaşa tüm hürriyetini kaybetmektir. Yoksa mesele Allah’ın görünüp, görünmemesi meselesi değildir, evrene egemen olma meselesidir, mülkiyet meselesidir. Allah varsa hayvanlık yoktur. Allah yoksa istediğin gibi hayvanlaşabilirsin. Allah yoksa tüm kullar kulunuzdur. Allah varsa herkes kuldur. İnsan zavallıdır, acizdir, cahildir, muhtaçtır ama bunu kabullenmek istememekte ve şeytana yoldaşlık etmektedir. Dünyanın nimeti çoktur, öyleyse sümmehaşa Allah yoktur. İşte inkârcıların gerçek dertleri budur. Ama evrenin karanlık efendileri, evrenin masum ve cahil çocuklarını muhteşem bir tezgâhla aldatmaktadırlar.

 

 

Tarih boyunca, inkârcılar, Allah’ın varlığını değil, Allah’ın egemenliğini inkâr etmişlerdir. Bu gerçek, farklı şekilde yansıtılsa da, işin esası budur. Allah’ı, yeryüzüne müdahale ettirmemek istemişlerdir yani. Acı ve bu acıdan kaynaklanan inkâr, işte buradan tevlit etmektedir. Şimdi ki dünya farklı mı? Allah yerinde dursun, bizim hayatımıza müdahale etmesin demiyorlar mı? Hakikat sanıldığı gibi karmaşık değildir, bilakis çok basittir. Hakikati karmaşık hale getirenler, arka planda inkârcılardır. Allah, hangi sıfatla anılırlarsa anılsınlar, tüm inkârcıların hırslarını akamete uğratıyor, tabir caizse kirli zevklerini acılaştırıyor, mutlaka öleceklerini ve hesap vereceklerini sağır kulaklarına duyuruyor, kör vicdanlarına hissettiriyor. Allah’ın, mutlak ve muhkem saltanatı, küresel inkârcı efendilerin tenekeden saltanatlarını zir-ü zeber ediyor. Efendiliklerini ve forslarını bozuyor.  Allah, kullarına, kendilerini kullaştıran müşriklere karşı reddi öğretiyor. Terleri, kanları, yaşları sömürülenleri; omuzlarına basılanları bilinçlendiriyor, şuurlandırıyor. Bu bilinç ve şuur, küresel inkârcı efendilerin mutlak eceli oluyor. İşte Allah’ın yok sayılmak istenmesinin ardında ki hakiki neden budur; bilinç ve şuurun çalınmak istenmesi ve bilinçsizleştirilen, şuursuzlaştırılan insanların köleleştirilmesidir. Allah varsa inkârcılar için huzur yoktur, ortak mülk üzerinde egemenlikleri yoktur, her nevi kirli ve haram yoldan kazanma yoktur. Allah, gönderdiği Elçi’yle bizlere ilettiği mesajda yani Kur’an’da, küresel inkârcı efendilerin rahatlarını feci şekilde kaçırmaktadır. Efendilerin tüm ayrıcalıkları yok oluyor ve insan olarak görmedikleri insanlarla eşitleniveriyorlar. Kendilerini tanrı olarak gören inkârcılar, kullaştırmak istedikleri güçsüz insanlarla aynı insan oluveriyorlar ve kendileri de kul oluveriyorlar. İşte bu derin hakikat ciğerleri yakıyor ve küfür de burada başlıyor. Allah, tabir caizse ve sümmehaşa, yeryüzünde sizi yalnız bıraktım ve yeryüzünü size bıraktım deseydi, emin olun ki, inkârcılar gece gündüz secdeye kapanırlardı. Dünyacılar için, dünyalarının zehir olmasından ve yalanla temeli atılmış saltanatlarının yerle yeksan olmasından daha derin bir acı ve felaket yoktur. Çatışmacılık tezi üzerine kurgulanan, savaşmayı esas almış, inkârcı Kapitalist, Komünist, Faşist teorilerin, taktik ve stratejilerini mahvediyor Allah’ın varlığı. Allah, adalet der; inkârcılar, sömürü ister. Allah, ahlak der; inkârcılar ahlaksızlık varlığımız der.  Allah, bilin ve itaat edin der; inkârcılar ise, bilgiye düşmandır ve kölelik isterler. Müşrikler kimlerdi ve Peygambere (asm) niçin hayır diyorlardı? Çünkü kutsal söze sahipti, statükoyu reddediyordu, atalar dinine lâ diyordu, kul olmaya davet ediyordu. Tüm peygamberler aynı söze sahiptiler, aynı şeyi istediler ve aynı karakterde muhalefetle karşılaştılar. Allah; canlıdır, kudret sahibidir, yasa koyucudur, yaratıcıdır ama Allah dışında yaratıcılık izafe edilen şeyler bu özelliklere sahip değildirler. Allah’ı inkâr etmenin ve bunu her nevi yolla ve her meslekten kişilerle ispata yeltenmenin ve insanları aldatmaya çalışmanın en dip derinliklerinde ki saf hakikat işte budur. Muhkem hakikat, dayanaksız yalanlarla örtülmeye çalışılmaktadır.

 

 

Soru güzel şeydir. Soru, Kur’an’dır. İnsan sordu ve cevap olarak, Allah, ayetleri gönderdi. Sormasaydı peygamber, inmezdi Kur’an ve kurulmazdı ahlak ve adalet medeniyeti. İnsan, sorduğu için ister ve Allah verir ki, verdikçe varlığına şahit olur insan. Şimdi diyelim ki; Allah gökler Benim, yerler sizin olsun diye buyursaydı; hayatlara müdahale etmeseydi ve kullarını başıboş bıraksaydı; insanlığa gönderdiği Önderlere, insanlara hakikati tebliğ etmelerini söylemeseydi ve insanların hakikate mütenasip yaşamaları için kutsal ve mutlak yasaları icra yetkisi vermeseydi, Allah’ı inkâr ederler miydi inkârcılar ya da şeytaniler? Vallahi, billahi, tallahi etmezlerdi. Ahlaka, adalete, vicdana inanan ve ulvi olguların insanla hâkim olmasını isteyen namuslu ve dürüst hiçbir insanteki Allah’ı yok sayamaz, inkâr edemez. Çünkü ne ahlak, ne adalet ve ne de vicdan Allah’tan bağımsız düşünülemez. Eğer hür ve şerefli bir hayat yaşamak istiyorsanız ve insanca varolmak istiyorsanız, Allah’tan başka muhkem dayanak yoktur. Allah’ı inkâr eden hiçbir insanteki, ahlak ve adalet mücadelesinde vallahi, billahi, tallahi samimi değildir. Adalet ve ahlak, Allah varsa vardır. Dünyanın anlamı ahlak ve adaletle kaimdir, anlam da Allah ile kaimdir. Allah’ın gösterdiği istikamette gitmeyenlerin, bir şeytani pislik olan siyonizmin gösterdiği istikamette gitmesi mukadderattır. İster bilerek olsun, ister bilmeden olsun ama gerçek budur. Ahlak ve adalet devletinin tesisi için, Allah’ın mutlak ve kutsal yasalarının icrası ve bu icrayı tüm insanların istemeleri şarttır. Ayrıca bir de şu detay var; Allah’a inanıp, dayandığını söyle ama ahlakı ve adaleti başka şeylerde ara, burada da mürailik ve sahtekârlık vardır. Çünkü böyle bir paradoks kabil değildir. Küfür ehli iman eder ama imanını ikrar etmez. Hakk ehli ise ikrar eder ama ittiba etmez.  İnsanoğlunun garip ve ilginç bir dilemmasıdır bu. Birilerinin ikrarı, diğerlerinin ittibası; her iki tarafında yaşadıkları hayatın yalan olduğunun mutlak hücceti olacaktır. Hülasa; her iki tarafta riyakârdır. Allah, iman edenler niçin iman etmelerini söylemektedir? İşte derin sır burada gizlidir. Zira tahkiki iman bambaşka bir imandır. Şeytanilerin maddi egemenliklerinin kaynağı, köleleştirdikleri yığınlardır. Bilim adamı kılıklı şarlatanlar, aydın yaftalı itler, şaklaban politikacılar, din tahrifçisi ve tahripçisi sözde âlimler, şeytanilerin uşaklığını yapmaktadırlar. Şeytaniler, bunları, kendi alanlarında vazifelendirip, kendilerine hizmet ettirmektedirler. Bunların kimisi dini inkâr için, kimisi tahrip için, kimisi de tahrif için görevlidirler. Yalan ve yanlış yolda bugün olmasa da yarın, kaybeden olmak mukadderattır. Her şey dünya nimetleri içindir. Tezgâh büyük, oyun derin ama insanlar cahil. Küçük ve basit tanrıcıklar dünyaya egemen olabilirler maddi güçleriyle amma hem dünyanın hem de ahiretin hakiki hâkimi Allah’tır. Gerisi ise angaryadır bebeğim. Geçelim!

 

 

Tabiat derken neyi kastediyoruz? Yani nedir tabiat ya da doğa? Aklımıza ilk gelen nedir bunları anımsayınca? Bizzat üzerinde hayat sürdüğümüz yani koştuğumuz, eğlendiğimiz, yediğimiz, içtiğimiz, gülüp ağladığımız ve bir gün terk etmek zorunda kalacağımız yeryüzü değil mi? Yani, orman, deniz, toprak, hayvan, bitki ve insanın kendisi, adına tabiat ya da doğa dediğimiz devasa olgunun unsurları, elemanları ya da parçalarıdırlar veyahut bir misafiridirler. Aslında insanın diğerlerinden bir farkı vardır. Çünkü insan ve doğa baskın olgulardır diğerlerine göre. Tabiat bu unsurlardan teşekkül eden ve bu unsurlarla müşahhaslaşan bir olgudur. Her birinin var olmaları ve mevcut bulunmaları bir anlam ifade etmektedir, bir amaca matuftur.  Cümlenin tamamlayıcı öğeleridirler, cümle bunlarla ikmal olmaktadır. Cümlenin ana unsurlarının yanında bir de yan unsurları yani bütünü tamamlayan unsurlar vardır ve olmak zorundadır. Bildiğimiz cümlede de edatlar, bağlaçlar, zarflar yok mudur yani? Gizli ya da açık ne fark eder. Varoluş, bu unsurların her birinin kutsal eyleme kolektif iştirakiyle tahakkuk etmekte değil midir? Tüm canlı varlıkların bir nevi besin deposudur tabiat. Doğa, varoluşta ki en önemli unsurdur, tıpkı insan gibi. Sair unsurlarda yaşam için birer aracı mesabesindedirler. Aslında tabiat vericidir. İnsan egemendir tabiata, ki insan içindir esasında tabiat. Tabiat eylem alanı ise, insan orada eylem yapandır. Aklı olan ve iş yapan tek canlı insandır. İnsanın tabiata yaptığı müdahaleyle iş medyana gelir, işte insanı üretir. Filhakika, tabiatın en hayati unsuru olan topraktandır insan. Özür balçıktır, balçıkta topraktır. Geliş topraktan, gidiş toprağa. Garip bir varoluş ve yok oluş. Yüce ruh ekleniverdi mi toprağa, oluyor insan. İki bileşenin neticesi; insan. Topraktan gelen toprağa, yüceliklerden gelen yüceliğe dönüyor. Beden toprağa düşerken, ruh sonsuzluğa uçuyor. Toprak neyle şenleniyor? Rahmetle değil mi? Rahmet nereden iniyor? Peki, beden neyle harekete kavuşuyor yani canlanıyor? Ruhla değil mi? Ruh nereden iniyor? İnsan; toprak ve su ve ruh. Gökten inen her yağmur damlası toprağa hayat veriyor. Gökten inen ruhta insana hayat veriyor. Gökler, yücelikler hayat verendir. Gök olmasa yer olur muydu? Yağmur olmasa toprağın ne anlamı olurdu? Allah olmasa insan olur muydu? İnsan bir köprüdür tabir caizse; yer ile gök arasında. Emir göklerdendir, icrası yerlerdedir. İcracı ise insandır. Madden toprağa merbut olan insan, manen göklerle ilişki ve iletişim halindedir. Sır burada gizli. Denge ve ölçü burada gizli. Dünya toprağa bağlı, ahiret göklere bağlı. Dünya nimetlerine yani yaşamak için bir gereksinim olan maddeye yerde kavuşuyor. Göklerle olan iletişimiyle de manevi boyutunu yani kulluğunu tamamlıyor. Ne yersi ne de göksüz yaşam asla kabil olamaz. Birbirini tamamlayıcı olgulardır. İkisi de, insanı tamamlıyor. Maddi ve manevi boyuta sahip olan insanın, yer ve gökle ilişkisinin hikmeti de burada olsa gerek. Ayakları yere basarken, ruh boyutuyla sonsuzlukta kanat çırpıyor. Ahiretin de, dünyanın da anlamı buradadır işte. Ahiret ve dünya niçin vardır, nasıl vardır, şimdi netlik kazanıyor. Ahiret, dünyanın tamamlayıcısı; dünya ise, ahiretin önkoşulu. Nasıl dünyayı toprak taşıyorsa, ahireti de gök taşıyor. İnsan, burada, denge ve ölçü unsurudur. İnsandan istenen de budur. İnsan vasat olarak halk edilmiştir. Çünkü ne mutlak dünyacı olabilir ne de mutlak ahretçi. Hem dünyaya muhtaçtır hem de ahretini heba etmemesi iktiza eder. Topraktan koparsa insan, kopar kendinden. Zamanımızda betan duvarlar içine sıkışıp kalan insan, insanlığını da unutmuş değil midir? Beton ruhsuzdur, donuktur ama toprağın ruhu vardır. Toprak üreticidir ama beton üretmez fakat tüketir.

 

 

İnsan topraktandır, bu sebeple toprağa bağlıdır, toprak temizdir ve temizdir insanda ama insan toprağı kirletir, kirlettikçe toprağı, kendi de kirlenir ama kendini kirlettiğinin farkına varamaz. İnsan toprağa bağlı kaldığı müddetçe kendine bağlılığı devam eder, toprakla bağını kestiği zaman kendiyle de bağını kesmiş olur. İnsan topraktan kopup, betona hapsolduğundan beridir kendini kaybetmiştir. Tabiat insanla, insan tabiatla bütündür. Birbirlerinden ayrı kaldıkları zaman, birbirlerinden uzaklaşırlar, bu ikisi içinde tehlikedir. Bugün insanoğlu hastalanmıştır. Kendini dört duvar içerisine ve teneke parçalarına tutsak kılmıştır. Betonlara ve teneke parçalarına, insanlığını değişmiştir. Kendini kontrol ediniz, kendinizden ve doğallıktan niçin uzaklaştınız tefekkür ediniz; doğadan koptuğunuz hakikatini göreceksiniz. Tabiatla hemhal olunsaydı, sevişilseydi, tümlenilseydi, tabiatın özünde ki ve derinliklerinde ki saklı olan fevkalade edebiyat ve derin felsefe idrak edilebilseydi, insanın insan bugünkü kadar vahşileşmezdi.  Tabiat bugünkü kadar kirletilmez ve insanlığa bedel ödetmezdi. İklimler niçin değişti, toprak niçin küstü insana? Toprak, kafa ve gönül kirlendiği zaman intikamlarını çok feci alırlar. Bunlar birbirlerine benzerler. Tabiatı keşfedelim, onda ki saklı sırlara ulaşalım, mutantan edebiyatı ve fevkalade felsefeyi ihsas edelim, inanın halledemeyeceğimiz sorun kalmayacaktır. Mübalağa yapmıyorum, sadece iddiam büyük ve iddiamın da arkasındayım. Tabiatı okumak, anlamak, kavramak; Kur’an’ı okumak, anlamak, kavramaktır. Kuracağımız ilişki ve iletişim sonsuz önemlidir. Bu tabiatla da öyledir, insanla da öyledir, Kur’an’la da öyledir. Gökle de yerle de bağımız muhkem olmalıdır. Koptuğumuz ve beceremediğimiz nokta burasıdır. Kirlendik ve tabiatı da kirlettik, tabiat kirlenince biz yeniden kirlendik. Göklerden koptuk, inen yasaları ihmal ettik, mutlak olarak yere kapandık, nihayet hayvanlaşmaya başladık. Gökten kopuş, duygulardan kopuştu, duygulardan kopuş gönülü unutuştu. Gönül unutulduğu zaman insan tükenirdi ve tükendik. Gönlü kuruyan insan canavarlaşırdı ve öyle de oldu. Kalbimizi açacağımıza birbirimize, pençelerimizi savurduk. Cennet olmamız iktiza ediyordu, kurt olduk kardeşimize. İnsan, tabiatsız yarımdır; tabiatta, insansız yarımdır. Birbirlerini tamamlayan parçalardır bunlar. Gökler, yerlerin canıdır. İnsan kirlendiği zaman, kirlenmedik hiçbir şey kalmaz. O zamanda tadı kaçar her şeyin.  İnsan temizse, doğa da temiz kalacaktır. Gökler temizleyicidir. Ama kopmamak iktiza eder. Cennet istiyorsanız, cennet olacaksınız!

 

 

İnsan yani ilahi cümlenin öznesi, iş üreten akıl. Kulluk için halkedildiğini biliyoruz. Kulluk yani ilahi nimetlere teşekkürün müşahhaslaşmış hali. Nimeti veren kimse teşekkür de onadır. Nimetten faydalananlara teşekkür olmaz. Çünkü aynı kategoridedirler. Dünya, neresinden bakarsanız bakınız fanilik hükmüyle hükümlü. Dünya nimetleri de öyle. Nimetlere tapınış içinde olmak insanı alçaltır. Fanilikle bakileşmek muhal. Baki ile bakileşmek, marifet. Öyleyse kul olmaktan başka bir gayesi olamaz insanın. Geldik, bir şekilde yaşıyoruz ve günü geldiğinde, saat dolduğunda, ışıklar söndüğünde gideceğiz. Öyleyse mahlûka kul olmaz trajikomik. Ölüm varsa, anlamsızdır, kulluğun haricinde ki her şey.  Filhakika, bu mevzuya dalmak bile abesle iştigal. Varolmak, başka ne içindir? Derine inin, nüansa girin, akıl çıkış yolu bulamaz. Fanilik mutlak mukadderat. Göz görmez alına yazılanı, gönül hisseder bebeğim! Aklına güvenme, gönlünü dinle. Aklını dinle, gönlüne güven. Sana göz vermiş, kulluğa hayır; sana para vermiş, kulluğa evet; mutlak alçalış. Bize, bizimle yok olmayacak olan lazım. Yok olmayanın önünde yok oluş; mutlak yükseliş. Varsın, başkasıyla değil, Kendinden varsın, var olman var olanlarla koşullanmamış. Varlığınla var kılansın. İşte Allah’tır o. Allah, senin damarlarında ey muhtaç insan! Atamazsın. Kendini inkâr edenden daha cahil, ahmak kim vardır. Yaşıyorsun, kendini hissediyorsun ama inkâr ediyorsun. Mutlak cehalet. Kalbini ve beynini çıkarabilir misin? Ki bu sebepledir ki, güya inkâr ettiğini sananlar bile var değiller midirler? Eğer Allah’ın mevcudiyeti, mutlak şekilde hatırlanamayacak durumda yokluğa mahkûm edilebilecek olsaydı, bir tek insanoğlunun var olması kabil olmazdı.

Tarih: 01.02.2015 Okunma: 638

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?