Kur’an ve Hz. Muhammed (sav) varsa, ki Güneş kadar sarih ve
berrak bir hakikattir, ki vardır. Öyleyse Allah yok demek mutlak alıklıktır.
Bilakis vehimleriniz kendi kendinizi tatminden öteye geçmez. Aklınız ve
yüreğiniz yetiyorsa önce bu iki yüce ve keskin hücceti yok sayınız. Bizlere
ulaştırdıkları yüce ve yüksek hakikatleri bırakınız, mevcudiyetlerini yok
saymanız muhaldir, bu iki yüce ve yüksek varlığın mevcudiyetleri de Allah’ın
mevcudiyetinin en kati, en keskin hüccetidirler. Zira bu iki yüce ve yüksek
varlığın varlıklarını var sayıpta, bizlere ulaştırdıkları mutlak hakikatleri
kabul etmemek ve cerhetmeye yeltenmek trajikomik bir durumdur. Bu iki yüce ve
yüksek varlık, insanlığın gözbebekleri, varsa, aklı ve kalbi bulunan her bir
insan teki bunlara ittiba etmekten başka bir yol bulamaz. Bulamadı, bulamaz,
badema da bulamayacaktır. Mutlak akılcılık kurtuluş değildir, bireysel tatmini
tevlit eder sadece. Bilimsellik kılıfı ardında ki safsatalarla, felsefe adı
altında ki absürtlüklerle iştigal edilir durulur bitevi. Evrende ki tek bir
insan teki dahi (en zeki kafalarda dâhildir buna) yüce ve ekmel Kur’an’ın,
düşmanlarının karşısında naçar kaldığını iddiada, ispatta edemez ve Yüce
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) gibi bir Önder asla ve kata gösteremez. İşte
meydan, hodri meydan, nasıl çıkarsan çık. Çünkü bu iki yüce ve yüksek şahsiyete
sahip varlık evrenin özüdürler. İnsanlığın Önderi ve Pusulası olan bu iki yüce
varlıkta, Allah’ın varlığını ikrar ve ispat ediyorlarsa, haber veriyorlarsa,
tüm insanlıkta buna inanır ve ittihaz ederler. Bilerek ve isteyerek inkâra
yeltenenleri geçiyorum. Hani bazı tipler, inanç varsa felsefe yoktur, felsefe
varsa inanç yoktur gibisinden zırvalıyorlar ya, felsefe bitevi sorgulamaktır,
arayıştır gibisinden, işte bu zırvacıları geçiyorum. Allah’ın bir tek kulu, ne
Yüce Önderi ne de Yüce Kur’an’ı, ne naçar bırakabilir ve ne de ıskat edebilir.
Vallahi, billahi, tallahi böyle bir durumu badema da kabil olmayacaktır. Kim
vardır ki, meydana çıkıpta, bu Yüce Varlıkların bizlere getirdikleri
hakikatlerin hayata uymadığını iddia ve ispat edebilir? Böyle bir şey hiçbir
zaman, hiçbir koşulda asla ve kata kabil olmayacaktır. Ki uymayı bırakın,
hayatın özüdür, kendisidir getirdikleri hakikatler. Yüce Rabbimiz kati ve net
şekilde de meydan okumayı yapmaktadır zaten; ‘’gücünüz yetiyorsa bir benzerini
getirin’’ diyerek ve ardından da ‘’ama asla getiremeyeceksiniz’’ diyerek.
Hz. Muhammed’in (sav) bize getirdiği Kur’an’ın ve o
Kur’an’la kurduğu hayatların ve o hayatlarla inşa edilen Medine’nin-Medeniyetin
üzerine başka bir hakikatin olması kabil midir? Allah’ın varlığını izah ve
izhar etmemiz iktiza etmez aslında, yarattığı evren ve insan varken. Allah’ı
görmesekte, O’nun gönderdiği Peygamber ve o Peygamberle ilettiği kutsal
mesajları tazammum eden Yüce Kur’an ortada dururken ve bizler onları bizatihi
hissedip müşahede ederken. Pusulasız hayat olmaz. Öndersiz de pusla
anlamsızdır. Kendini zorlaman lüzum yok ey insan! Teslim ol ve necat bul. Gör
görme, bil bilme, canlı olsun cansız olsun ne fark eder, mevcudatın maliki
Allah’tır. Kur’an, O’nun emirlerini, mesajlarını tazammum eder. Hayatlarımızı
yeniden kurmamız için Kur’an’ı ve o hayatları kurarken bize Önderlik etmesi
için Yüce Önderi (sav) göndermiştir. Hz. Muhammed (sav) ve Kur’an varsa ve
bizler bunu duyumsuyorsak, müşahede ediyorsak Allah’ı da şeksiz, şüphesiz
İlahımız olarak ittihaz ederiz. Bendenizin yönümü şaşırmam ve yolumu kaybetmem,
Önderimi ve Kitabımı redle başlamıştı. Biliyordum ki, Önderimi ve Kitabımı
ittihaz ettiğim zaman, bir Yaratıcı olduğunu da mutlak surette ittihaz etmek
zorundaydım. Kaçış yoktu. Hayatım boyunca tetkik, tahlil ettim ve bitevi
tefekkür eyledik, aklettim. Bu iki Yüce ve aziz varlığı ne cerhedebilene şahit
oldum, ne de bu iki Yüce ve Aziz varlığın karşısında barınabilecek temiz, emin,
şaşmaz şahsiyet ve kitap tanıdım. Namusluca araştırdım, kendi kendimle
dövüştüm. Vallahi, billahi, tallahi görmedim, duymadım, bilmedim, tanımadım.
Bunu kabullendirme adına yapmıyorum. Bilakis düşünceyle dövüşmem yara alır. Aksine
tanıdığım tüm şahsiyetlerin, filozofların ve ideologların, beşeri kitapların
çaresizlik içinde kıvrandıklarına, zırvaladıklarına şahit oldum.
Müşahhas olanı reddedebiliyorsan mücerret olanı reddin
kolaylaşır. Ama müşahhası reddetmek ise akıl sahibi olanın işi değildir. İnsan
müşahhas olanı bir yere kadar bilmezlikten, görmezlikten gelebiliyor. Bir yerde
küçücük gövde koca hakikate yenik düşüyor. Gördüklerimizi halkeden,
görmediğimiz ama varlığına dair mutlak iman taşıdığımız Allah, kendisine ancak
gönülle ulaşabilmemiz için ve imanda gönülde tebeyyün ettiği için,
gönüllerimize mutlak hüccetlerin sevgisini dercetmiştir. Niçin Kur’an okunurken
ilk etkilenen yer niçin gönül oluyor? Peygamberimizi hayalimizde canlandırmaya
teşebbüsümüzde niçin ilk etkilenen yer gönlümüz oluyor. Basitçe düşünün sadece
ve sadece Kur’an okunurken direkt olarak gönülde makes bulur ve tüm gövdeniz
tarifsiz bir tesir altında kalır. O an da dikkat ediniz akıl asla aklınıza bile
gelmez. Çünkü ne Önderimizle ne Kur’an ile ilişkimiz mekanik değildir. Çünkü
mekanik ilişkilerde akıl direkt devreye girer ama doğal olan ilişkilerde gönül
dominanttır. Bu beşeri olan her şeyde ilişkiler mekaniktir. Şahsılar ya da
eserler fark etmez hepsinde mekaniktir. İnsanoğlunun istese bile red ve inkâr
edemeyeceği yegâne yüce ve yüksek hakikatler Önderimiz ve Kur’an’ımızdır. Bunu
kâfirler bile bilmektedirler. Ki zaten kâfirin kâfirliği bilgiden değil
haseddendir. Çünkü onların da kendi bilgileri, yine kendilerini
yalanlamaktadır. Önderimize ve Kur’an’ımıza düşmanlığın kökeninde dünya kavgası
vardır. Kâfirler dünyaya egemen olmak ister, İslam ise buna hayır der ve ipler
burada kopar. İnsanın görmediğine inanması zor gelse de zor gelmemesi için
gönül verilmiştir insana. İşte her şey o gönülde başlayıp bitiyor. Akıl farklı
bir şeydir. Akıl ve gönül birbirilerini kontrol eden iki olgudur. Akıl, gönül
kaymasını; gönül de akıl kaymasını önleyerek birbirilerine destek olurlar. Hayatım;
okumayla ve tefekkürle geçti. Dövüşmelerim de samimi idim. İnkârımda samimi
idim ve imanımda samimi idim. Çünkü fikirsizlikten iğreniyordum. Namuslu
dövüşmenin yücelten ve yükselten bir yanı olduğuna inanıyordum. Okuyan ve
düşünen her fikir adamına saygı duydum. İmanla
birlikte tüm belirsizlikler, karanlıklar, girdaplar, açmazlar birden
kayboluverdi. Gönülsüz akıl şeytanın oyuncağı yapıyor insanı. Akılsız gönülde
aynı sonucu tevlit ediyor. Akıl, gönül, iman; insanoğlunun sahip olduğu en
müstesna nimetlerdir. Bunların üzerine başka bir nimet tanımıyorum. Bir
ömrünüzü salise ara vermeden ibadete hasretseniz vallahi, billahi, tallahi bu
üç nimetin karşılığı olamaz.
İnsan, zihni temiz olarak doğar. Evet, muayyen bir altyapıya
sahiptir ama dünyevi şeylerle kirli değildir. Zihin çevreye açıldığı zaman
çevrenin etkisinde kalır ve zaman içinde tagayyürata uğrar. Daha önce ki
yazılarımızda imandan ve imansızlıktan bahsetmiştik. İmansızlık olayı insanda
doğuştan olan bir şey değildir. Ki zaten insan imanlı olarak dünyaya doğar.
Çevrenin etkisi altına girdiği andan itibaren iman ya gider ya da mevcudiyetini
muhafaza eder ve geliştirir. Yazının girizgâhında da değinmiştik. İmansızlığın
altyapısını bahusus beşeri kitaplar ve sekülerleşmiş kişiler atar. Katı ve sığ
rasyonalizm, belirsizlik temeli üzerine kurulu felsefi sitem ve filozoflar
ciddi etkiye sahiptirler burada. İmanın altyapısını ise Kur’an ve Sünnet atar. Evrenin
doğal yasalarına intibak ettiğiniz ve bu yasaları hayatınıza tatbik ettiğiniz
zaman yolunuz ve yönünüz yani istikametiniz düzgün olur. Bu yasaları tazammum
eden mutlak kaynaklar da; Kur’an ve Sünnettir. Temeliniz muhkem olduğu zaman
korkmadan ilerleyiniz. Bendeniz dayanaksız temellerden muhkem temellere
evrildim. Şimdi muhkem temeller üzerinde yürüdüğüm için muhtelif fikirlerle,
eserlerle hemhal olmaktan imtina etmiyorum. Bilakis bendeniz için daha da
geliştirici oluyorlar. Eğer çürük temeller üzerinde ilerlemişseniz, her
karşılaştığınız eser ve her iletişime geçtiğiniz kişi sizin için birer tehdit
olabilir. Tabi bu tehdit iman noktasında olur. Bir binanın temeli sallantılı
olarak atılmışsa bir ömür o bina da korku ve endişe içinde yaşarsınız ve
hayatınız adeta cehenneme döner. Nesiller tezcanlı ve hazırı seven tipler
maalesef. Zor olana dayanamıyorlar ve sabredemiyorlar. Her şeye mutlaka bir
cevap istiyorlar. Oysa hayatta bedelsiz bir şey yoktur ve hayat baştan sona
ıstıraptır. İman sabır ister, istikamet ister. Zevklerden feragat ister. Beşeri
olan her şey, nesile istediğini veriyor gibi gözükür ama ondan çaldığı şey;
koca bir ömürdür hatta daha ötesi; sonsuzluktur. Çok uzun şekilde yaptığımız
girizgâhın sebebi şimdi anlaşılmıştır inşaallah.
İnsançocuğu çok garip. Varoluş üzerine tefekkür eder,
tezekkür eder ve her şeyi tesadüfe verir, maddeye ve tabiata bağlar. Ama ne
hikmetse Allah demekten kaçar. Şimdi merak ederiz, sorarız ve sorgularız neden
diye. Allah demekte o kadar zorlanıyoruz ki, sanki tüm dünyamız alt üst olacakmış
gibi. Velâkin çok kolay şekilde Allah dışında ne varsa diyebiliyoruz. Üstelik
yaratılışı, varlıklarına hamlettiğimiz varlıklar üzerinde, yarattıkları
söylenen insan egemen. Ne kadar akıl dışı bir şey değil mi? Bir de buna
inananlar ya da inandıklarını insanlara söyleyenler bilim adamı denilen tipler.
Allah dersek her şey kaotik, sair şeyler dersek vehleten açıklığa kavuşuyor her
şey; bana burada aklın zerresini gösterin. Allah, insana sorumluluk yüklüyor ve
ondan kulluk istiyor. İşte olayın bam teli de burası. Çünkü Allah haricinde,
yaratılışı hamlettiğimiz şeyler insana sorumluluk yüklemiyorlar ve insandan bir
şeyde istemiyorlar. Gönderdikleri bir kitap yok, görevlendirdikleri bir elçi
yok. Yani insan tabir caizse başıboş bir hayvan gibidir. Bizlere hoş gelende
budur. Çünkü hesapsız, kitapsız, umarsız bir yaşam vardır. Kural yok, kaide
yok. Bedel yok, hep ödül var, tabi fani ödüller. Kudretleri, müeyyideleri yok.
İmkânları yok. Çünkü onların karşısında insan daha güçlü ve insan da gücü
seviyor. Ama Allah karşısında insan çaresiz, aciz ve O’na muhtaç. Allah
müjdeliyor ama korkutuyor da. Fakat diğer şeylerin insanı korkutacak hiçbir
özellikleri yok. Cansız canlıya nasıl hükmetsin? İmansızlar, Allah karşısında
ezildiklerini, hürriyetlerinden olduklarını vehmetmektedirler. Ama Allah haricinde olan şeyleri kendi
güçleriyle ezmekte ve biçimlendirmektedirler. İnsanın hoşuna giden budur. Hülasa,
evrenden yana beklentisi olanlar, yaratılışı vehmettikleri rastgele, madde ve
tabiat zincirinin, kendilerine aliyyülâlâ bir zevk zinciri sunduklarını çok iyi
biliyorlar. Allah ise Kur’an indirmiş, Önder görevlendirmiş, yasalar tayin
etmiş, bedel istemiş, ödül göstermiş. Birbirleriyle koşullandırılmış iki âlem
halketmiş. Allah evreni hem düzene koyar hem de sarsar. Adeta tüm inkârcılara
meydan okur. Yani Allah canlıdır. Öyleyse Allah’ı ittihaz etmek, inkârcılar
için, sümmehaşa tüm hürriyetini kaybetmektir. Yoksa mesele Allah’ın görünüp,
görünmemesi meselesi değildir, evrene egemen olma meselesidir, mülkiyet
meselesidir. Allah varsa hayvanlık yoktur. Allah yoksa istediğin gibi
hayvanlaşabilirsin. Allah yoksa tüm kullar kulunuzdur. Allah varsa herkes
kuldur. İnsan zavallıdır, acizdir, cahildir, muhtaçtır ama bunu kabullenmek
istememekte ve şeytana yoldaşlık etmektedir. Dünyanın nimeti çoktur, öyleyse
sümmehaşa Allah yoktur. İşte inkârcıların gerçek dertleri budur. Ama evrenin
karanlık efendileri, evrenin masum ve cahil çocuklarını muhteşem bir tezgâhla
aldatmaktadırlar.
Tarih boyunca, inkârcılar, Allah’ın varlığını değil, Allah’ın
egemenliğini inkâr etmişlerdir. Bu gerçek, farklı şekilde yansıtılsa da, işin
esası budur. Allah’ı, yeryüzüne müdahale ettirmemek istemişlerdir yani. Acı ve
bu acıdan kaynaklanan inkâr, işte buradan tevlit etmektedir. Şimdi ki dünya
farklı mı? Allah yerinde dursun, bizim hayatımıza müdahale etmesin demiyorlar
mı? Hakikat sanıldığı gibi karmaşık değildir, bilakis çok basittir. Hakikati
karmaşık hale getirenler, arka planda inkârcılardır. Allah, hangi sıfatla
anılırlarsa anılsınlar, tüm inkârcıların hırslarını akamete uğratıyor, tabir
caizse kirli zevklerini acılaştırıyor, mutlaka öleceklerini ve hesap
vereceklerini sağır kulaklarına duyuruyor, kör vicdanlarına hissettiriyor. Allah’ın,
mutlak ve muhkem saltanatı, küresel inkârcı efendilerin tenekeden
saltanatlarını zir-ü zeber ediyor. Efendiliklerini ve forslarını bozuyor. Allah, kullarına, kendilerini kullaştıran
müşriklere karşı reddi öğretiyor. Terleri, kanları, yaşları sömürülenleri;
omuzlarına basılanları bilinçlendiriyor, şuurlandırıyor. Bu bilinç ve şuur,
küresel inkârcı efendilerin mutlak eceli oluyor. İşte Allah’ın yok sayılmak
istenmesinin ardında ki hakiki neden budur; bilinç ve şuurun çalınmak istenmesi
ve bilinçsizleştirilen, şuursuzlaştırılan insanların köleleştirilmesidir. Allah
varsa inkârcılar için huzur yoktur, ortak mülk üzerinde egemenlikleri yoktur,
her nevi kirli ve haram yoldan kazanma yoktur. Allah, gönderdiği Elçi’yle
bizlere ilettiği mesajda yani Kur’an’da, küresel inkârcı efendilerin
rahatlarını feci şekilde kaçırmaktadır. Efendilerin tüm ayrıcalıkları yok
oluyor ve insan olarak görmedikleri insanlarla eşitleniveriyorlar. Kendilerini
tanrı olarak gören inkârcılar, kullaştırmak istedikleri güçsüz insanlarla aynı insan
oluveriyorlar ve kendileri de kul oluveriyorlar. İşte bu derin hakikat
ciğerleri yakıyor ve küfür de burada başlıyor. Allah, tabir caizse ve
sümmehaşa, yeryüzünde sizi yalnız bıraktım ve yeryüzünü size bıraktım deseydi,
emin olun ki, inkârcılar gece gündüz secdeye kapanırlardı. Dünyacılar için,
dünyalarının zehir olmasından ve yalanla temeli atılmış saltanatlarının yerle
yeksan olmasından daha derin bir acı ve felaket yoktur. Çatışmacılık tezi
üzerine kurgulanan, savaşmayı esas almış, inkârcı Kapitalist, Komünist, Faşist
teorilerin, taktik ve stratejilerini mahvediyor Allah’ın varlığı. Allah, adalet
der; inkârcılar, sömürü ister. Allah, ahlak der; inkârcılar ahlaksızlık
varlığımız der. Allah, bilin ve itaat
edin der; inkârcılar ise, bilgiye düşmandır ve kölelik isterler. Müşrikler
kimlerdi ve Peygambere (asm) niçin hayır diyorlardı? Çünkü kutsal söze sahipti,
statükoyu reddediyordu, atalar dinine lâ diyordu, kul olmaya davet ediyordu.
Tüm peygamberler aynı söze sahiptiler, aynı şeyi istediler ve aynı karakterde
muhalefetle karşılaştılar. Allah; canlıdır, kudret sahibidir, yasa koyucudur,
yaratıcıdır ama Allah dışında yaratıcılık izafe edilen şeyler bu özelliklere
sahip değildirler. Allah’ı inkâr etmenin ve bunu her nevi yolla ve her
meslekten kişilerle ispata yeltenmenin ve insanları aldatmaya çalışmanın en dip
derinliklerinde ki saf hakikat işte budur. Muhkem hakikat, dayanaksız
yalanlarla örtülmeye çalışılmaktadır.
Soru güzel şeydir. Soru, Kur’an’dır. İnsan sordu ve cevap
olarak, Allah, ayetleri gönderdi. Sormasaydı peygamber, inmezdi Kur’an ve
kurulmazdı ahlak ve adalet medeniyeti. İnsan, sorduğu için ister ve Allah verir
ki, verdikçe varlığına şahit olur insan. Şimdi diyelim ki; Allah gökler Benim,
yerler sizin olsun diye buyursaydı; hayatlara müdahale etmeseydi ve kullarını
başıboş bıraksaydı; insanlığa gönderdiği Önderlere, insanlara hakikati tebliğ
etmelerini söylemeseydi ve insanların hakikate mütenasip yaşamaları için kutsal
ve mutlak yasaları icra yetkisi vermeseydi, Allah’ı inkâr ederler miydi inkârcılar
ya da şeytaniler? Vallahi, billahi, tallahi etmezlerdi. Ahlaka, adalete,
vicdana inanan ve ulvi olguların insanla hâkim olmasını isteyen namuslu ve
dürüst hiçbir insanteki Allah’ı yok sayamaz, inkâr edemez. Çünkü ne ahlak, ne
adalet ve ne de vicdan Allah’tan bağımsız düşünülemez. Eğer hür ve şerefli bir
hayat yaşamak istiyorsanız ve insanca varolmak istiyorsanız, Allah’tan başka
muhkem dayanak yoktur. Allah’ı inkâr eden hiçbir insanteki, ahlak ve adalet
mücadelesinde vallahi, billahi, tallahi samimi değildir. Adalet ve ahlak, Allah
varsa vardır. Dünyanın anlamı ahlak ve adaletle kaimdir, anlam da Allah ile
kaimdir. Allah’ın gösterdiği istikamette gitmeyenlerin, bir şeytani pislik olan
siyonizmin gösterdiği istikamette gitmesi mukadderattır. İster bilerek olsun,
ister bilmeden olsun ama gerçek budur. Ahlak ve adalet devletinin tesisi için,
Allah’ın mutlak ve kutsal yasalarının icrası ve bu icrayı tüm insanların
istemeleri şarttır. Ayrıca bir de şu detay var; Allah’a inanıp, dayandığını
söyle ama ahlakı ve adaleti başka şeylerde ara, burada da mürailik ve
sahtekârlık vardır. Çünkü böyle bir paradoks kabil değildir. Küfür ehli iman
eder ama imanını ikrar etmez. Hakk ehli ise ikrar eder ama ittiba etmez. İnsanoğlunun garip ve ilginç bir dilemmasıdır
bu. Birilerinin ikrarı, diğerlerinin ittibası; her iki tarafında yaşadıkları
hayatın yalan olduğunun mutlak hücceti olacaktır. Hülasa; her iki tarafta
riyakârdır. Allah, iman edenler niçin iman etmelerini söylemektedir? İşte derin
sır burada gizlidir. Zira tahkiki iman bambaşka bir imandır. Şeytanilerin maddi
egemenliklerinin kaynağı, köleleştirdikleri yığınlardır. Bilim adamı kılıklı
şarlatanlar, aydın yaftalı itler, şaklaban politikacılar, din tahrifçisi ve
tahripçisi sözde âlimler, şeytanilerin uşaklığını yapmaktadırlar. Şeytaniler,
bunları, kendi alanlarında vazifelendirip, kendilerine hizmet ettirmektedirler.
Bunların kimisi dini inkâr için, kimisi tahrip için, kimisi de tahrif için
görevlidirler. Yalan ve yanlış yolda bugün olmasa da yarın, kaybeden olmak
mukadderattır. Her şey dünya nimetleri içindir. Tezgâh büyük, oyun derin ama
insanlar cahil. Küçük ve basit tanrıcıklar dünyaya egemen olabilirler maddi
güçleriyle amma hem dünyanın hem de ahiretin hakiki hâkimi Allah’tır. Gerisi
ise angaryadır bebeğim. Geçelim!
Tabiat derken neyi kastediyoruz? Yani nedir tabiat ya da
doğa? Aklımıza ilk gelen nedir bunları anımsayınca? Bizzat üzerinde hayat
sürdüğümüz yani koştuğumuz, eğlendiğimiz, yediğimiz, içtiğimiz, gülüp
ağladığımız ve bir gün terk etmek zorunda kalacağımız yeryüzü değil mi? Yani,
orman, deniz, toprak, hayvan, bitki ve insanın kendisi, adına tabiat ya da doğa
dediğimiz devasa olgunun unsurları, elemanları ya da parçalarıdırlar veyahut
bir misafiridirler. Aslında insanın diğerlerinden bir farkı vardır. Çünkü insan
ve doğa baskın olgulardır diğerlerine göre. Tabiat bu unsurlardan teşekkül eden
ve bu unsurlarla müşahhaslaşan bir olgudur. Her birinin var olmaları ve mevcut
bulunmaları bir anlam ifade etmektedir, bir amaca matuftur. Cümlenin tamamlayıcı öğeleridirler, cümle
bunlarla ikmal olmaktadır. Cümlenin ana unsurlarının yanında bir de yan
unsurları yani bütünü tamamlayan unsurlar vardır ve olmak zorundadır.
Bildiğimiz cümlede de edatlar, bağlaçlar, zarflar yok mudur yani? Gizli ya da
açık ne fark eder. Varoluş, bu unsurların her birinin kutsal eyleme kolektif
iştirakiyle tahakkuk etmekte değil midir? Tüm canlı varlıkların bir nevi besin
deposudur tabiat. Doğa, varoluşta ki en önemli unsurdur, tıpkı insan gibi. Sair
unsurlarda yaşam için birer aracı mesabesindedirler. Aslında tabiat vericidir.
İnsan egemendir tabiata, ki insan içindir esasında tabiat. Tabiat eylem alanı
ise, insan orada eylem yapandır. Aklı olan ve iş yapan tek canlı insandır.
İnsanın tabiata yaptığı müdahaleyle iş medyana gelir, işte insanı üretir. Filhakika,
tabiatın en hayati unsuru olan topraktandır insan. Özür balçıktır, balçıkta
topraktır. Geliş topraktan, gidiş toprağa. Garip bir varoluş ve yok oluş. Yüce
ruh ekleniverdi mi toprağa, oluyor insan. İki bileşenin neticesi; insan.
Topraktan gelen toprağa, yüceliklerden gelen yüceliğe dönüyor. Beden toprağa
düşerken, ruh sonsuzluğa uçuyor. Toprak neyle şenleniyor? Rahmetle değil mi?
Rahmet nereden iniyor? Peki, beden neyle harekete kavuşuyor yani canlanıyor?
Ruhla değil mi? Ruh nereden iniyor? İnsan; toprak ve su ve ruh. Gökten inen her
yağmur damlası toprağa hayat veriyor. Gökten inen ruhta insana hayat veriyor.
Gökler, yücelikler hayat verendir. Gök olmasa yer olur muydu? Yağmur olmasa
toprağın ne anlamı olurdu? Allah olmasa insan olur muydu? İnsan bir köprüdür
tabir caizse; yer ile gök arasında. Emir göklerdendir, icrası yerlerdedir.
İcracı ise insandır. Madden toprağa merbut olan insan, manen göklerle ilişki ve
iletişim halindedir. Sır burada gizli. Denge ve ölçü burada gizli. Dünya
toprağa bağlı, ahiret göklere bağlı. Dünya nimetlerine yani yaşamak için bir
gereksinim olan maddeye yerde kavuşuyor. Göklerle olan iletişimiyle de manevi
boyutunu yani kulluğunu tamamlıyor. Ne yersi ne de göksüz yaşam asla kabil
olamaz. Birbirini tamamlayıcı olgulardır. İkisi de, insanı tamamlıyor. Maddi ve
manevi boyuta sahip olan insanın, yer ve gökle ilişkisinin hikmeti de burada
olsa gerek. Ayakları yere basarken, ruh boyutuyla sonsuzlukta kanat çırpıyor. Ahiretin
de, dünyanın da anlamı buradadır işte. Ahiret ve dünya niçin vardır, nasıl
vardır, şimdi netlik kazanıyor. Ahiret, dünyanın tamamlayıcısı; dünya ise,
ahiretin önkoşulu. Nasıl dünyayı toprak taşıyorsa, ahireti de gök taşıyor.
İnsan, burada, denge ve ölçü unsurudur. İnsandan istenen de budur. İnsan vasat
olarak halk edilmiştir. Çünkü ne mutlak dünyacı olabilir ne de mutlak ahretçi.
Hem dünyaya muhtaçtır hem de ahretini heba etmemesi iktiza eder. Topraktan
koparsa insan, kopar kendinden. Zamanımızda betan duvarlar içine sıkışıp kalan
insan, insanlığını da unutmuş değil midir? Beton ruhsuzdur, donuktur ama
toprağın ruhu vardır. Toprak üreticidir ama beton üretmez fakat tüketir.
İnsan topraktandır, bu sebeple toprağa bağlıdır, toprak
temizdir ve temizdir insanda ama insan toprağı kirletir, kirlettikçe toprağı,
kendi de kirlenir ama kendini kirlettiğinin farkına varamaz. İnsan toprağa
bağlı kaldığı müddetçe kendine bağlılığı devam eder, toprakla bağını kestiği
zaman kendiyle de bağını kesmiş olur. İnsan topraktan kopup, betona
hapsolduğundan beridir kendini kaybetmiştir. Tabiat insanla, insan tabiatla
bütündür. Birbirlerinden ayrı kaldıkları zaman, birbirlerinden uzaklaşırlar, bu
ikisi içinde tehlikedir. Bugün insanoğlu hastalanmıştır. Kendini dört duvar
içerisine ve teneke parçalarına tutsak kılmıştır. Betonlara ve teneke
parçalarına, insanlığını değişmiştir. Kendini kontrol ediniz, kendinizden ve
doğallıktan niçin uzaklaştınız tefekkür ediniz; doğadan koptuğunuz hakikatini
göreceksiniz. Tabiatla hemhal olunsaydı, sevişilseydi, tümlenilseydi, tabiatın
özünde ki ve derinliklerinde ki saklı olan fevkalade edebiyat ve derin felsefe
idrak edilebilseydi, insanın insan bugünkü kadar vahşileşmezdi. Tabiat bugünkü kadar kirletilmez ve insanlığa
bedel ödetmezdi. İklimler niçin değişti, toprak niçin küstü insana? Toprak,
kafa ve gönül kirlendiği zaman intikamlarını çok feci alırlar. Bunlar
birbirlerine benzerler. Tabiatı keşfedelim, onda ki saklı sırlara ulaşalım,
mutantan edebiyatı ve fevkalade felsefeyi ihsas edelim, inanın
halledemeyeceğimiz sorun kalmayacaktır. Mübalağa yapmıyorum, sadece iddiam
büyük ve iddiamın da arkasındayım. Tabiatı okumak, anlamak, kavramak; Kur’an’ı
okumak, anlamak, kavramaktır. Kuracağımız ilişki ve iletişim sonsuz önemlidir.
Bu tabiatla da öyledir, insanla da öyledir, Kur’an’la da öyledir. Gökle de
yerle de bağımız muhkem olmalıdır. Koptuğumuz ve beceremediğimiz nokta
burasıdır. Kirlendik ve tabiatı da kirlettik, tabiat kirlenince biz yeniden
kirlendik. Göklerden koptuk, inen yasaları ihmal ettik, mutlak olarak yere
kapandık, nihayet hayvanlaşmaya başladık. Gökten kopuş, duygulardan kopuştu,
duygulardan kopuş gönülü unutuştu. Gönül unutulduğu zaman insan tükenirdi ve
tükendik. Gönlü kuruyan insan canavarlaşırdı ve öyle de oldu. Kalbimizi
açacağımıza birbirimize, pençelerimizi savurduk. Cennet olmamız iktiza
ediyordu, kurt olduk kardeşimize. İnsan, tabiatsız yarımdır; tabiatta, insansız
yarımdır. Birbirlerini tamamlayan parçalardır bunlar. Gökler, yerlerin canıdır.
İnsan kirlendiği zaman, kirlenmedik hiçbir şey kalmaz. O zamanda tadı kaçar her
şeyin. İnsan temizse, doğa da temiz
kalacaktır. Gökler temizleyicidir. Ama kopmamak iktiza eder. Cennet
istiyorsanız, cennet olacaksınız!
İnsan yani ilahi cümlenin öznesi, iş üreten akıl. Kulluk
için halkedildiğini biliyoruz. Kulluk yani ilahi nimetlere teşekkürün
müşahhaslaşmış hali. Nimeti veren kimse teşekkür de onadır. Nimetten
faydalananlara teşekkür olmaz. Çünkü aynı kategoridedirler. Dünya, neresinden
bakarsanız bakınız fanilik hükmüyle hükümlü. Dünya nimetleri de öyle. Nimetlere
tapınış içinde olmak insanı alçaltır. Fanilikle bakileşmek muhal. Baki ile
bakileşmek, marifet. Öyleyse kul olmaktan başka bir gayesi olamaz insanın.
Geldik, bir şekilde yaşıyoruz ve günü geldiğinde, saat dolduğunda, ışıklar
söndüğünde gideceğiz. Öyleyse mahlûka kul olmaz trajikomik. Ölüm varsa,
anlamsızdır, kulluğun haricinde ki her şey.
Filhakika, bu mevzuya dalmak bile abesle iştigal. Varolmak, başka ne
içindir? Derine inin, nüansa girin, akıl çıkış yolu bulamaz. Fanilik mutlak
mukadderat. Göz görmez alına yazılanı, gönül hisseder bebeğim! Aklına güvenme,
gönlünü dinle. Aklını dinle, gönlüne güven. Sana göz vermiş, kulluğa hayır;
sana para vermiş, kulluğa evet; mutlak alçalış. Bize, bizimle yok olmayacak
olan lazım. Yok olmayanın önünde yok oluş; mutlak yükseliş. Varsın, başkasıyla
değil, Kendinden varsın, var olman var olanlarla koşullanmamış. Varlığınla var
kılansın. İşte Allah’tır o. Allah, senin damarlarında ey muhtaç insan!
Atamazsın. Kendini inkâr edenden daha cahil, ahmak kim vardır. Yaşıyorsun,
kendini hissediyorsun ama inkâr ediyorsun. Mutlak cehalet. Kalbini ve beynini
çıkarabilir misin? Ki bu sebepledir ki, güya inkâr ettiğini sananlar bile var
değiller midirler? Eğer Allah’ın mevcudiyeti, mutlak şekilde hatırlanamayacak
durumda yokluğa mahkûm edilebilecek olsaydı, bir tek insanoğlunun var olması
kabil olmazdı.