İnsan, Allah ile vardır ve varlığını inkâr edemedikçe,
varlığını inkâr edemez Allah’ın. Allah, insanın içinde ki sonsuzluktur. Allah
yoksa sonsuzluk yoktur, sonsuzluk yoksa insan yoktur. Sonsuzluğunu kaybeden
insan kendini kaybeder ve hayvanlık derekesine düşüverir. İnsan, irade dışı
Allah der ama tutar, ahmakça, Allah yok der. İnsan her anında Allah ile yaşar.
Yok saydıkça Allah varolur ve düşünen insan o çaresizliğinin farkına varır ama
kibri yüzünden çaresizliğini gizler, gizlediğini sanır. Düşünen insan mutlaka
Allah ile düşünür. İnsan anlamdır ama dışarıda arar anlamı. Hakiki anlam
Allah’tadır. Şah damarımızdan daha yakındır Allah bize. Kendini hissediyor
musun, duyumsuyor musun, mantığın varlığın karşısında ıskat oluyor mu? Zorlama
kendini bebeğim! Varlığının özünde olan Allah’ı, varlığının varlığını
hissettiğin halde inkâra yelteniyorsun. Aklın var ama alıksın. Düşüncenin
derinliklerine daldığınız zaman, düşünce Allah’a ulaştırır sizi. Bir defa
Allah’ın verdiği akılla inkâra yeltenmek abesle iştigaldir. Çünkü Allah, aklın
içindedir. Sen büyük aklın parçasısın, nasıl olurda büyük aklı yoksayabilirsin?
Bu kabil midir? Alıklar değil aklı üstün olanlar derin düşünebilirler; bu
Allah’ın sözüdür. Doğa, kulluğun icaplarını ifa için tevdi edilmiştir insana.
Çünkü tabiat ve tabiatın unsurları olmadan kulluk ifa edilemez. Yerde ibadet edersin,
o ibadetin ruhu göklere ulaşır. Ve gökten inen güzellikler yaptıklarının
ödülüdür sana. Tabiata verilen can, sana verilmiştir aslında. Varolmak için
yaratımda bulunacaksın, yaratım ise üretimle olur. Üreterek yaratımda bulunur
insan. Ve yaratımda bulunarak varolur. Üretim ise tabiatsız muhaldir. Yer ekme,
gök biçme yeridir. İnsanlar rızkını nasıl kazanır? Kurduğu iş yerleri sayesinde
değil mi? Yersiz rızık imkânsızdır. Yerin hikmeti nedir? Yerden biter her şey.
Ve o şeyler olmasa doymaz insan. İşte tabiat, tabir caizse bir iş merkezidir ve
herkes içindir. Tabiat genel rızık alanıdır, iş yeri özel rızık alanıdır. Akıl
var, irade var, ihtiyar var. İnsan için olmazsa olmaz olgulardır bunlar.
Varoluşun ana supaplarıdırlar. Varoluş hamleleri bu üç olguyla kabildir. İnsan
zaten bu olgularla insandır. Aksine anlamsızlaşıverirdi her şey. Tabiatın
idrakine varacaksın ve iş üreteceksin, işte bu, aklın icabıdır. Hayata tutunman
gerekir ve rızkına ulaşman için direnmen iktiza eder, işte bu, iradenin
icabıdır. İyiyi ve kötüyü tefrik etmen iktiza eder, işte bu, ihtiyarın yani
seçme gücünün icabıdır. Diğer her şey artık spontane meydana gelir.
Gökler ve yerler âlemi ve bunların içinde görebildiğimiz ya
da göremediğimiz ne varsa Allah halk etmiştir. Tesadüfe inanmak mutlak
alıklıktır. Doğaya ve maddeye egemen olan insandır. İnsanın halk edeceği bir
tek varlık yoktur. Bir doğal olanlar vardır yani kendinden olan yani Allah’ın
halk ettiği, bir de bu doğal olanların işlenmesi sonucu meydana gelmiş olan
şeyler vardır yani yapay olanlar yani insanın elinin ürünü olanlar. Bu mutlak,
kutsal, yüce ve yüksek hakikati olmusuzlayabilmekte kabil-i mümkün değildir.
Bizler, Yüce Yaratıcının, yer üzerinde ki izdüşümleriyiz, bir nevi gökten yere
düşenleriz, Allah’ın gölgeleriyiz ama mukayyet varlıklarız, muhtacız, şeylere
gereksinim duyanlarız, çaresiziz ve aciziz. İstemekle gelmişiz dünyaya ve
dünyaya doğarken ölüm konmuş içimize. Aciz değilim, istemeden var olabilirim,
muhtaç değilim, hiçbir şeye gereksinim duymayabilirim diyebilen varsa işte
meydan. Ölmeyeceğim iddiası olan varsa, güçlüyüm diyorsanız, işte meydan.
İnsanlık; kendini, haddini ve hududunu bilmektir ve bildikleriyle olgunluğa
ermektir. Derin tefekkür neticesinde bu çıkarıma ulaşmanız kesindir. Tabi
dürüst düşünürseniz, ulaştığınız hakikati örtmezseniz, kalıplaşmış
düşüncelerinizin yerle yeksan olmasını korkmadan seyredebilmeye cesaretiniz
varsa. İnsanlığa bildirilmiş kesin hüccetlerde bunu ortaya koymaktadır. Yani
ayetler ve sahih hadisler. Zaten bilim adamları, filozoflar diye bildiklerimiz
de inebildikleri kadar derine inmişler ama güçleri yetmeyince bir yerde
kafalarına göre yaratılış teorileri üretmişlerdir. Rastgele demişler, maddeye
istinat etmişler, tabiata ve tabiatın unsurlarına hamletmişler. Mutlak
rasyonalizmle ancak bu kadar gidebilmişler ve çakılıp kalmışlar. Filhakika
ulaşmışlar amma Allah demeye cesaret edememişler ve basitliğe kaçıp inkâra
yönelmişler. Velakin burada aklın zerresi var mıdır? Nesnellik ve
bilimsellikten iz var mıdır? İşte bunu sorgulamak iktiza eder. Tüm filozoflara
dokundum, hepsinde derin bir acziyet müşahede ettim. Dünya çapında ki bilim
adamlarına, aydınlara bir parça dokundum, tümünde derin bir acziyete tanık
oldum. Peki, mutlak kanıtlara rağmen, küçük insanların basit çıkarımlarına eyvallah
etmek dürüstlük müdür, akıllılık mıdır? Ki bunların kendileri bile kendi
söylediklerine inanmamaktadırlar, sadece varsayımlarda bulunmaktadırlar ama
buna karşın bizim elimiz de kesin kanıtlar mevcuttur. Hadid Suresi 25. Ayeti
lütfen namusluca, dürüstçe, hassasiyetle, derin bir hissiyatla ve tertil ile
okuyup tetkik ediniz. Çünkü İnsanlığa gönderilen Önderlerin mutlak hüccetlerle
gönderildiğinden, adaletli bir düzen için ölçünün ve kitabın indirildiğinden
bahsediyor. Eğer şerefli ve namuslu düşünürsek, Allah’ın lütfettiği yüce nimet
olan aklı, ıskat ve ikna eden mutlak sözler bunlardır. Ki insanı, gökleri ve
yerleri düşündüğümüz zaman olay zaten spontane ortaya çıkıyor. Zorlamaya hiç
gerek yok. Şimdi burada şöyle bir şey var; izhar, izah ve ikaz yapıldıktan
sonra gerisi bizim irademize ve ihtiyarımıza kalmıştır. Ya reddedersin ya da
kabul edersin. Fakat vallahi, billahi, tallahi ne kadar dibe inerseniz ininiz,
ne kadar derin düşüncelere dalarsanız dalınız, Allah’tan başka bir şeye asla
ulaşamayacaksınız. Ya körü körüne, alıkça inkâra yöneleceksiniz ya da aklın
icabını ifa edecek ve itaat edeceksiniz. İnkâr sizi, bir ömür şüphe ve endişe
cehennemine mahkûm edecektir; iman ise size hayat verecektir. Ama şunu asla
unutmayınız ki, inkârınız kesinlikle bildiğinizin inkârı olacaktır. Şüpheniz,
endişeniz, bilmiyorumlarınız münhasıran tafra olsun diye olacaktır. Şeytani
inat sizi mahvediyor. Gönlünüz itaat diyor, aklınız inkâr diyor. Haddizatında
aklınız da ittihaz diyor amma şeytan devreye giriyor ve sizin aklınızı çalıyor.
Sapkınlığınız aklınızdan değil, esasında şeytandandır. Ama siz güya aklınızdan
sanmaktasınız. Oysa akıl da Allah’ı inkâr edemez. Çünkü Allah zaten aklın içindedir.
Ama insan işte, inadı bir şey sanıyor, inkârı marifet biliyor. Çünkü cahildir,
zalimdir ve de nankördür. Ve işin garibi, bizler, inkârcıları, akıllı adam,
bilim adamı diye taltif ediyoruz ahmakça. Haddizatında bu çok absürt. Oysa
insana doğru yolun gösterildiğini Rabbimiz bildiriyor bizlere ve bizim
ihtiyarımıza bırakıyor ve diyor ki; ister şükredin, isterseniz nankörlük edin.
İnsan Suresi 3. Ayete bakınız lütfen. Tabiatın mutlak ve kutsal yasalarını
koyandır Allah. Ve bu yasalar nedensellik ilkesi üzerinde işler yani sebep
vardır ve sonuç vardır. Sebep yoksa bir sonucun olması muhaldir. Misal; hareket
olmasa iş olur mu? Hareketin olmadığı yerde ölüm vardır. Var olmak hareketle
kabildir. İnsan da kulluk vazifesi içindir. Zariyat Suresi 56. Ayete bakınız
lütfen ve insan niçin yaratılmıştır görünüz. Yaratıldın sebep, kulluk yapman
sonuçtur. Hani Rabbimiz diyor ya; siz kendinizi bir değiştirin hele Ben sizi o
zaman değiştiririm diye. İşte bunun gibi. Senin kendini değiştirmen sebeptir,
Allah’ın seni değiştirmesi sonuçtur. Değiştirilmen gibi bir sonucun sadır
olması için kendini değiştirmen gibi bir sebebin hâsıl olması iktiza ediyor
yani. Allah, şeyleri bir yasa üzerine halk etmiştir ve şeyler bu yasa temelinde
tahakkuk ediyorlar. İster isteyin, ister istemeyin, yasaları, sebepleri,
sonuçları değiştirmeye asla gücünüz de, aklınız da yetmez. Aklın var, irade sahibisin, ihtiyarın var.
Bunların üçünün toplamı ediyor; iman. Mülkünde, iktidarında, dininde sahibi
Allah’tır. İzhar etik, izah etik, ikaz ettik tabi mutlak ve kutsal yasalar
çerçevesinde. Ki bunu ilk yapan da Allah’tır. Sahipsiz şey yoktur ve sahiplerin
sahibi de Allah’tır. İnsan neyin sahibidir? Kendisinin bile sahibi olmayan
insan, ölüm alnına yazılmış olan insan neyin sahibi olabilir ki? Güneş doğar ve
aydınlanır tüm evreni. Güneş batar ve karanlığa gömülür tüm evren. Hareket
etmezsen iş yapamazsın, iş olmazsa rızık elde edemezsin, rızık elde edemezsen
yaşayamazsın. Taşı kaldırıp yere bıraktın mı düşer. Doğan her insan ölür. Yaz
yakar, kış üşütür, bahar neşe saçar ya da hüzün verir. Yağmur olmazsa yer ürün
vermez. Duan olmazsa gök rahmet indirmez. Allahsız anlamsızlığa mahkûmdur
zerreden zerrata tüm şeyler. Mutlak sahiptir. Hüküm O’nundur. Yetki onundur.
Tasarruf O’na aittir. Ol der oldurur, öl der öldürür. Ne mülkte, ne iktidarda,
ne dinde şerik ittihaz etmez. Dininde tek ruhbanlık tanır; o da cihat’tır.
Yegâne yüce Önder öyle demiyor mu; benim dinim İslam’dır ve İslam Dininde tek
ruhbanlık vardır, o da cihat’tır diye? Şerik affedilmez. İnsançocukları da,
mutlak ve kutsal yasalar çerçevesinde, akıl, irade, ihtiyar ile kendi kaderini
çizen yaratılmış varlıklardır. Bireysel kaderiniz çizerken de toplumsal kaderi
etkileyen ve yine toplumsal kaderden etkilenen varlıklardır. İnsan topluma ait
bir varlıktır ve topluma ait sorumluluklar, görevler taşır. Toplum bütünü,
insan ise parçayı temsil eder. Toplum insanlardan müteşekkildir, insan da
toplumsuz olamaz. Birbirlerini bitevi etkilerler. Hayatla ölüm gibi, ruhla
beden gibi, kadınla erkek gibi, tabiatla insan gibi, yerle gök gibi, toplumla
insan da bir bütündür. Ki toplum deyince akla insan gelir zaten. İnsanlar
toplanırlar ve toplum olurlar.
Doğa doğurandır, ama sonsuzluğa uzanan dua, o duayla
göklerden yere inen rahmet ve yere dokunan el iktiza eder doğurması için.
Toprak vermeseydi insana, asıl verenin istemesiyle, insan nasıl yaşardı isteyerek.
İstemek verdi ama asıl Kendi istedi vermeyi. Vererek hatırlattı kendini ve
muhtacım dedirtti insana. İnsan akıl verdi, hazineyi gizledi tabiatın
derinliklerine. Ve sabrı ekledi gövdesine insin diye derinliklere ve arsın
istedi. Varsın; çünkü müdahale ettin ve mukabele geldi. İstedin var olmak ve
müdahale ettin, müdahalen karşılıksız kalmadı mukabelede bulunuldun. Yaşamak,
gereksinimleri karşılamaya bağlıdır ve istedin dokundun, dokununca doydun.
İstemeseydin vermezdi. Müstağni değildin, bilmeliydin, bilmek için istemek
gerekti ve istemek mecburiyetinde kaldın. Zaten vereceği için istetildin. Niye
verdi istemeyi? Vereceği için. Kimden isteyecektin? Senin sana vereceğin bir
şey olamazdı. Öyleyse O’ndan istemeliydin. O verecekti ki, haddini bilecektin. İstemen
bitmeyecek var olduğun müddetçe, var olmasaydın zaten istemezdin. İstemediğin
zaman yoksun. İstemenin zincirleriyle kuşatıldın. Mutlak tutsaklık. Şeylerle
varsın, istediğince yaşarsın. Şeyler isterken, istiyorsundur yaşamayı.
İstemek=yaşamak. Şeylere ulaşmak için emek harcarsın, emek harcadıkça yaşarsın,
çünkü böylece şeylere ulaşırsın. Hareket; senin varoluş kavganın nirengi
noktasıdır. Hareket yoksa var olan bir şey yoktur. Var olan her şey hareket
halindedir. Ya sesli ya da sessiz. Hareket niçin? İş için. İş niçin? Var olman
için.
İnsan bitevi değişime ve tekâmüle tabi bir canlıdır. Bu
değişim ya da tekâmül, hem fiziki, hem duygusal hem de düşünsel olarak tahakkuk
eder. Bunu ihsas ederiz. Tabiatta bitevi değişime tabidir ama bunu ihsas etmek
insanda ki gibi kolay değildir. Her değişim bir sistem üzerinde tahakkuk eder.
Varlık âleminde hiçbir şey gelişigüzel değildir. Varlığın özüne denge ve ölçü
dercedilmiştir. Gecenin ardından gündüze gelir ve bu gidiş gelişler neticesinde
de bazı tabiat olayları hâsıl olur. Mevsimlerde bile bir sistem vardır.
Değiştirme gücü olan ama hiçbir gücün değiştiremeyeceği şey ise Allah’tır.
Allah, her şeyden bağımsız olan, mutlak ve mutlak asli olandır. Evrende boşluk
yoktur. Tabiat, insana göre etkisizdir ama kuru ve kaba bir maddi kütlede
değildir. Sistemli bir davranışı vardır tabiatın. Daha organiktir insani
benliğe nazaran. Üzerinde bozulmalar meydana gelebilir ama öz olarak bozulmaz.
İnsanda ki bozulma is öze dokunur ve insanın asliyetini tersine döndürebilir.
Tabiat, Allah’ın sünnetidir. Mutlak anlamda müstağni olandır Allah. Beşeri bir
benlik olan insanın mutlak, bağımsız ve asli benlik olan Allah’ı tasavvur ve
tahayyül etmesi muhaldir. İnsan aklı acizdir ve mukayyettir, bu yüzden
kendisini var eden ilahi ve asli aklı idrak edemez. İnsanın güç yetiremediği
ama güç yetirmeye direndiği nokta burasıdır. Akıl, haddini bilendir. Haddini
aştığı zaman cahillik damasıyla damgalanır. Tabiat, Allah’ın fiillerini
tazammum eden bir organizmadır. İnsan nasıl eylemlerini tabiat üzerinde
gösteriyorsa, Allah’ta fiillerini tabiatın bütünlüğü içinde oldurur. Bu yüzden
tabiat için diyebiliriz ki, Allah’ın fiillerinin sistemli bilgisidir. Tabiatı
temaşa eden insan, aynı zamanda Allah’ın tabiatın özüne dercettiği bilgilerinin
müşahhaslaşma aşamasını temaşa etmektedir. Felsefe bu gerçekliği idrak edemez
ama gözetler. Din ise bu gerçekliğin kendisidir, içindedir. Bu yüzden felsefe
Allah’ı bulmaz, arar ya da aramayı sever, bulmak istemez. Din ise zaten
Allah’tandır. Felsefe yaratılışa dair her şeye uzaktır, din ise yaratılışa dair
ne varsa hepsinin içindedir ve hepsi de dinin içindedir. Felsefe kabuktur, din
ise öze tekabül eder. Din hayatın ta kendisidir, felsefe ise hayata müdahale de
bulunmak isteyen şeydir. Varlıkta ki ve varoluşta ki, idrakine varılamayan şey
budur. Tabiat bize göre bizden farklı, ayrı ve öteki olandır. İnsanın
karşısında tabiat, insanın bildiği ama yapmadığı şeydir. Allah ise, hem bilen
hem de yapandır. Allah, bütünü yapandır. İnsan ise o bütünün parçalarına
dokunandır.
İnsan, rızkı kadar yaşar. İşte tabiat denilen görüngü, yaşam
için en önemli gereksinim olan rızkın, emek karşılığında kazanıldığı bir
çalışma alanıdır. Aynı zamanda, insanın, iş eylerken, kendini ürettiği bir
merkezdir de. Tabiat, insan için ve insanın emrine verilmek üzere
yaratılmıştır. İnsan canlıdır, hareket eder, iş üretir. Doğa bir nevi eylem
alanıdır. İnsan tabiata karşı daha dominanttır, karşılıklı etkileşimde. İnsan
biçimlendirendir, doğa biçimlenen. İnsanın günahkârlığına karşı tabiat
masumiyet örtüsüne bürünmüştür. Allah dengeyi koymuştur varlığın özüne ve
insana da ölçüyü bildirmiştir. İnsan, mutlak anlamda yalnızdır ama var olma
savaşında asla yalnız değildir. Kendine çalışırken toplum için çalışıyordur,
toplum için kazanırken kendi için kazanıyordur. Ne mutlak ferdiyetçi olabilir
ne de mutlak toplumcu. Toplum içinde bir ferttir ama topluma güçlü şekilde
bağlıdır. Toplumu etkiler ve etkilenir de toplumdan. Yaratılışta hem basit hem
de karmaşık bir sistem vardır. Ya da insana öyle gelir. İnsan doymak
zorundadır. Doymak için toprak iktiza eder. Ama insan tek taraflı değil çift
yönlü doymak zorundadır. Bir maddi bedenin, bir de ruhunun doyması gerekir.
Yani hem yere muhtaçtır hem de göğe. Ruhunu doyurmak için göklerden istimdat
bekler ve el açıp dua eder. Dua, insan için sonsuz önemli bir şeydir. Belki de
var oluşun ön koşuludur. Hani istemekten bahsettik ya, dua istemenin tam
adıdır. Önderimiz (sav) dua ile kutsal nefesini ikmal etmiştir. Dua ilk sözdür
ve son söz. İnsan, tabiatın üstündedir. İnsan ister, istemek için çalışır ve iş
üretir, bunun karşılığında tabiat istediğini verir insana. Mutlak kudret
sahibi, evrenin yegâne hâkimi, egemenliğin mutlak icracısı Allah’tır. İnsan
kullanır, tabiat kullanılmak için vardır. Bin türlü hali vardır insanoğlunun,
biçimden biçime girer tabiat. İnsan ve doğa; Allah’ın sünnetidirler. Evren
ihata edilmiştir Allah tarafından. Hiçbir canlı yoktur ki, onun çizdiği
sınırlar dışına çıkabilsin. Zaten Yüce ve Kutsal kitapta bildiriyor bunu.
Çizilen sınırlar dışına çıkılamayacağı, nereye gidilirse gidilsin, gidilen her
yerin çizilmiş sınırlar içinde kalacağı buyuruluyor.
İnsan, yaratılmış olanlar tavassutu ile Allah’la münasebet
ve iletişim kurar. Allah, iş üreten insana müdahale eder. Bu müdahale, mücadele
ve münasebete merbuttur. İnsan, kutsal ve mutlak yasalar temelinde değişim
iradesi gösterir ve Allah bu isteğe karşılık verir yani müdahale eder ve insanı
ve insan özelinde, insanın üyesi olduğu toplumu değiştirir. Doğa insanın emrine
verilmiştir ama bu muayyen bir ölçüye tabidir. Çünkü ölçü bildirilmiştir. Hadid
Suresi 25. Ayete bakınız lütfen. Denge bozuldu, ölçü aşıldı mı, varoluş
sıkıntıya girer. Dengeyi bozan şey; insanın haddini ve hududunu aşmasıdır.
Hırslar, insanı tüketen şeylerdir. Çünkü hırs, hasarettir. Binaenaleyh,
hırsların kurbanı olunmamalıdır. Velakin insan nefis sahibidir. Fakat irade
niçindir? Nedir hırs? Tüm şeyleri ele geçirerek her şeye egemen olma ve kendi
hudutlarını zorlayarak, benzerlerinin hudutlarına müdahaledir. İnsan cahil,
zalim, nankördür. İnsanda ki bencillik zirveye çıktığı zaman, ölçüyü kaçırır,
dengeyi bozar ve bu durum kendi dışındakilere hükmetme temayülü olarak kendini
gösterir. Varlıkta ki diyalektiğin özü de budur filhakika. Kişioğlu kendi
varoluşunu gerçekleştirmek ve varlığının idamesini sağlamak isteği ve
arzusuyla, kendi dışında ki benzerlerinin yaşamlarının sınırlarına hesapsız
dalmakta ve bu nahak zorlama da çatışmaya sebep olmaktadır. Herkes sınırlarını
bilse ve kimse kimsenin sınırlarına müdahale etmese ve her insan verdiği emeğin
karşılığını hakkıyla alsa, inanalım ki dünya cennet olurdu.
Allah, mutlak ve muhakkak ilk. Var olan her şey O’nunla var.
Tabiat, ilk yaratılış. İnsan yaratıldı sonra. Çünkü insanın tabiatın üzerinde
olması gerekiyordu. Ve bu yaratımlar üzerinde mülkiyet, egemenlik ve din
münasebetleri toplumu etkileyen durumlardır. İnsan toplumunun regüle
edilmesinde ki temel dinamiklerdir; mülk, iktidar ve din olguları. Mülk, bir
yönüyle ekonomik bir varlık olan insanın yaşamı için temel bir durumdur. İktidar,
insanın toplumsal yaşamının düzenlenmesinde önemli bir etkendir. Din ise,
insanın, toplumsal yapı dâhilinde, gerek ferdi bazda, gerekse toplumsal bazda
nasıl bir yaşam süreceğini belirleyen ölçüler bütünüdür. Ama mülkte, iktidarda,
dinde bir nevi insana tevdi edilen emanetlerdir. Bunların asıl sahibi
Allah’tır. İnsan kati olarak hür olarak yaratılmıştır. Zindanların içine
doğmuştur ama hürdür. Hürriyet, zindanların (kişinin kendi benliği, tabiat,
tarih, toplum) karanlıklarında kaybolsa
bile yine de ona ulaşmak zorundadır, insan olmaklığına mütenasip yaşamak
istiyorsa. Kulluk asla hürriyet için handikap değildir. Bilakis hakiki
hürriyete açılan kapıdır. Tabi kulluğun mutlak ve kutsal yasaları da kitapta
bildirilmiştir. Hudutlar belirlenmiştir.
İnsan yer üzerinde, toplumsal ilişkiler boyutunda elbet bir tabi olma
durumuna maruzdur. Fakat mutlak itaat mevzubahis değildir. Toplum yaşamında
adalet ve ahlak esastır. Hürriyete müdahale ve metazori itaat ettirmeye
yeltenme, yaratılışa müdahale, Yaratıcıya isyandır. Hürriyete en ufak darbe,
insani öze mugayirdir ve insani benliği tagayyürata uğratır. Yaratan şerik
kabul etmez, şirk koşulması istenildiği durumlarda, kişi, kendi ebeveynine bile
isyanla mükelleftir. Normal da ebeveyne isyan Allah’a isyanla bir tutulmuştur
ama şirk durumu müstesna bir durumdur. Hudutlar bellidir, ölçü belirlenmiştir,
kitap indirilmiştir, kanıtlar kesindir. Hürriyet, varoluşun ve yer üzerinde ki
imtihanın mutlak önkoşuludur. Çünkü baskı altında imtihan anlamsızdır, varoluş
kavgası imkânsızdır, insana verilen ihtiyar saçmadır. Çünkü ihtiyar yani hür
seçim, hürriyet sahiplerinin işidir. Kölelerin seçim hakkı yoktur. İnsana, hür
yaratıldığı ve kendisine zincir vurdurtmaması söylenmiştir.
Tarihi süreç içinde, insan ve toplum ilişkilerinin
regülasyonu bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. Bu durumdan da devlet
otoritesi yani toplumsal yapıyı dizayn etmek için yasalar doğmuştur. Allah;
nasıl, tüm (gelen, giden, kalan) insanların ruhlarının bileşkesi ise; devlet
denilen mekanizma da tüm insanların ortak aklının ve iradesinin bileşkesidir. Binaenaleyh,
devlet ortaktır. Devlet mekanizması, bağımsız bir şey değildir. Bu yüzden
mutlak bağımsız hareket etmesi muhaldir. Devlet mekanizması, insan ve toplum
hayatını regüle ederken, muhakkak olarak, mutlak yasaları baz almalı ve kendi
cüzi yasalarını ortaya koymalıdır. Mutlak yasaların ihmal edildiği bir devlet
mekanizmasında kaos olması kaçınılmazdır. Zira beşeri yasalar, aklın ürünüdür
ve nefis odaklıdır. Hırslar ve menfaatleri baz alır. Bu yüzden tüm toplumu
ihata edemez. Nihayetinde ise herkes tarafından tolere edilmesi kabil değildir.
En nihayetinde ise, milli birliğin atomize olması kaçınılmazdır. İnsanlık
tarihi bu gerçeğin bizatihi tanığıdır. İlahi irade ve otorite, insanoğlunun,
kendi benzerlerinin iradelerine koşulsuz olarak bağlı olması iktiza ettiği
yönünde, insanoğlunu sorumlu kılmamıştır. Yaratılışa mugayirdir böyle bir şey.
Ki özünde şirktir. İnsanlık tarihinin kadim sorunsallarından biridir bu mevzu. İktidar
ve egemenliği kime ait olduğu tarih boyunca tartışıla gelmiştir. Böyle bir
şeyin olup olmadığı ya da nereden geldiği değil, kime ait olduğu
tartışılmıştır. Çünkü böyle bir durumun varlığı kesindir. Egemenlik mutlak
anlamıyla Allah’a aittir ve bu mutlak hüccetlerle sarihtir. Ha Allah, gelip
insanı yönetecek midir? Hayır, insanlık Allah’ın koyduğu mutlak yasaları baz
alarak yaşamını tayin edecektir. Yeryüzü insana emanettir ve insan yeryüzünün
halifesidir. Sadece iktidar ederken ve
yasa belirlerken, bunu mutlak yasalara yan çizmeden yapacaktır. İstenen budur.
Allah’ın indirdikleri ve bildirdikleri ile hükmetmeyen, hakikatleri ıskalayan
ve örten bir kâfir hükmündedir. Ortak iktidar adına yasa belirleyen ve tüm
toplumun güvencesi olarak tebeyyüne den beşeri otorite, hür yaratılan insanların
hürriyetini asla gasp etmemelidir. Bu hainliktir. Fertlerde bu hürriyetin
mukayyet olduğunun bilinciyle hareket etmelidirler. Çünkü sınırsız hürriyet
diye bir şey yoktur. Böyle bir şey hayvanlara mahsustur, ki hayvanlarda bile
haddizatında sınırsız hürriyet yoktur. Sınırsızlık içinde bir sınır vardır. Bu
tabiatlarına dengeli olarak dercedilmiştir. Ama hayvanlarda akıl olmadığı için
hudutlarını ve hadlerini aşma gibi bir hususiyetleri bulunmamaktadır. İnsan ise
aklı olduğu halde, cahil, zalim ve de nankördür. İnsan, vasat üzeredir ve
insanlığın saadetinin ve huzurunun hakiki güvencesi, vasat üzerine yaşamaktır. Bakara
Suresi 143. Ayete bakınız lütfen.
Mülkiyet deyince aklımıza gelen şey nedir? Dünya metası-malı
aklımıza gelir elbette. Hangi bilgi kaynağına bakarsanız bakınız kuvvetle
muhtemel bunu göreceksinizdir. Binaenaleyh sözü uzatmanın ve insanları
boğuntuya vermenin anlamı yok. İnsanla anlam kazanır mülkiyet ama anlamsız bir
hayatın doğuşuna da sebep olabilir. Çünkü mülkiyetin bozucu bir etkisi vardır.
Kullanıldığı zaman anlam kesbeder ve varoluş kavgasında kısmi tesiri vardır.
Fakat bir kişinin, başka bir kişi üzerinde doğal hâkimiyetini doğurması söz
konusu değildir. İnsanların dünyasında böyle bir algıya sebep olsa da hatta
böyle sonuçlar doğursa da, hakikatte bu imkânsızdır ve dolayısıyla zorlamadır. Bu
sonucun doğmasının nedeni ancak şu olabilir; insanların metaya kulluk yapmaları
ve kulluğun kime yapıldığını unutmaları. Egemenliği dolaylı yönden mülkiyet
sahibine verenler, haddizatında mülkiyet sahibi karşısında eğilenlerdir. Mülk,
insanlar üzerinde tahakküm kurma vasıtası değildir ve olamaz, çünkü mülk sahiplerinin
böyle bir hakları yoktur. Bunu yapanlar haysiyetsizdir ve daha ilerisi
müşriktir. Bu türler dördüncü tür mahlûklardır yani akıldan ve gönülden yana
olgun değillerdir. Bu yüzden bu yaratıklara karşı varoluş mücadelesine girişmek
bir insanlık görevidir. Mutlak mülk
vardır. Emanet mülk vardır. Mutlak mülk tüm evrendir ve Allah’a aittir.
Kişioğulları, bir denge, ölçü ve sistem üzerine müesses olan evren ya da tabiat
üzerinde kuvvetleri kifayet ettiğince emek harcarlar ve yaşamalarını idame
ettirecekleri mikyasta küçük mülklerini kazanırlar. Bu mülk, var olmak için,
insani gereksinimleri ifade eden, kişiye özel mülktür ve bu mülk, genel mülk
dâhilinde, tüm gövdeni ortaya koyarak, ter, yaş, kan, emek karşılığında elde
edilmiş bulunulan mülktür. Çalışan kazanır, kazanan kavgasını kolay verir.
Herkesin, verdiği emek kadar aldığı yemek olacaktır elbette. Bu netice, mutlak
ve kutsal yasanın muktezasıdır. İnsan hürdür ve hürriyet aşkıyla mücadele eder,
çalışır. Elbet insanın çalışması engellenmekte, kazanmasına zımnen darbe
vurulmaktadır. Çünkü mülk sahibi kompradorlar hayatın her yönüne egemen
olmuşlardır. Böyle bir durumda çalış, kazan demek kolaydır amma çalışmak ve
kazanmak kolay değildir. Gayr-i meşru kazanç yollarına sapmadan ve çalışma
icaplarına göre hareket edildikten sonra, herkes verdiği emeğin karşılığını
alır ve aldığının da sahibi olur. Ama yine de mutlak mülk iddiasında bulunamaz
asla. Ölümlü bir varlığın, bir şeyde mutlak hak iddiasında bulunması zaten
cahillikten, ahmaklıktan başka bir şey değildir. Mülkiyet, insan ve toplum
münasebetlerinde sonsuz öneme sahip bir olgudur. Binaenaleyh, kişi, tabiat ve
toplum münasebetlerini dizayn etmek için var olan ve tüm insanların ortak
konsensüsünün bir tecellisi olarak bilinen ve kamu üzerinde tek yetki sahibi
olan devlet otoritesi muhakkak devreye girmelidir. Allah’ın, yer üzerinde ki
egemenliği, devlet tavassutu ile tecelli eder. Bu yüzden, devlet, egemenliğini,
hiçbir fertle, zümreyle asla paylaşamaz. Ve savunmasız, güçsüz insanlarında
koruyucusudur devlet, müstebit, müstekbir ve mütekebbir kompradorlara,
zalimlere karşı. Bize de görev düşüyor burada. Mutlak, kutsal ve kadim yasalar
temelinde, devlete destek babında, adaletin ikamesi adına mücadele vermeliyiz. Tabi
burada asıl vazife devlete düşmektedir. Çünkü devlete mukabil birey zayıftır ve
yetkisizdir. Devlet zalim olduğu zaman, düzen bozulur, kaos hakim olur,
mutluluk ve huzur iklimi yerini kavga, terör, çatışma iklimine bırakır. Devlet
öncülüğünde tüm toplum mücadele vermelidir ki, adalet, istenildiği düzeyde
ikame edilebilsin. Mülk, birkaç şahsın arasında dönüp duran ve onların
tahakkümüne zemin hazırlayan devlete dönüşmesin. Kompradorlar it gibidirler,
verdikçe isterler ve sonunda sizi istemeye mahkûm ederler. Binaenaleyh, devlet
böyle bir şımarıklığa, meydan okumaya asla müsaade etmemeli hatta bunları bu
düzeye getirmemelidir. Mücadele namuslu olmalıdır, namuslu çalışanlara
dokunulmamalıdır. Ter, yaş, kan, emek vererek, helal yola bir şeyler elde etmiş
olan insanların kazandıklarına metazori el koymak namussuzluktur. Ha bunların
kazandıklarında da muayyen bir zümrenin hakkı var mıdır? El hâk vardır ve
devlet eliyle tanzim edilmelidir bu durumlar. İnsanların kazandıklarını gasp
ederseniz, varoluş kavgasını iptal edersiniz ve topyekûn bitersiniz. Çalışmak
gönül işidir, metazori çalışma olmaz, olsa da verim alınamaz. Gönüllü çalışma
da, emeğinin karşılığını hakkıyla almayla olur. Zira aksi bir durum, ne adildir
ne de ahlakidir. Lütfen söyleyin, bir insanoğlunun, tüm gövdesini ortaya
koyarak, can ve kan vererek, ter ve yaş akıtarak elde ettiği bir şeyi zor
yoluyla almak hangi vicdana, hangi ahlaka, hangi adalete sığar?