VARLIĞIN YARATILIŞI...4...

Özgür DENİZ - 01.02.2015

İnsan, Allah ile vardır ve varlığını inkâr edemedikçe, varlığını inkâr edemez Allah’ın. Allah, insanın içinde ki sonsuzluktur. Allah yoksa sonsuzluk yoktur, sonsuzluk yoksa insan yoktur. Sonsuzluğunu kaybeden insan kendini kaybeder ve hayvanlık derekesine düşüverir. İnsan, irade dışı Allah der ama tutar, ahmakça, Allah yok der. İnsan her anında Allah ile yaşar. Yok saydıkça Allah varolur ve düşünen insan o çaresizliğinin farkına varır ama kibri yüzünden çaresizliğini gizler, gizlediğini sanır. Düşünen insan mutlaka Allah ile düşünür. İnsan anlamdır ama dışarıda arar anlamı. Hakiki anlam Allah’tadır. Şah damarımızdan daha yakındır Allah bize. Kendini hissediyor musun, duyumsuyor musun, mantığın varlığın karşısında ıskat oluyor mu? Zorlama kendini bebeğim! Varlığının özünde olan Allah’ı, varlığının varlığını hissettiğin halde inkâra yelteniyorsun. Aklın var ama alıksın. Düşüncenin derinliklerine daldığınız zaman, düşünce Allah’a ulaştırır sizi. Bir defa Allah’ın verdiği akılla inkâra yeltenmek abesle iştigaldir. Çünkü Allah, aklın içindedir. Sen büyük aklın parçasısın, nasıl olurda büyük aklı yoksayabilirsin? Bu kabil midir? Alıklar değil aklı üstün olanlar derin düşünebilirler; bu Allah’ın sözüdür. Doğa, kulluğun icaplarını ifa için tevdi edilmiştir insana. Çünkü tabiat ve tabiatın unsurları olmadan kulluk ifa edilemez. Yerde ibadet edersin, o ibadetin ruhu göklere ulaşır. Ve gökten inen güzellikler yaptıklarının ödülüdür sana. Tabiata verilen can, sana verilmiştir aslında. Varolmak için yaratımda bulunacaksın, yaratım ise üretimle olur. Üreterek yaratımda bulunur insan. Ve yaratımda bulunarak varolur. Üretim ise tabiatsız muhaldir. Yer ekme, gök biçme yeridir. İnsanlar rızkını nasıl kazanır? Kurduğu iş yerleri sayesinde değil mi? Yersiz rızık imkânsızdır. Yerin hikmeti nedir? Yerden biter her şey. Ve o şeyler olmasa doymaz insan. İşte tabiat, tabir caizse bir iş merkezidir ve herkes içindir. Tabiat genel rızık alanıdır, iş yeri özel rızık alanıdır. Akıl var, irade var, ihtiyar var. İnsan için olmazsa olmaz olgulardır bunlar. Varoluşun ana supaplarıdırlar. Varoluş hamleleri bu üç olguyla kabildir. İnsan zaten bu olgularla insandır. Aksine anlamsızlaşıverirdi her şey. Tabiatın idrakine varacaksın ve iş üreteceksin, işte bu, aklın icabıdır. Hayata tutunman gerekir ve rızkına ulaşman için direnmen iktiza eder, işte bu, iradenin icabıdır. İyiyi ve kötüyü tefrik etmen iktiza eder, işte bu, ihtiyarın yani seçme gücünün icabıdır. Diğer her şey artık spontane meydana gelir. 

 

 

Gökler ve yerler âlemi ve bunların içinde görebildiğimiz ya da göremediğimiz ne varsa Allah halk etmiştir. Tesadüfe inanmak mutlak alıklıktır. Doğaya ve maddeye egemen olan insandır. İnsanın halk edeceği bir tek varlık yoktur. Bir doğal olanlar vardır yani kendinden olan yani Allah’ın halk ettiği, bir de bu doğal olanların işlenmesi sonucu meydana gelmiş olan şeyler vardır yani yapay olanlar yani insanın elinin ürünü olanlar. Bu mutlak, kutsal, yüce ve yüksek hakikati olmusuzlayabilmekte kabil-i mümkün değildir. Bizler, Yüce Yaratıcının, yer üzerinde ki izdüşümleriyiz, bir nevi gökten yere düşenleriz, Allah’ın gölgeleriyiz ama mukayyet varlıklarız, muhtacız, şeylere gereksinim duyanlarız, çaresiziz ve aciziz. İstemekle gelmişiz dünyaya ve dünyaya doğarken ölüm konmuş içimize. Aciz değilim, istemeden var olabilirim, muhtaç değilim, hiçbir şeye gereksinim duymayabilirim diyebilen varsa işte meydan. Ölmeyeceğim iddiası olan varsa, güçlüyüm diyorsanız, işte meydan. İnsanlık; kendini, haddini ve hududunu bilmektir ve bildikleriyle olgunluğa ermektir. Derin tefekkür neticesinde bu çıkarıma ulaşmanız kesindir. Tabi dürüst düşünürseniz, ulaştığınız hakikati örtmezseniz, kalıplaşmış düşüncelerinizin yerle yeksan olmasını korkmadan seyredebilmeye cesaretiniz varsa. İnsanlığa bildirilmiş kesin hüccetlerde bunu ortaya koymaktadır. Yani ayetler ve sahih hadisler. Zaten bilim adamları, filozoflar diye bildiklerimiz de inebildikleri kadar derine inmişler ama güçleri yetmeyince bir yerde kafalarına göre yaratılış teorileri üretmişlerdir. Rastgele demişler, maddeye istinat etmişler, tabiata ve tabiatın unsurlarına hamletmişler. Mutlak rasyonalizmle ancak bu kadar gidebilmişler ve çakılıp kalmışlar. Filhakika ulaşmışlar amma Allah demeye cesaret edememişler ve basitliğe kaçıp inkâra yönelmişler. Velakin burada aklın zerresi var mıdır? Nesnellik ve bilimsellikten iz var mıdır? İşte bunu sorgulamak iktiza eder. Tüm filozoflara dokundum, hepsinde derin bir acziyet müşahede ettim. Dünya çapında ki bilim adamlarına, aydınlara bir parça dokundum, tümünde derin bir acziyete tanık oldum. Peki, mutlak kanıtlara rağmen, küçük insanların basit çıkarımlarına eyvallah etmek dürüstlük müdür, akıllılık mıdır? Ki bunların kendileri bile kendi söylediklerine inanmamaktadırlar, sadece varsayımlarda bulunmaktadırlar ama buna karşın bizim elimiz de kesin kanıtlar mevcuttur. Hadid Suresi 25. Ayeti lütfen namusluca, dürüstçe, hassasiyetle, derin bir hissiyatla ve tertil ile okuyup tetkik ediniz. Çünkü İnsanlığa gönderilen Önderlerin mutlak hüccetlerle gönderildiğinden, adaletli bir düzen için ölçünün ve kitabın indirildiğinden bahsediyor. Eğer şerefli ve namuslu düşünürsek, Allah’ın lütfettiği yüce nimet olan aklı, ıskat ve ikna eden mutlak sözler bunlardır. Ki insanı, gökleri ve yerleri düşündüğümüz zaman olay zaten spontane ortaya çıkıyor. Zorlamaya hiç gerek yok. Şimdi burada şöyle bir şey var; izhar, izah ve ikaz yapıldıktan sonra gerisi bizim irademize ve ihtiyarımıza kalmıştır. Ya reddedersin ya da kabul edersin. Fakat vallahi, billahi, tallahi ne kadar dibe inerseniz ininiz, ne kadar derin düşüncelere dalarsanız dalınız, Allah’tan başka bir şeye asla ulaşamayacaksınız. Ya körü körüne, alıkça inkâra yöneleceksiniz ya da aklın icabını ifa edecek ve itaat edeceksiniz. İnkâr sizi, bir ömür şüphe ve endişe cehennemine mahkûm edecektir; iman ise size hayat verecektir. Ama şunu asla unutmayınız ki, inkârınız kesinlikle bildiğinizin inkârı olacaktır. Şüpheniz, endişeniz, bilmiyorumlarınız münhasıran tafra olsun diye olacaktır. Şeytani inat sizi mahvediyor. Gönlünüz itaat diyor, aklınız inkâr diyor. Haddizatında aklınız da ittihaz diyor amma şeytan devreye giriyor ve sizin aklınızı çalıyor. Sapkınlığınız aklınızdan değil, esasında şeytandandır. Ama siz güya aklınızdan sanmaktasınız. Oysa akıl da Allah’ı inkâr edemez. Çünkü Allah zaten aklın içindedir. Ama insan işte, inadı bir şey sanıyor, inkârı marifet biliyor. Çünkü cahildir, zalimdir ve de nankördür. Ve işin garibi, bizler, inkârcıları, akıllı adam, bilim adamı diye taltif ediyoruz ahmakça. Haddizatında bu çok absürt. Oysa insana doğru yolun gösterildiğini Rabbimiz bildiriyor bizlere ve bizim ihtiyarımıza bırakıyor ve diyor ki; ister şükredin, isterseniz nankörlük edin. İnsan Suresi 3. Ayete bakınız lütfen. Tabiatın mutlak ve kutsal yasalarını koyandır Allah. Ve bu yasalar nedensellik ilkesi üzerinde işler yani sebep vardır ve sonuç vardır. Sebep yoksa bir sonucun olması muhaldir. Misal; hareket olmasa iş olur mu? Hareketin olmadığı yerde ölüm vardır. Var olmak hareketle kabildir. İnsan da kulluk vazifesi içindir. Zariyat Suresi 56. Ayete bakınız lütfen ve insan niçin yaratılmıştır görünüz. Yaratıldın sebep, kulluk yapman sonuçtur. Hani Rabbimiz diyor ya; siz kendinizi bir değiştirin hele Ben sizi o zaman değiştiririm diye. İşte bunun gibi. Senin kendini değiştirmen sebeptir, Allah’ın seni değiştirmesi sonuçtur. Değiştirilmen gibi bir sonucun sadır olması için kendini değiştirmen gibi bir sebebin hâsıl olması iktiza ediyor yani. Allah, şeyleri bir yasa üzerine halk etmiştir ve şeyler bu yasa temelinde tahakkuk ediyorlar. İster isteyin, ister istemeyin, yasaları, sebepleri, sonuçları değiştirmeye asla gücünüz de, aklınız da yetmez.  Aklın var, irade sahibisin, ihtiyarın var. Bunların üçünün toplamı ediyor; iman. Mülkünde, iktidarında, dininde sahibi Allah’tır. İzhar etik, izah etik, ikaz ettik tabi mutlak ve kutsal yasalar çerçevesinde. Ki bunu ilk yapan da Allah’tır. Sahipsiz şey yoktur ve sahiplerin sahibi de Allah’tır. İnsan neyin sahibidir? Kendisinin bile sahibi olmayan insan, ölüm alnına yazılmış olan insan neyin sahibi olabilir ki? Güneş doğar ve aydınlanır tüm evreni. Güneş batar ve karanlığa gömülür tüm evren. Hareket etmezsen iş yapamazsın, iş olmazsa rızık elde edemezsin, rızık elde edemezsen yaşayamazsın. Taşı kaldırıp yere bıraktın mı düşer. Doğan her insan ölür. Yaz yakar, kış üşütür, bahar neşe saçar ya da hüzün verir. Yağmur olmazsa yer ürün vermez. Duan olmazsa gök rahmet indirmez. Allahsız anlamsızlığa mahkûmdur zerreden zerrata tüm şeyler. Mutlak sahiptir. Hüküm O’nundur. Yetki onundur. Tasarruf O’na aittir. Ol der oldurur, öl der öldürür. Ne mülkte, ne iktidarda, ne dinde şerik ittihaz etmez. Dininde tek ruhbanlık tanır; o da cihat’tır. Yegâne yüce Önder öyle demiyor mu; benim dinim İslam’dır ve İslam Dininde tek ruhbanlık vardır, o da cihat’tır diye? Şerik affedilmez. İnsançocukları da, mutlak ve kutsal yasalar çerçevesinde, akıl, irade, ihtiyar ile kendi kaderini çizen yaratılmış varlıklardır. Bireysel kaderiniz çizerken de toplumsal kaderi etkileyen ve yine toplumsal kaderden etkilenen varlıklardır. İnsan topluma ait bir varlıktır ve topluma ait sorumluluklar, görevler taşır. Toplum bütünü, insan ise parçayı temsil eder. Toplum insanlardan müteşekkildir, insan da toplumsuz olamaz. Birbirlerini bitevi etkilerler. Hayatla ölüm gibi, ruhla beden gibi, kadınla erkek gibi, tabiatla insan gibi, yerle gök gibi, toplumla insan da bir bütündür. Ki toplum deyince akla insan gelir zaten. İnsanlar toplanırlar ve toplum olurlar.

 

 

Doğa doğurandır, ama sonsuzluğa uzanan dua, o duayla göklerden yere inen rahmet ve yere dokunan el iktiza eder doğurması için. Toprak vermeseydi insana, asıl verenin istemesiyle, insan nasıl yaşardı isteyerek. İstemek verdi ama asıl Kendi istedi vermeyi. Vererek hatırlattı kendini ve muhtacım dedirtti insana. İnsan akıl verdi, hazineyi gizledi tabiatın derinliklerine. Ve sabrı ekledi gövdesine insin diye derinliklere ve arsın istedi. Varsın; çünkü müdahale ettin ve mukabele geldi. İstedin var olmak ve müdahale ettin, müdahalen karşılıksız kalmadı mukabelede bulunuldun. Yaşamak, gereksinimleri karşılamaya bağlıdır ve istedin dokundun, dokununca doydun. İstemeseydin vermezdi. Müstağni değildin, bilmeliydin, bilmek için istemek gerekti ve istemek mecburiyetinde kaldın. Zaten vereceği için istetildin. Niye verdi istemeyi? Vereceği için. Kimden isteyecektin? Senin sana vereceğin bir şey olamazdı. Öyleyse O’ndan istemeliydin. O verecekti ki, haddini bilecektin. İstemen bitmeyecek var olduğun müddetçe, var olmasaydın zaten istemezdin. İstemediğin zaman yoksun. İstemenin zincirleriyle kuşatıldın. Mutlak tutsaklık. Şeylerle varsın, istediğince yaşarsın. Şeyler isterken, istiyorsundur yaşamayı. İstemek=yaşamak. Şeylere ulaşmak için emek harcarsın, emek harcadıkça yaşarsın, çünkü böylece şeylere ulaşırsın. Hareket; senin varoluş kavganın nirengi noktasıdır. Hareket yoksa var olan bir şey yoktur. Var olan her şey hareket halindedir. Ya sesli ya da sessiz. Hareket niçin? İş için. İş niçin? Var olman için.

 

 

İnsan bitevi değişime ve tekâmüle tabi bir canlıdır. Bu değişim ya da tekâmül, hem fiziki, hem duygusal hem de düşünsel olarak tahakkuk eder. Bunu ihsas ederiz. Tabiatta bitevi değişime tabidir ama bunu ihsas etmek insanda ki gibi kolay değildir. Her değişim bir sistem üzerinde tahakkuk eder. Varlık âleminde hiçbir şey gelişigüzel değildir. Varlığın özüne denge ve ölçü dercedilmiştir. Gecenin ardından gündüze gelir ve bu gidiş gelişler neticesinde de bazı tabiat olayları hâsıl olur. Mevsimlerde bile bir sistem vardır. Değiştirme gücü olan ama hiçbir gücün değiştiremeyeceği şey ise Allah’tır. Allah, her şeyden bağımsız olan, mutlak ve mutlak asli olandır. Evrende boşluk yoktur. Tabiat, insana göre etkisizdir ama kuru ve kaba bir maddi kütlede değildir. Sistemli bir davranışı vardır tabiatın. Daha organiktir insani benliğe nazaran. Üzerinde bozulmalar meydana gelebilir ama öz olarak bozulmaz. İnsanda ki bozulma is öze dokunur ve insanın asliyetini tersine döndürebilir. Tabiat, Allah’ın sünnetidir. Mutlak anlamda müstağni olandır Allah. Beşeri bir benlik olan insanın mutlak, bağımsız ve asli benlik olan Allah’ı tasavvur ve tahayyül etmesi muhaldir. İnsan aklı acizdir ve mukayyettir, bu yüzden kendisini var eden ilahi ve asli aklı idrak edemez. İnsanın güç yetiremediği ama güç yetirmeye direndiği nokta burasıdır. Akıl, haddini bilendir. Haddini aştığı zaman cahillik damasıyla damgalanır. Tabiat, Allah’ın fiillerini tazammum eden bir organizmadır. İnsan nasıl eylemlerini tabiat üzerinde gösteriyorsa, Allah’ta fiillerini tabiatın bütünlüğü içinde oldurur. Bu yüzden tabiat için diyebiliriz ki, Allah’ın fiillerinin sistemli bilgisidir. Tabiatı temaşa eden insan, aynı zamanda Allah’ın tabiatın özüne dercettiği bilgilerinin müşahhaslaşma aşamasını temaşa etmektedir. Felsefe bu gerçekliği idrak edemez ama gözetler. Din ise bu gerçekliğin kendisidir, içindedir. Bu yüzden felsefe Allah’ı bulmaz, arar ya da aramayı sever, bulmak istemez. Din ise zaten Allah’tandır. Felsefe yaratılışa dair her şeye uzaktır, din ise yaratılışa dair ne varsa hepsinin içindedir ve hepsi de dinin içindedir. Felsefe kabuktur, din ise öze tekabül eder. Din hayatın ta kendisidir, felsefe ise hayata müdahale de bulunmak isteyen şeydir. Varlıkta ki ve varoluşta ki, idrakine varılamayan şey budur. Tabiat bize göre bizden farklı, ayrı ve öteki olandır. İnsanın karşısında tabiat, insanın bildiği ama yapmadığı şeydir. Allah ise, hem bilen hem de yapandır. Allah, bütünü yapandır. İnsan ise o bütünün parçalarına dokunandır.

 

 

İnsan, rızkı kadar yaşar. İşte tabiat denilen görüngü, yaşam için en önemli gereksinim olan rızkın, emek karşılığında kazanıldığı bir çalışma alanıdır. Aynı zamanda, insanın, iş eylerken, kendini ürettiği bir merkezdir de. Tabiat, insan için ve insanın emrine verilmek üzere yaratılmıştır. İnsan canlıdır, hareket eder, iş üretir. Doğa bir nevi eylem alanıdır. İnsan tabiata karşı daha dominanttır, karşılıklı etkileşimde. İnsan biçimlendirendir, doğa biçimlenen. İnsanın günahkârlığına karşı tabiat masumiyet örtüsüne bürünmüştür. Allah dengeyi koymuştur varlığın özüne ve insana da ölçüyü bildirmiştir. İnsan, mutlak anlamda yalnızdır ama var olma savaşında asla yalnız değildir. Kendine çalışırken toplum için çalışıyordur, toplum için kazanırken kendi için kazanıyordur. Ne mutlak ferdiyetçi olabilir ne de mutlak toplumcu. Toplum içinde bir ferttir ama topluma güçlü şekilde bağlıdır. Toplumu etkiler ve etkilenir de toplumdan. Yaratılışta hem basit hem de karmaşık bir sistem vardır. Ya da insana öyle gelir. İnsan doymak zorundadır. Doymak için toprak iktiza eder. Ama insan tek taraflı değil çift yönlü doymak zorundadır. Bir maddi bedenin, bir de ruhunun doyması gerekir. Yani hem yere muhtaçtır hem de göğe. Ruhunu doyurmak için göklerden istimdat bekler ve el açıp dua eder. Dua, insan için sonsuz önemli bir şeydir. Belki de var oluşun ön koşuludur. Hani istemekten bahsettik ya, dua istemenin tam adıdır. Önderimiz (sav) dua ile kutsal nefesini ikmal etmiştir. Dua ilk sözdür ve son söz. İnsan, tabiatın üstündedir. İnsan ister, istemek için çalışır ve iş üretir, bunun karşılığında tabiat istediğini verir insana. Mutlak kudret sahibi, evrenin yegâne hâkimi, egemenliğin mutlak icracısı Allah’tır. İnsan kullanır, tabiat kullanılmak için vardır. Bin türlü hali vardır insanoğlunun, biçimden biçime girer tabiat. İnsan ve doğa; Allah’ın sünnetidirler. Evren ihata edilmiştir Allah tarafından. Hiçbir canlı yoktur ki, onun çizdiği sınırlar dışına çıkabilsin. Zaten Yüce ve Kutsal kitapta bildiriyor bunu. Çizilen sınırlar dışına çıkılamayacağı, nereye gidilirse gidilsin, gidilen her yerin çizilmiş sınırlar içinde kalacağı buyuruluyor.

 

 

İnsan, yaratılmış olanlar tavassutu ile Allah’la münasebet ve iletişim kurar. Allah, iş üreten insana müdahale eder. Bu müdahale, mücadele ve münasebete merbuttur. İnsan, kutsal ve mutlak yasalar temelinde değişim iradesi gösterir ve Allah bu isteğe karşılık verir yani müdahale eder ve insanı ve insan özelinde, insanın üyesi olduğu toplumu değiştirir. Doğa insanın emrine verilmiştir ama bu muayyen bir ölçüye tabidir. Çünkü ölçü bildirilmiştir. Hadid Suresi 25. Ayete bakınız lütfen. Denge bozuldu, ölçü aşıldı mı, varoluş sıkıntıya girer. Dengeyi bozan şey; insanın haddini ve hududunu aşmasıdır. Hırslar, insanı tüketen şeylerdir. Çünkü hırs, hasarettir. Binaenaleyh, hırsların kurbanı olunmamalıdır. Velakin insan nefis sahibidir. Fakat irade niçindir? Nedir hırs? Tüm şeyleri ele geçirerek her şeye egemen olma ve kendi hudutlarını zorlayarak, benzerlerinin hudutlarına müdahaledir. İnsan cahil, zalim, nankördür. İnsanda ki bencillik zirveye çıktığı zaman, ölçüyü kaçırır, dengeyi bozar ve bu durum kendi dışındakilere hükmetme temayülü olarak kendini gösterir. Varlıkta ki diyalektiğin özü de budur filhakika. Kişioğlu kendi varoluşunu gerçekleştirmek ve varlığının idamesini sağlamak isteği ve arzusuyla, kendi dışında ki benzerlerinin yaşamlarının sınırlarına hesapsız dalmakta ve bu nahak zorlama da çatışmaya sebep olmaktadır. Herkes sınırlarını bilse ve kimse kimsenin sınırlarına müdahale etmese ve her insan verdiği emeğin karşılığını hakkıyla alsa, inanalım ki dünya cennet olurdu.

 

 

Allah, mutlak ve muhakkak ilk. Var olan her şey O’nunla var. Tabiat, ilk yaratılış. İnsan yaratıldı sonra. Çünkü insanın tabiatın üzerinde olması gerekiyordu. Ve bu yaratımlar üzerinde mülkiyet, egemenlik ve din münasebetleri toplumu etkileyen durumlardır. İnsan toplumunun regüle edilmesinde ki temel dinamiklerdir; mülk, iktidar ve din olguları. Mülk, bir yönüyle ekonomik bir varlık olan insanın yaşamı için temel bir durumdur. İktidar, insanın toplumsal yaşamının düzenlenmesinde önemli bir etkendir. Din ise, insanın, toplumsal yapı dâhilinde, gerek ferdi bazda, gerekse toplumsal bazda nasıl bir yaşam süreceğini belirleyen ölçüler bütünüdür. Ama mülkte, iktidarda, dinde bir nevi insana tevdi edilen emanetlerdir. Bunların asıl sahibi Allah’tır. İnsan kati olarak hür olarak yaratılmıştır. Zindanların içine doğmuştur ama hürdür. Hürriyet, zindanların (kişinin kendi benliği, tabiat, tarih, toplum)  karanlıklarında kaybolsa bile yine de ona ulaşmak zorundadır, insan olmaklığına mütenasip yaşamak istiyorsa. Kulluk asla hürriyet için handikap değildir. Bilakis hakiki hürriyete açılan kapıdır. Tabi kulluğun mutlak ve kutsal yasaları da kitapta bildirilmiştir. Hudutlar belirlenmiştir.  İnsan yer üzerinde, toplumsal ilişkiler boyutunda elbet bir tabi olma durumuna maruzdur. Fakat mutlak itaat mevzubahis değildir. Toplum yaşamında adalet ve ahlak esastır. Hürriyete müdahale ve metazori itaat ettirmeye yeltenme, yaratılışa müdahale, Yaratıcıya isyandır. Hürriyete en ufak darbe, insani öze mugayirdir ve insani benliği tagayyürata uğratır. Yaratan şerik kabul etmez, şirk koşulması istenildiği durumlarda, kişi, kendi ebeveynine bile isyanla mükelleftir. Normal da ebeveyne isyan Allah’a isyanla bir tutulmuştur ama şirk durumu müstesna bir durumdur. Hudutlar bellidir, ölçü belirlenmiştir, kitap indirilmiştir, kanıtlar kesindir. Hürriyet, varoluşun ve yer üzerinde ki imtihanın mutlak önkoşuludur. Çünkü baskı altında imtihan anlamsızdır, varoluş kavgası imkânsızdır, insana verilen ihtiyar saçmadır. Çünkü ihtiyar yani hür seçim, hürriyet sahiplerinin işidir. Kölelerin seçim hakkı yoktur. İnsana, hür yaratıldığı ve kendisine zincir vurdurtmaması söylenmiştir.

 

 

Tarihi süreç içinde, insan ve toplum ilişkilerinin regülasyonu bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. Bu durumdan da devlet otoritesi yani toplumsal yapıyı dizayn etmek için yasalar doğmuştur. Allah; nasıl, tüm (gelen, giden, kalan) insanların ruhlarının bileşkesi ise; devlet denilen mekanizma da tüm insanların ortak aklının ve iradesinin bileşkesidir. Binaenaleyh, devlet ortaktır. Devlet mekanizması, bağımsız bir şey değildir. Bu yüzden mutlak bağımsız hareket etmesi muhaldir. Devlet mekanizması, insan ve toplum hayatını regüle ederken, muhakkak olarak, mutlak yasaları baz almalı ve kendi cüzi yasalarını ortaya koymalıdır. Mutlak yasaların ihmal edildiği bir devlet mekanizmasında kaos olması kaçınılmazdır. Zira beşeri yasalar, aklın ürünüdür ve nefis odaklıdır. Hırslar ve menfaatleri baz alır. Bu yüzden tüm toplumu ihata edemez. Nihayetinde ise herkes tarafından tolere edilmesi kabil değildir. En nihayetinde ise, milli birliğin atomize olması kaçınılmazdır. İnsanlık tarihi bu gerçeğin bizatihi tanığıdır. İlahi irade ve otorite, insanoğlunun, kendi benzerlerinin iradelerine koşulsuz olarak bağlı olması iktiza ettiği yönünde, insanoğlunu sorumlu kılmamıştır. Yaratılışa mugayirdir böyle bir şey. Ki özünde şirktir. İnsanlık tarihinin kadim sorunsallarından biridir bu mevzu. İktidar ve egemenliği kime ait olduğu tarih boyunca tartışıla gelmiştir. Böyle bir şeyin olup olmadığı ya da nereden geldiği değil, kime ait olduğu tartışılmıştır. Çünkü böyle bir durumun varlığı kesindir. Egemenlik mutlak anlamıyla Allah’a aittir ve bu mutlak hüccetlerle sarihtir. Ha Allah, gelip insanı yönetecek midir? Hayır, insanlık Allah’ın koyduğu mutlak yasaları baz alarak yaşamını tayin edecektir. Yeryüzü insana emanettir ve insan yeryüzünün halifesidir.  Sadece iktidar ederken ve yasa belirlerken, bunu mutlak yasalara yan çizmeden yapacaktır. İstenen budur. Allah’ın indirdikleri ve bildirdikleri ile hükmetmeyen, hakikatleri ıskalayan ve örten bir kâfir hükmündedir. Ortak iktidar adına yasa belirleyen ve tüm toplumun güvencesi olarak tebeyyüne den beşeri otorite, hür yaratılan insanların hürriyetini asla gasp etmemelidir. Bu hainliktir. Fertlerde bu hürriyetin mukayyet olduğunun bilinciyle hareket etmelidirler. Çünkü sınırsız hürriyet diye bir şey yoktur. Böyle bir şey hayvanlara mahsustur, ki hayvanlarda bile haddizatında sınırsız hürriyet yoktur. Sınırsızlık içinde bir sınır vardır. Bu tabiatlarına dengeli olarak dercedilmiştir. Ama hayvanlarda akıl olmadığı için hudutlarını ve hadlerini aşma gibi bir hususiyetleri bulunmamaktadır. İnsan ise aklı olduğu halde, cahil, zalim ve de nankördür. İnsan, vasat üzeredir ve insanlığın saadetinin ve huzurunun hakiki güvencesi, vasat üzerine yaşamaktır. Bakara Suresi 143. Ayete bakınız lütfen.

 

 

Mülkiyet deyince aklımıza gelen şey nedir? Dünya metası-malı aklımıza gelir elbette. Hangi bilgi kaynağına bakarsanız bakınız kuvvetle muhtemel bunu göreceksinizdir. Binaenaleyh sözü uzatmanın ve insanları boğuntuya vermenin anlamı yok. İnsanla anlam kazanır mülkiyet ama anlamsız bir hayatın doğuşuna da sebep olabilir. Çünkü mülkiyetin bozucu bir etkisi vardır. Kullanıldığı zaman anlam kesbeder ve varoluş kavgasında kısmi tesiri vardır. Fakat bir kişinin, başka bir kişi üzerinde doğal hâkimiyetini doğurması söz konusu değildir. İnsanların dünyasında böyle bir algıya sebep olsa da hatta böyle sonuçlar doğursa da, hakikatte bu imkânsızdır ve dolayısıyla zorlamadır. Bu sonucun doğmasının nedeni ancak şu olabilir; insanların metaya kulluk yapmaları ve kulluğun kime yapıldığını unutmaları. Egemenliği dolaylı yönden mülkiyet sahibine verenler, haddizatında mülkiyet sahibi karşısında eğilenlerdir. Mülk, insanlar üzerinde tahakküm kurma vasıtası değildir ve olamaz, çünkü mülk sahiplerinin böyle bir hakları yoktur. Bunu yapanlar haysiyetsizdir ve daha ilerisi müşriktir. Bu türler dördüncü tür mahlûklardır yani akıldan ve gönülden yana olgun değillerdir. Bu yüzden bu yaratıklara karşı varoluş mücadelesine girişmek bir insanlık görevidir.  Mutlak mülk vardır. Emanet mülk vardır. Mutlak mülk tüm evrendir ve Allah’a aittir. Kişioğulları, bir denge, ölçü ve sistem üzerine müesses olan evren ya da tabiat üzerinde kuvvetleri kifayet ettiğince emek harcarlar ve yaşamalarını idame ettirecekleri mikyasta küçük mülklerini kazanırlar. Bu mülk, var olmak için, insani gereksinimleri ifade eden, kişiye özel mülktür ve bu mülk, genel mülk dâhilinde, tüm gövdeni ortaya koyarak, ter, yaş, kan, emek karşılığında elde edilmiş bulunulan mülktür. Çalışan kazanır, kazanan kavgasını kolay verir. Herkesin, verdiği emek kadar aldığı yemek olacaktır elbette. Bu netice, mutlak ve kutsal yasanın muktezasıdır. İnsan hürdür ve hürriyet aşkıyla mücadele eder, çalışır. Elbet insanın çalışması engellenmekte, kazanmasına zımnen darbe vurulmaktadır. Çünkü mülk sahibi kompradorlar hayatın her yönüne egemen olmuşlardır. Böyle bir durumda çalış, kazan demek kolaydır amma çalışmak ve kazanmak kolay değildir. Gayr-i meşru kazanç yollarına sapmadan ve çalışma icaplarına göre hareket edildikten sonra, herkes verdiği emeğin karşılığını alır ve aldığının da sahibi olur. Ama yine de mutlak mülk iddiasında bulunamaz asla. Ölümlü bir varlığın, bir şeyde mutlak hak iddiasında bulunması zaten cahillikten, ahmaklıktan başka bir şey değildir. Mülkiyet, insan ve toplum münasebetlerinde sonsuz öneme sahip bir olgudur. Binaenaleyh, kişi, tabiat ve toplum münasebetlerini dizayn etmek için var olan ve tüm insanların ortak konsensüsünün bir tecellisi olarak bilinen ve kamu üzerinde tek yetki sahibi olan devlet otoritesi muhakkak devreye girmelidir. Allah’ın, yer üzerinde ki egemenliği, devlet tavassutu ile tecelli eder. Bu yüzden, devlet, egemenliğini, hiçbir fertle, zümreyle asla paylaşamaz. Ve savunmasız, güçsüz insanlarında koruyucusudur devlet, müstebit, müstekbir ve mütekebbir kompradorlara, zalimlere karşı. Bize de görev düşüyor burada. Mutlak, kutsal ve kadim yasalar temelinde, devlete destek babında, adaletin ikamesi adına mücadele vermeliyiz. Tabi burada asıl vazife devlete düşmektedir. Çünkü devlete mukabil birey zayıftır ve yetkisizdir. Devlet zalim olduğu zaman, düzen bozulur, kaos hakim olur, mutluluk ve huzur iklimi yerini kavga, terör, çatışma iklimine bırakır. Devlet öncülüğünde tüm toplum mücadele vermelidir ki, adalet, istenildiği düzeyde ikame edilebilsin. Mülk, birkaç şahsın arasında dönüp duran ve onların tahakkümüne zemin hazırlayan devlete dönüşmesin. Kompradorlar it gibidirler, verdikçe isterler ve sonunda sizi istemeye mahkûm ederler. Binaenaleyh, devlet böyle bir şımarıklığa, meydan okumaya asla müsaade etmemeli hatta bunları bu düzeye getirmemelidir. Mücadele namuslu olmalıdır, namuslu çalışanlara dokunulmamalıdır. Ter, yaş, kan, emek vererek, helal yola bir şeyler elde etmiş olan insanların kazandıklarına metazori el koymak namussuzluktur. Ha bunların kazandıklarında da muayyen bir zümrenin hakkı var mıdır? El hâk vardır ve devlet eliyle tanzim edilmelidir bu durumlar. İnsanların kazandıklarını gasp ederseniz, varoluş kavgasını iptal edersiniz ve topyekûn bitersiniz. Çalışmak gönül işidir, metazori çalışma olmaz, olsa da verim alınamaz. Gönüllü çalışma da, emeğinin karşılığını hakkıyla almayla olur. Zira aksi bir durum, ne adildir ne de ahlakidir. Lütfen söyleyin, bir insanoğlunun, tüm gövdesini ortaya koyarak, can ve kan vererek, ter ve yaş akıtarak elde ettiği bir şeyi zor yoluyla almak hangi vicdana, hangi ahlaka, hangi adalete sığar?

Tarih: 01.02.2015 Okunma: 663

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?