VARLIĞIN YARATILIŞI...7...

Özgür DENİZ - 01.02.2015

Hayatın yalanlayamadığı hakikatleri severim, çünkü hiçbir insan da yalanlayamaz onu. Geçelim! Silahın ne olduğunu biliyoruz değil mi? Böyle bir şey var. Zalimlerin varlık supabıdırlar. Zalimler, silahları olmasa bir hiçtirler. Bitevi üretilmekte midir, silah? Evrende ki devletler mütemadiyen silahlanmakta mıdırlar? Hem de kullanamayacakları kadar, tabir caizse kusasıya kadar. Zorbalıkta ve egemenlikte en güçlü olgu nedir diye sorsalar; elbette silah denir. Peki, Allah aşkına, silah satıcıları kimlerdir? Silaha akan paralar gerçekte kimin kasasına akmaktadır? Küresel şeytani şer şebekelerinin kasalarına tabi ki de. Peki, varlıkları silaha dayanan, komünizm, kapitalizm ve faşizmin, şimdi niçin var oluklarını ya da daha doğru ifadeyle niçin var edildiklerini ve kime çalıştıklarını anladık mı? Kanla beslenen elbette silaha sahip olmalıdır ve onu en aktif şekilde kullanmalıdır. Haddizatında burada ki temel gaye kârda değildir, otokontroldür. Zira dağıtıcı, aynı anda kontrol edici konumdadır. Çünkü kimin, neyi, ne kadar ve niçin aldığını bilmektedir. Üstelik zıt kutuplara dair bilgilerdir bunlar yani her iki tarafında bilgilerine sahip olabilmektedir. Silah alan kimdir, nerede kullanmak için almaktadır ve silahı nasıl kullanacaktır kendini ele vermektedir. Bu da silah tüccarının işine gelmektedir tabiatıyla. Tabi, şeytan kazandığına bakar ayrıca, kasalar kirli ve kanlı parayla lebalep dolmaktadır. İşte burada ince bir püf noktası daha sadır olmaktadır. Banka. Lanet olasıca kapitalist mabetler. İnsanlığın kanını emen keneler. Vazifeleri nedir bu bankaların? Savaş ve silah ne demektir? Devasa borç demektir tabi ki. Peki, bankanın görevi nedir burada? Borçların muhasebesini ve murakabesini yapmak. Savaş olunca silah devreye girer, silah devreye girince borçlanma olur. Borç kimedir? Küresel şeytani baronlara. Peki, bu paralar en üst düzeyde kime kazandırmaktadır? Küresel bazda işlevsel olan daha büyük bankalara. İşe bakın ki; insanlık ölmekte ve şeytaniler kazanmaktadırlar. İnsanlık birkaç tane pezevenge çalışıyor anlayacağınız. Silah tüccarları ve banka baronları. Tabi bunları da murakabe eden en zirvede baronlar vardır. Siz, şu polis ve asker katledenlerin, halkın malı olan kaldırım taşlarını sökenlerin, arabaları yakanların kimlere hizmet ettiklerini sanıyorsunuz? Yüce ülkülere öyle mi!? Cehalet ancak bu kadar yoğun olabilir. Karanlığın içine düşmeyegör, artık her şey karanlıktır sana ve derler ki sana, karanlığı aydınlat, sanırsın ki gittiğin yol aydınlıktır ve karanlığa karşı savaşıyorsun. İşte böyle aldatılır cahil, zalim ve da nankör olan insanoğlu! Silah satar kazanır, para verir kazanır. Hey dostum! Peki, sen ne kazandın bugüne kadar? Ölümden, acıdan ve yokluktan başka. Ki borcu kontrolüne geçirmiş olan, artık her şeyi kontrol edebilecek düzeye gelmiş demektir. Çünkü elini uzatmışsın, kolunu da kaptırman muhakkaktır. Devletlerin, dolaylı olarak milletlerin nasıl köleleştirildiğini, şeytaniyet düzenine tutsak edildiğini görüyorsunuz değil mi? Bahusus, silaha dayalı kanlı örgütlerin nasıl kıskaca alındıklarını ve nasıl yönetilip, yönlendirildiklerini şimdi daha iyi ihsas edebiliyoruz eminim. Şöyle yapacaksın, şu hedefi vuracaksın, toplumda kargaşa çıkaracaksın, katliam yapacaksın, suçlu ve suçsuz ayrımı yapmayacaksın ve devletlerin kollarını yanlarına düşürüp bize mahkûm kılacaksın. İşte hakikat budur bebeğim! Şimdi lütfen samimice konuşalım ve yüreklice ifade edelim; evrende ki savaşan güçler kimlerdir? Faşistler, komünistler, kapitalistler, yani tümünü kapsama alanına alan ve genel adıyla Darvinist olanlar. Bunlar insanlığı kurtaracaklar ve adalet getirecekler ha. Gülsek mi, ağlasak mı?  Hayat çatışmadır teorisinin derinliklerinde yatan gerçekte ortaya çıkıyor böylece spontane olarak. Çatışma teorisi, şeytani bir teoridir ve şeytanları beslemektedir. İnsanların ölümlerinden kazanmaktadırlar. Ki burada muhtemelen daha önce de bahsetmiş olmamız lazım, ince ve derin bir hakikat daha hâsıl oluyor; özünde bu ideolojilerin aslında düşmanmış gibi gözüküp, birbirlerinin çıkarlarına hizmet ettikleri gerçeği. Burada bir paradoks varmış gibi gelebilir sizlere ama asla böyle bir şey yoktur. Bilakis, muazzam bir uyum vardır. Ama gözlerden gizlenmektedir. Gözün varsa, o göz sana ait olsun ve kendin gör gözünle bebeğim!

 

 

Evet, Siyonizm’in dini paradır, ameli ise paraya ulaşmak için yapılan her şeydir. Siyonist Protokollerde, altına hâkim olunuz, çünkü altın gücün simgesidir der. Yeter ki para gelsin, nasıl geldiği tali meseledir. Önceki bahsettiğimiz olgular, silah, faiz, her nev’inden zehirli içki, fuhuş, kumar vs., Siyonizm’in atardamarlarıdırlar. Dünya bazında parayı kontrol edenler Siyonistlerdir. Para her şeydir Siyonistlere göre. Para için her şeyi yapacak adamları bulmaktır önemli olan. Ve Siyonizm bunda da başarılıdır. Hasan el Benna’nın çok güzel bir sözü vardır: ‘’Eğer, siz, emperyalizmi yüreklerinizden söküp atmazsanız, o sizin topraklarınızı asla kendiliğinden terk etmez.’’ Aynı şeyi Malik Bin Nebi’de söyler: ‘’Sömürülenler müsait değillerse, sömürenlerin yapabilecek hiçbir şeyleri yoktur.’’ Aslında olayın bamteli burasıdır. Çünkü bizler yüreklerimizden ve beyinlerimizden işgal edildik önce. Bizden din alındı, karşılığında aldığımız ne oldu düşününüz! Ruhun yoksa, bir devletin olsa kaç yazar! Bizler dünyaya tapar ve dünyada kaybolursak, dünyaya hükmedenlerin zavallı birer kuklaları oluruz. Şimdi bana bir tek kişi çıkıpta benim ideolojimin bunlarla ne alakası var demesin. Senin ideolojin, kadim ve kök değerleri tahrip etmiyor mu? Senin ideolojin, milliyetsiz, dinsiz, vatansız bir dünya önermiyor mu? Siyonist’in erişmek istediği dünya da bu değil mi? Senin ideolojin, insanları Allah’tan, Önder’den, Kitap’tan uzaklaştırmıyor mu? Peki, Allah’ını, Önder’ini, Kitabını, dinini, kimliğini unutan ve vatanına düşman olan çocuklarımız, bu pisliklere bulaşıp, bunların karanlığında kaybolmayacaklar mı ve böyle olmadı mı? Ve kaybolan çocuklarımız, şeytanın hizmetine girmeyecekler mi ve girmediler mi? Ki zaten, sen, hakikatte, ideolojinle, şeytana hizmet etmiyor musun? Unutulmasın ki, dine vurulan her darbe, Siyonizm’e (emperyalizmin, kapitalizmin, liberalizmin, anarşizmin, faşizmin, komünizmin, sosyalizmin, kemalizmin, demokrasizmin, pozitivizmin vs. tüm ideolojilerin babasıdır.) can suyudur. Çünkü Siyonizm denilen ayrık otu, ancak İslam Bahçesinde boy veremez. Dinin olmadığı ortamlarda boy verir, tüm yalancı ideolojiler. Çünkü yalan, hakikatin hâkim olduğu dünyada yaşayamaz. Uyuşturucu kullanan, kumar ve fuhuş müptelası, faizle hayat süren bir genci, bu pisliklerden ne kurtarabilir? Vallahi, billahi, tallahi İslam’dan başka hiçbir şey kurtaramaz. Demek ki neymiş? İslam gönülden çıktığı zaman, o gönül pisliklerin yuvası haline gelirmiş. Öyleyse sen İslam’a düşman olmakla, İslam’a düşman olanlara hayat bahşediyorsun ve köleler yaratıyorsun. Şimdi söyleyin lütfen, hem Siyonizm’i yok etmeye çalışacaksın, hem de Siyonizm’i besleyeceksin, bu ne iştir bebeğim, nasıl bir paradokstur? Ahmak değiliz, alık değiliz, her şey meydanda. Küresel şeytani kompradorların, baronlar nasıl ve nereden beslendiklerini, can bulduklarını iyi kötü biliyoruz. Kafamızı kuma gömmenin ve kendi kendimizi aldatmanın âlemi yok yani. Celladını kendi ellerinle besliyor, geliştiriyor, büyütüyor ve egemen kılıyorsun, sonra bağırıyorsun bizi şeytanlar sömürüyor diye. Namusluysan, önce şeytanların atardamarlarını kes ve kesilmesi için mücadele et. Böyle yaparsan bataklık kurur ve sinek kalmaz. Hem aldanıyor hem de aldatıyorsunuz. Sonra da güya adalet istediğiniz, adalet düşmanlarıyla mücadele ettiğinizi söylüyorsunuz. Tabi insanlar yerseler!

Söylenenler komplo teorisi olarak telakki edenler olabilir ama gerçeklerden başka söylediğimiz bir şey yoktur. Zira söylediklerimizin hepsi gözlemlenebilen, hissedilebilen, düşünülebilen şeylerdir. Yaşadığımız dünya hayatının katı ve sert gerçekleridir. Şu olabilir, hayat yalanlıyorsa söylediklerimizi, eyvallah çekmek boynumuzun borcudur. Ki gerçeklere komplo yaftası yapıştıranlar, ne yaptıklarını çok iyi bilmektedirler ve kasten buna yeltenmektedirler. Zira gerçekler, komplo yakıştırmaları ile pasifize edilsin ki, derin tezgâhlar, oyunlar sezilmesin ve herkes olağan yaşamına devam etsin istenmektedir. Tabi olağan yaşam da kahir ekseriyetle şeytanilere hizmetle yüklü bir yaşamdır. Eğlenceye dal, dizi manyağı ol, kumar oyna, faizle oyalan, fuhuş bataklığında yüz, uyuş ve uyuştur. Bu yaşamın nasıl bir yaşam olduğu v arka planda nereye hizmet etiği âlemin malumudur. Zaten normal aklın zorlandığı şeylerle ilgilidir komplo denilen şey ve buna inanmayanda bunun bir parçasıdır ama farkında değildir. Varoluş serüveninde ilk komplocu özelliğine sahip olan, şeytandır. Yani mevzu insanlığın varoluşuyla mevzu olma özelliği kesbetmiştir. İlk insan atamıza yasak meyveyi nasılda yedirdiğini hatırlayalım lütfen. Şeytanın, ruy-i zeminde ki müşahhaslaşmış hali olan Siyonizm de ve Siyonizm’in evlat dindiği tüm çocukları da, bu yöntemle âleme niza vermeye yeltenmektedir. Aklın almadıklarına komplo yakıştırması yapıp geçenler, mütemadiyen aldanmaya mahkûmdurlar. Biz, komploların bir parçası olmayacağız. Çünkü böyle bir şeyin geçek olduğunu biliyoruz. Ki zaten Yücelerden de uyarılmakta değil miyiz bu konuda? İnkârcıların komplolarından bizi haberdar etmekte değil midir Rabbimiz? İnkârcıların nasılda yalancı ve riyakâr olduklarından, inananlara karşı nasılda tuzak kurduklarından ve tuzaklarını nasıl hayata geçirmek istediklerinden bahsedilmiyor mu Kitapta? Ne hayat kusabilir, ne de insanoğlu yalanlayabilir komplo hakikatini. Evet, mübalağa yapmamak iktiza eder ama teenni de insanı düşmekten kurtarır. Lütfen, Kitaptan, Al-i İmran Suresi 118–119–120. Ayetleri tertil ile okuyunuz, her harfini iyi anlayınız. Sömürüyü yok edecek, sömürücü güçlere gem vuracak yegâne kuvvet; İSLAM KUVVETİ’dir. Kur’an ve Hadis bütünlüğü ile ifade ettiğimiz İSLAM. Beşeri zihniyetlerin uydurdukları ve toplumu uyuttukları İSLAM değil. Ali Şeriati’nin, Nurettin Topçu’nun, Cemil Meriç’in, İsmet Özel’in, Muhammed İkbal’in, Sezai Karakoç’un, Nuri Pakdil’in, Seyyid Kutup’un, Mevdudi’nin, Hasan el Benna’nın, Malik Bin Nebi’nin vs. nice yüreği ve beyni açık olan haysiyetli mütefekkirlerin anladığı İSLAM. Temiz ve adil bir toplumun yegâne garantisidir İSLAM.  İslam yani teslim olmadığınız, Yüce Öndere (sav) mutlak olarak tabi olup, izinden gitmediğiniz, Kur’an’ı kati surette rehber bilmediğiniz zaman, mezellet ve meskenet içinde yaşamaya mahkûmsunuz. Teriniz, kanınız, yaşınız emilecektir ve sizin yapabileceğiniz hiçbir şey olmayacaktır. Şeytanların hadimleri, köleleri olmak zorunda kalacaksınız. Siyonizm şeytanı dünyayı cehenneme çevirmeye devam edecektir. Burada bir ince detay var; kimsenin İslam’ı yaşamaması seni ırgalamamalı ve sen layığı ile yaşamaya bakmalısın. Evet, ruhun azap duyar ve acısını sende çekersin ama hesaba da yalnız çekileceksin naparsın. Ve yine, hiçbir koşulda ve zamanda, İslam’ı asla müntesipleri yani Müslümanlar ile değerlendirmeye tabi tutmayacaksın, tutmamalısın, ki zaten tutamazsın da.  Ama Müslümanları, İslam’a vurabilirsin ve kalitelerini görebilirsin. İslam’ın kalitesini Müslüman değil, Müslümanın kalitesini İslam gösterir. Beşerin yaşadığı hayat, asla İslam’ı tartacak ölçü olamaz, bu zaten terbiyesizliktir, haddi aşmaktır. Ama Yüce İslam’ın yasalarıyla Müslümanları taratabilir ve kaç okka olduklarını görebilirsin. Zira her insanteki, gerek insan olması hasebiyle, gerekse de Müslüman olması yönüyle ilk evvelde kendinden sorumludur. Tüm inkârcıların, beyinsiz müşriklerin, alçak münafıkların, hakikati tersyüz eden kâfirlerin, pespaye ve müptezel düzenlerinin mutlak ve yegâne alternatifi; İSLAM’dır. Aksi ne olursa olsun, mutlak ve muhakkak olarak yalandır.

 

 

Allah, evreni var ediyor. Canlılar ve cansızlar âlemini var ediyor. Ol sözü ile var olan her şey öl sözünü bekliyor. İnsanlık Önderleri seçiliyor. Onlara kitap veriliyor. O kitaplar ilahi yasaları tazammum ediyor. Ölçü indiriliyor. Yeryüzünde adil bir düzenin tesisi isteniyor. Ve tüm Önderler mutlak ve kesin kanıtlarla geliyorlar. Hadid Suresi 25. Ayete bakınız lütfen. Biz insanız. Evet, akıl, irade, ihtiyar, gönül verilmiş ama evrende her nevi veriyle lebalep. İnsan, karanlık ve kirli bir dünyaya doğuyor. Şimdi biz istikametimizi nasıl tayin edeceğiz? Hakikatle yalanı nasıl tefrik edeceğiz? Elbette bunun bir kıstası olmalı değil mi? İşte biz, biz bildirilen vahiyle kendimizi de, dünyayı da inşa edeceğiz ve hakikatle yalanı tefrik edeceğiz. Allah, peygamber diyor mu? Kitaptan söz ediyor mu? Ölçüden haberdar ediyor mu? Kesin kanıt diye bir söz ediyor mu? Tüm sorulara evet cevabı vermek aklın icabı. Hayali bir durumda söz etmiyoruz. Mesele de inanıp inanmamanız değil. Yani söylediklerimiz hakikat mi ve sarahaten gözümüzün önünde mi? Ortada bir bilgi mevcut. Artık akledip, kabul ya da ret etmek bizim kendimize bağlı. Artık ya bilerek ittihaz edeceksiniz ya da bilerek reddedeceksiniz. Çünkü örtülü, gizli, bilinemez, sezilemez, görülemez, karmaşık değil hiçbir şey. Şimdi sadede gelelim; bu ayetten, insanların sahiplenme duygularını iptal edin ve onların emekleriyle elde ettiklerini devlete devredin diye bir mana çıkarabilir misiniz? Ya da insanlar birkaç tane kompradora çalışmak zorundadır diye bir mana çıkarabilir misiniz? Veyahut peygamberlerin, insanları mutlak olarak eşitlemeleri için gönderildiği gibi bir mana çıkarabilir misiniz? Kafanızı kayalara çarpsanız da bu ayetten bu çıkarımlara ulaşmak zordur bebeğim!  Kur’an’ın her harfini tertil ile okuyarak üzerinde derin tefekkürlere dalsanız da, hiçbir ayetten yola çıkarak bu çıkarımlara asla ve kata ulaşamazsınız. Eğer bulduğunuza inanıyorsanız da, bir de bunun yanında hala yoksul olgusunun varlığına inanıyorsanız, kusura bakmayın ama saçmalıyorsunuzdur. Her iddia bir ispatla kuvvetlendirilmelidir bebeğim! Çürük tezlerle sağlam bir toplum inşa edemezsiniz. Toplumu parçalarsınız ama birleştiremezsiniz. Şöyle düşünelim; insanları mülkte mutlak olarak eşitlerseniz, toplumda yoksulluk diye bir mesele ve yoksul bir kişi olur mu? Hülasa; mutlak eşitlik, yoksulluğun ilgası anlamına gelir. Ama ne gariptir ki, hem Kur’an’da hem de Hadislerde yoksulluk mevhumu geçmektedir ve yoksulların hem dar-ı dünya da hem de dar-ı ahirette olacağından söz edilmektedir. Peki, Vahiy de, nasıl olurda böyle bir paradoks olabilir sümmehâşâ? Ya mutlak eşitlik olmalı yoksulluk olmamalı ya da yoksulluk varsa mutlak eşitlik muhaldir. Hayır, yani, bu akıl nereye uçar ki de akılsızlık girdabında debelenir dururuz? Kesin kanıtlara aklımıza ve gönlümüze bunu bildiriyor. Ki bir de ölçü diye bir şey var yani. Önderimizin (sav) Ebuzer’e yalnızlıkla ilgili söylediklerini bilmeyenimiz yoktur herhalde. Ebuzer yoksuldu ve hayatı yalnızlıktan ibaretti ve öylece sonsuzluğa irtihal eyledi. Peki, madem mutlak eşitlik vardır ve ayetler bunu söylüyordu, Önderimiz (sav) üstelikte Ebuzer’i bildiği halde niçin böyle bir şeyi yapmadı, yapılması yönünde girişimde bulunmadı? Ki Önderimizin (sav) hayatı baştan sona Vahiydir, çünkü o Vahiyle kuşanmıştır. Boş söz etmez, böyle bir tahayyül bile müptezelliktir. Önderimizin (sav) Ebuzer’e söylemiş oldukları söz üzerinde ne kadar tefekkür edilse azdır. Ne mezkûr düzenlerin tesisi kabildir ne de insanlığa gönderilen hiçbir Önder mezkûr düzenlerin tesisi için gönderilmiştir. Önderin (sav) izinde, Kitabın rehberliğinde, ölçüyü koruyarak, Ahlak ve Adalet Devletini tesis etmektir bizim görevimiz. Allah, yeryüzünün egemenliğini mustazaflara vaat ediyor, öyleyse görev bize düşüyor. Vahiy temelinde bir bilinç inşa etmek, vahiyle kuşanmak, vakitle buluşmak ve yeryüzünde sarsıcı ve tüm insanlığı kuşatıcı, aydınlatıcı bir devrim meşalesi yakmak iktiza ediyor. Hakikat olan budur, olması iktiza eden budur. Gerisi angaryadır. Aksi, insanlığı yanıltmak, aldatmak ve sonu belirsiz serüvenlere sürüklemek olur. Varlığın, varolması kabil olmayanlar uğruna heba dilmesi olur. Zaten yalan hep hoş gelir insanlığa ama boştu. Hakikat ise acı gelir, çünkü ağırdır. Kitap yani aziz, ekmel ve yüce Kur’an yani varlık evini kuran, her bir ayetinde adaleti, tefekkürü, ahlakı, ölçüyü emreder. Ki, adalet ve ahlak varlığın canıdır, özüdür, supabıdır. Adalet bir anlamda ölçü demektir. Ki yerler ve göklerde bir ölçüyle durmakta değil midir? Nefsimize ağır gelse de, arzularımızı ve zevklerimizi zehirlese de hakikate ram olmak mecburiyetindeyiz. Çünkü bizleri kurtuluşa erdirecek olan yegâne şey; hakikattir yani Vahiy’dir. Mutlak olan her şey Allah’ın yanındadır. Kullar için mutlaklık söz konusu olamaz. Binaenaleyh, mezkûr zihniyetlerin tümü çürüktür ve insan fıtratına mugayirdir, münafidir.  İnsani ve İslami sorumluluklarımız, bizim hakikatlerden sapmamamızı iktiza etmektedir. Tatlı düşlere dalarız, kendimizi olmayacak ideallere adarız, şehvetin tuzaklarına kanarız, bizi karanlığa çağıran tağutlara aldanırız, hakikati haykıranlara kızarız ama çaresiziz be bebeğim! Görmemezlikten, duymamazlıktan, düşünmemezlikten, hissetmemezlikten gelemezsin naparsın!

 

 

Allah, göndermiş olduğu vahiylerle; sahip olduğu servet sanki kendisininmiş gibi şımaran ve haddini aşanları, sahip oldukları şeyler yüzünden heves ve hevalarına uyup sapıtanları, servet iddihar edip bununla övünenleri ve kazandıklarını paylaşmayanları, yoksulu ve yetimi doyurmamayı bırakın birde itip kakanları, elde ettikleri serveti güce dönüştürüp ve bir de bu güçle toplum üzerinde egemenlik kurmaya çalışıp kendini tanrı olarak görenleri ve şirk koşanları, uyarmış, tehdit etmiş ve lanetlemiştir. Kur’an, uyarıcı ve öğüt verici bir kitaptır, akledenler için. Peygamber de vahiy ekseninde vazifesini ifa etmiştir. Çünkü O, münhasıran güzel sözle tebliğ edici ve bir uyarıcıdır. Zorlayıcı ve bu yolla imana erdirici değildir. Hidayet Allah’tandır çünkü. Altına, gümüşe, servete ve güce tapanları ve kendilerini tanrılaştıranları lanetlemekle, nesneleri lanetlemek çok ayrı şeylerdir. Nesneler cansız birer maddedirler. Onlara anlam katan şey, insanlar tarafından kullanılmalarıdır. Onları iyi yönde de, kötü yönde de istimal etmek insanın iradesi dâhilindedir. Öyleyse suçlu nesne değil, insandır. Ama bizler sanki nesneler suçluymuş gibi bir algıyla hareket edip, olayları farklı yönlere çekiyoruz ve bir de insanları aldatıyoruz. Binaenaleyh, Allah’ın laneti, sapıklığa ve şirke bulaşan kişiler içindir, nesnenler için değil. Parayı güzel şeyler için kullanırsan güzellik, kötü şeyler için kullanırsan kötülük doğar. Kullanan kimdir? İnsan. Para, altın ya da gümüş, durduk yerde kötülük yapacak değildirler herhalde. Lanetlenenlerin ve nihayet helak olanların tümü de, önce isteyip, sonra da elde ettiklerini, kendi akıllarına ve güçlerine hamletmeleri ve bu yüzden dilediklerince tasarruf yetkisine sahip oldukları iddiasında bulunmalarıdır. Karun’un sonunu getiren sahip oldukları değil, sahip oldukları üzerinden kendini müstağni görmesi ve haddini aşmasıdır. Sorun olgularda değil algılardadır. Çünkü olgu etkisizdir, o olguya verilen tepkidir sorunun kaynağı. Algılar, insanı tuğyana sevk edince arıza hâsıl olur. İnsanı müstekbirleştiren, muannidleştiren, müstebitleştiren, sapkınlığa sevk eden şey sahip olduklarının, ruhunda ve beyninde doğurduğu algılardır. Tabi bu algının da, insanın, yüreğine ve beynine hükmeden düşünceyle ilintisi vardır. Dünya malı bazen insanın gözünü, gönlünü, beynini döndürür ve sarhoş eder. Bu da insanın kendini müstağni görmesine sebep olabilir. İşte tehlike burada başlar. Kendini müstağni gören, sapıtır. Yanlış bakış, yanlış görüş ve yanlış algıdır işin kökeni. Hakikatli ve tümcü bakış, görüş ve algı, insanın istikamet üzeri olmasını, kendini ve haddini bilmesini sağlar. Ve Allah, haddini bilenleri sever. Bakışımız bozuktur, sakattır. Ve biz bakışımızı düzeltmek ve bu bakış ekseninde yeni bir hayat inşa etmek zorundayız. Bu da ancak insanı ve insanın varlık evini kuran, Kur’an ile kabildir. Allah, çalış ve kazan demiştir. Ama kazandığınla şımarma, kazandıklarında payı olanları unutma ve kazandıkların yüzünden Beni unutup kendini müstağni görme demiştir. İnsan, istiyor ki, ben keyfimce çalışayım, kimse hiçbir şeye sahip olmasın, her şey devletin olsun ve devlet beni doyursun, gerektiğinde tembellikte yapabileyim. Ama böyle olmuyor be bebeğim! Zorlasan da olmuyor. Olacak olanlar da olmuyor bu sefer. Çünkü insanoğlu yanlış bir algı sonucunda yanlış idealler peşinde koşturuyor ve gerçekleşebilecek ideallerde güme gidiyor böylece. Böyle bir zihniyet, atalete, atıllığa, emek gaspına ve adaletsizliğe yol açıyor. Böyle bir düzen yok yeryüzünde ve olmayacakta. İnsan nefsi belki olsun istiyor, olmazsa zorla oldurulsun istiyor ama bu her şeye aykırı be bebeğim! Var olduğu ya da var olabileceği sanrısı, insanların aldanmasını ve gönlünü bir hülya peşinde sürüklemesini doğurur ki, işte gerçek zulüm budur. İnsan bu serap peşinde koştukça kapitalizm kazanmaktadır. Çünkü kapitalizm zekidir, böyle bir şeyin olmasının kabil olmadığını bilmektedir ve insanları bu serap peşinde koşturan ideolojileri zımnen desteklemektedir. Ki, zaten, bu ideolojilerde arka planda kapitalizme çalışmaktadırlar, insanları hakiki adaleti getirici İslam’dan uzaklaştırarak. Normal şartlarda çalışmayan, asalak, tembel, baba parsının faiziyle yaşayan birini gördük mü çıldırırız değil mi? Peki niçin böyle bir yaşamı tevlit edecek şeylerin peşinden koşarız? İnsanoğlu, ne de cahil, nankör ve zalimdir!

 

 

Tabiat yaratılmış ve muhtelif nimetlerle donatılmış. Kim için? İnsan için. Kim bunları yapan? Allah. Tabiat ve insan için, tesadüfün ya da maddenin eseridir diyebilirsiniz velakin saçmalamış olursunuz. Akıl diye bir şey varsa, böyle bir iddia akla ihanettir. Tabiat, bir fabrika misalidir. Ortak bir fabrika. Herkes orada kendi yeteneğine ve gücüne göre üretir ve ürettiklerini trampa eder. Böylece zincirleme şekilde herkes ihtiyaçlarını temin eder, birbirlerinin üzerinden. İnsan tabiata egemendir. Tabiat üzerinde çalışan, iş yapar ve üreten başka bir varlık yoktur. Tabiat aracılığı ile varoluşunu gerçekleştirir, kendini ispat eder. Sahipliği muvakkattir.  Hürriyeti sonsuz değildir. Bu yönler, varoluşunu etkiler mi? Evet. Sahip olamayan, kendini tüm benliği ile işe veremez. İnsan, bir toplum içine doğmuştur yani doğuştan toplumsal bir varlıktır. Bu yüzden kendine karşı sorumluğu olduğu kadar, topluma da sorumludur. İnsan ürettikleriyle toplumu etkiler ve değiştirir, değişen toplum insana etki eder ve insanı değiştirir. İnsan her yerde yine kendisi tarafından tesis olunan bir sistem içinde yaşar. Her sistem, muayyen kanunlara ve kurallara merbuttur. O kanun ve kurallar sistemin rengini belirler. İnsan, istese de istemese de o sistemin işleyiş mekanizmasına tabidir. Bu demek değildir ki, her insan o sistemi onaylamıştır. Mevcut sistem kahir ekseriyetin onayladığı bir sistemdir ve o sistem de, o sistemi onaylayanlar daha hürdürler. Ve sistem, onay aldığı insanların arzuları yönünde bir işleyişe tabidir. Tabi bir yönüyle böyle bir mekanizmanın varlığı demokrasi melanetinin marifetidir. Bu bitevi böyle olmuş ve böyle olacak gibi görünüyor. Ta ki insan hakikaten özüne dönesiye kadar. Sistemin insan fıtratına mugayir olması, insanın ona uymayacağı anlamına gelmiyor tabi. Uymak zorunda kalıyor. Ama bu arada o sistem için metazori yaşarken, yine o sistemi yeniden dizayn etmekte iradesi dâhilindedir. Hayattan öğrendiklerimizdir bu dünyevi katı gerçekler. Mutlak idealizm insanı harap eder. Mütemadi yanlışların, kör ve sağır bakış ve duyuşların, kesin inancın, sığ, dar ve kuru mantalitenin esiri kılar. Mutlak realizm de aynı sonuçları tevlit eder. Çünkü düşünce de mutlaklık olmaz. İnsan çelişik ve kaotik bir canlıdır. Temiz doğduğu dünyada kirlenir zamanla. Ölçü ve denge, saadetin, huzurun ve necatın kaynağıdır. Her sistem, hayatın tümünü ilgilendiren umdeler icat eder. Ekonomi, hukuk, emniyet ve ordu hatta din. İnsan katı gerçekler içinden süzülerek beyninde ve ruhunda taşıdığı ideallere doğru ilerler. Binaenaleyh, gerçekler ıskalanamaz. Iskalayan kaybeder.

 

 

Toplumla ilintili olan her sistemin bir ekonomik boyutu olduğu hakikattir. Çünkü insanlar bir yerde ekonomiktirler. Ekonomi iştir, üretimdir. İnsan ise, işidir, üretimidir. Ekonomik yapı, bireysel ve toplumsal boyutu olan çift yönlü bir düzenektir. Bireyi ilgilendiren tarafı insanteklerini ilgilendiren yöndür. Toplumu ilgilendiren tarafı da hem bireyleri hem de devleti ilgilendiren yönüdür. Dünya üzerinde kaynaklar azdır. Ama buna mukabil insanın ihtiyaçları ya da daha dorusu arzuları sınırsızdır. Çünkü insan her şeye ihtiyacı olduğunu sanan ve nefis sahibi bir varlıktır. Yeryüzünde ki insan sayısı ise milyarlarla ifade edilmektedir. Dolayısıyla böyle bir evrende hiçbir insanteki ferdi olarak sınırsız zenginlik peşinde koşamaz ve elde ettiklerini dilediğince tasarruf yoluna gidemez, buna hakkı yoktur. İslam’da reddeder bunu. Zengin kişi ne kadar harcarsa, maldan yana yoksul olan o kadar açtır sözü Hz. Ali’ye aittir. Sahip olduğu her şey insana tevdi edilen şeylerdir. Öyleyse bu telakki istikametinde eyleme yönelmeli ve sahiplendiklerini paylaşmalıdır. Her bir insan, millet olarak zenginleşmeyi ve kuvvetlenmeyi hedeflemelidir. Hem kazandığı tabiata dönüşümde bulunmalı, hem ferdi ihtiyaçlarını gidermeli hem de yoksullarla paylaşmalıdır. Hiçbir zengin kendi mülkünden zenginlik üretmemekte değildir. Mülk özünde ortaktır. Çünkü mülk Allah’ındır yani tüm insanlarındır. Öyleyse, doğrudan, zenginlerin mülkünde yoksuların behresi vardır. Yoksula lütufta bulunmak değildir bu, hakkını teslim etmektir. Eğer teslim etmiyorsa, devlet bu hakkı icabında metazori almak ve teslim etmek zorundadır. Ferdi zenginleşme tehlikelidir. Terörü, anarşiyi, kaosu tevlit eder. Zenginleşme, milletçe olursa huzuru, mutluluğu, dengeli yaşamı ve toplu şenliği tevlit eder. Ayrıca, ferdi zenginleme, sapkınlığa, dalalete, sefalete, esarete sebep olabilir, hatta olur. Milletçe zenginleşme ise, barışın sübabıdır. Yüce İslam Dini’nin talebi de budur şahsi kanaatimce.

 

 

Tefekkür edelim şöyle bir; hayatta en önemli şey nedir? Sağlık diyeceksiniz kuvvetle muhtemel. Elbet başka şeylerde vardır ama sağlık başta geliyor sanki. Çünkü sağlık olmadığı zaman, olan her şey değersiz kalıyor ya da anlamını kaybediyor. Zira bir dilim ekmeğin bile tadı olmaz, sağlık olmadığı zaman. Tat alamıyorsan da, yaşam bir anda soğuklaşıverir. Çünkü sağlıklı isen, yaşamanın bir lezzeti, tadı, anlamı olur. Peki, sağlıksız insanlardan, sağlam ya da sağlıklı bir toplum oluşur mu?  Sağlıklı olmak, nasıl kabil olabilir? Dengeli ve ölçülü beslenme ile. Yeterli derecede ya da hiç beslenmeyen bir insan sağlıklı olabilir mi? Her canlı muhakkak beslenir. İnsanın, ilk besini, anne sütüdür. Doğar doğmaz beslenmeye başlar yani ve beslenerek yaşar. Peki, besinlere nasıl ulaşırız? Tabiat tavassutu ile değil mi? Peki, tabiat kimin eseridir? Allah’ın. Binaenaleyh, tabiat üzerinde, mutlak hâkimiyet kurma yoluyla, rızk kaynakları sınırlandırılamaz ve tabiat, kişilerin ya da zümrelerin inhisarına terkedilemez. Rızkın membaını kendi monopolüne geçirerek, insanlar, zümrelerin ya da kişilerin inisiyatifine bırakılamaz, terkedilemez. Tabiat ortaktır ve herkes orada pay sahibidir ve her bir insanoğlu, payına düşene, hiçbir kayıt olmadan ulaşabilmelidir. Çalışmayan üretemez, üretmeyen de trampa yapacak bir şeye sahip olamaz, nihayetinde de aç kalır ve bundan da hiç kimse sorumlu olmaz. Fakat gerçekten çalışamayacak durumda olan insanlar bulunabilir toplumda. Bunlarında, çalışıp, kazananların mallarında hakları vardır ve hak, sahibine ulaştırılmalıdır. Kendisi tavassutu ile mülke ulaştığın tabiat, Allah’ındır. Bu hak, ya gönüllü teslim edilir ya da devlet mekanizması devreye girmek zorundadır.  Hayat hakkı doğuşla verilmiştir insana ve hiçbir kimse bu hakkı iptal edemez. Hiçbir kişi ya da zümre, diğer kişilerin, yaşam sebeplerini inhisarlarına da alamazlar, ilga da edemezler. Hatta başkalarının yaşamlarını, başkaları, kendi belirleyiciliklerine de mahkûm edemezler. Yaratan Allah, yarattığı hiçbir kulunu, istediği zaman açlığa mahkûm edebilecek şekilde ya da beslenme kaynaklarını ele geçirme yoluyla kendisine köle kılabileceği şekilde, başka bir kulunun merhametine, inisiyatifine terk etmez ve etmemiştir de.  Allah’ın mutlak yasasıdır, öğüdüdür, uyarısıdır bu. Öyleyse şöyle bir çıkarıma ulaşmak kabildir. Bireyin yok edilmediği, yok sayılmadığı bir toplumsallık yani kolektivizm, birlikte, bütünlük ve barış içinde yaşamanın sübabıdır. Ama bireyin yok edilmesi, devlet mekanizması dâhilinde, maddi bir nesne konumuna indirgenip, o mekanizma içinde eritilmesi felaketlerin en büyüğüdür. Yani komünizm, bir yerde, insanlığın düşmanı ve celladıdır. Toplumun menfaatleri, bireysel menfaatlerden şüphesiz ki daha önemlidir ama bu durum bireyin topluma feda edilmesi anlamına da gelmez. Birey varsa toplum vardır, toplum yaşarsa birey yaşar. Hülasa, hayatın hangi yönüne bakarsanız bakınız,  fevkalade ve aliyyülâlâ bir dengenin olduğunu ihsas ve müşahede edersiniz.  Çünkü büyük varlık evi olan evrende, küçük varlık evi olan insanda, denge üzerinde halk edilmiştir. Varlık âleminde, tek yönlü hiçbir olgu yoktur. Diyalektik bebeğim! Anladınız siz onu. Ama uyandıran, yapılandıran, biçimlendiren, sonuca ulaştıran diyalektik; kuru kavgaların tutsağı kılan ve alıklaştıran diyalektik değil. İnsanın, alın teri akıtarak elde ettiği şeyin sahibi olabileceğini defaten ifade ettik. Bu sahiplik, sahip olduğu şeye kulluğu tevlit etmemelidir yani gerçekten sahip olmalıdır, kendi sahibi kılmamalıdır. İnsan kazanır ve kazandığını paylaştıkça çoğalır ve çoğaltır. Varlık, sahip olunanlara adanmamalıdır. Sahip oldukların, sana, varlığını iade edemezler sonra. Kendini, sahip olduklarına göre konumlandıranlar, gün gelir sahip oldukları ellerinden çıkarsa, bir hiç olurlar. Sürekli yığıp duran, ansızın yığılıp kalırsa, yığıp durdukları, hiçbir şey yapamaz ona. İnsan, ne zaman üstündekine, ne zaman altındakine bakacağını çok iyi bilmelidir. Bu bakış, insanın yaşam çizgisi için sonsuz öneme sahiptir. Kazanmak ve çok şeye sahip olmak, kibri doğurabilir ama bilinmelidir ki, Allah kibirlenenleri asla sevmez. Hele bir de, Kendisi’nin bahşettiği nimetlerle kibirlenmeyi sevmediği gibi affetmez de. İnsanlık tarihini iyi okumak, tetkik etmek iktiza ediyor. İnsan, dünyaya, sahip olmaya gelmediğini idrak etmelidir ve çizgisini de ona göre belirlemelidir. Bu evrende niçin varız öyleyse; şahit olmak için, şehit olmak için.  İnsanlık Önderleri niçin gönderilmişlerdir? İnsanlık ailesine şahit olmak için. Büyük mahkeme kurulduğu gün, sen sanık olarak öyle çaresiz dururken, yaşadığın hayatın tam karşında tanık olarak duracaktır. Ömür, bitevi, kazanma peşinde koşman için verilmedi sana ey insan! Ya kulluk vazifen ne olacak? Gövden birgün yorulacak ve düşeceksin ama kulluğun son bulmayacak, peki düştüğün zaman kulluğunu nasıl yapacaksın? İnsan, iki âlem için vardır. Bu dünya için bedeni verilmiştir, öbür dünya için ruhu verilmiştir ama ikisi aynı anda vardır. Öyleyse, aynı anda, ikisi içinde çalışmalıdır. Birini kazanıp diğerini kaybetmek, ölçüyü kaçırmaktır ve ebedi kaybetmektir. Bedenine gösterdiğin özeni, verdiğin değeri, aynı şekilde ruhuna da göstermeli ve vermelisin. Dünya da var olmak için bedene ihtiyaç duyar. Ahirette var olmak için ruh iktiza eder. Yani diğer bir tabirle, beden, gücü temsil eder ve çalışmak için, güce ihtiyaç vardır. Ruh ise, manayı temsil eder ve yücelmek için, manaya ihtiyaç vardır. Bedeni temiz ise, dünyası cennettir. Ruhu temiz ise, ahireti cennettir. Böylece, iki hayati yönde de temiz olur ve iki dünyası da cennet olur. Ten, mukayyettir ve mukayyet olan için vardır. Tin ise, sonsuzdur ve sonsuz olan için vardır. Ölümle nişanlıyız bu dünyada. Birgün sessizce alıp götürecek bizi, kendi evine. Kendini tamamıyla maddeye teslim eden alçalır. Çünkü maddeye mutlak teslimiyet, manadan arınmayı tevlit eder. Ama insanı insan kılanda, sahip olduğu ulvi değerlerdir. Beden maddeyle, ruh ise manayla beslenir. Madde, yere tutsak etmiştir insanı. Ruh ise, sonsuzluğa uçurur insanı. Yer kirlidir, karanlıktır, batıktır. Gök ise, temizdir, aydınlıktır, berraktır. Ten tinsiz, tin tensiz olamaz. Yer göksüz, gök yersiz olmaz. Yağmur olmasa toprak ne olur? Toprak olmasa yağmur niçin yağacak? Maddenin ruhu vardır ey insan! Asla unutma o ruhu. Senden çıkınca senin ölü olacağın bir şeyi nasıl yok sayarsın? Onu yok saymak kendine hakaret ve ihanet etmek değil midir? Aklet ey insan!

Tarih: 01.02.2015 Okunma: 791

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?