Hayatın yalanlayamadığı hakikatleri severim, çünkü hiçbir
insan da yalanlayamaz onu. Geçelim! Silahın ne olduğunu biliyoruz değil mi?
Böyle bir şey var. Zalimlerin varlık supabıdırlar. Zalimler, silahları olmasa
bir hiçtirler. Bitevi üretilmekte midir, silah? Evrende ki devletler
mütemadiyen silahlanmakta mıdırlar? Hem de kullanamayacakları kadar, tabir
caizse kusasıya kadar. Zorbalıkta ve egemenlikte en güçlü olgu nedir diye
sorsalar; elbette silah denir. Peki, Allah aşkına, silah satıcıları kimlerdir?
Silaha akan paralar gerçekte kimin kasasına akmaktadır? Küresel şeytani şer
şebekelerinin kasalarına tabi ki de. Peki, varlıkları silaha dayanan, komünizm,
kapitalizm ve faşizmin, şimdi niçin var oluklarını ya da daha doğru ifadeyle niçin
var edildiklerini ve kime çalıştıklarını anladık mı? Kanla beslenen elbette
silaha sahip olmalıdır ve onu en aktif şekilde kullanmalıdır. Haddizatında
burada ki temel gaye kârda değildir, otokontroldür. Zira dağıtıcı, aynı anda
kontrol edici konumdadır. Çünkü kimin, neyi, ne kadar ve niçin aldığını
bilmektedir. Üstelik zıt kutuplara dair bilgilerdir bunlar yani her iki tarafında
bilgilerine sahip olabilmektedir. Silah alan kimdir, nerede kullanmak için almaktadır
ve silahı nasıl kullanacaktır kendini ele vermektedir. Bu da silah tüccarının
işine gelmektedir tabiatıyla. Tabi, şeytan kazandığına bakar ayrıca, kasalar
kirli ve kanlı parayla lebalep dolmaktadır. İşte burada ince bir püf noktası
daha sadır olmaktadır. Banka. Lanet olasıca kapitalist mabetler. İnsanlığın
kanını emen keneler. Vazifeleri nedir bu bankaların? Savaş ve silah ne
demektir? Devasa borç demektir tabi ki. Peki, bankanın görevi nedir burada?
Borçların muhasebesini ve murakabesini yapmak. Savaş olunca silah devreye
girer, silah devreye girince borçlanma olur. Borç kimedir? Küresel şeytani
baronlara. Peki, bu paralar en üst düzeyde kime kazandırmaktadır? Küresel bazda
işlevsel olan daha büyük bankalara. İşe bakın ki; insanlık ölmekte ve şeytaniler
kazanmaktadırlar. İnsanlık birkaç tane pezevenge çalışıyor anlayacağınız. Silah
tüccarları ve banka baronları. Tabi bunları da murakabe eden en zirvede
baronlar vardır. Siz, şu polis ve asker katledenlerin, halkın malı olan
kaldırım taşlarını sökenlerin, arabaları yakanların kimlere hizmet ettiklerini
sanıyorsunuz? Yüce ülkülere öyle mi!? Cehalet ancak bu kadar yoğun olabilir.
Karanlığın içine düşmeyegör, artık her şey karanlıktır sana ve derler ki sana,
karanlığı aydınlat, sanırsın ki gittiğin yol aydınlıktır ve karanlığa karşı
savaşıyorsun. İşte böyle aldatılır cahil, zalim ve da nankör olan insanoğlu! Silah
satar kazanır, para verir kazanır. Hey dostum! Peki, sen ne kazandın bugüne
kadar? Ölümden, acıdan ve yokluktan başka. Ki borcu kontrolüne geçirmiş olan,
artık her şeyi kontrol edebilecek düzeye gelmiş demektir. Çünkü elini
uzatmışsın, kolunu da kaptırman muhakkaktır. Devletlerin, dolaylı olarak
milletlerin nasıl köleleştirildiğini, şeytaniyet düzenine tutsak edildiğini
görüyorsunuz değil mi? Bahusus, silaha dayalı kanlı örgütlerin nasıl kıskaca
alındıklarını ve nasıl yönetilip, yönlendirildiklerini şimdi daha iyi ihsas
edebiliyoruz eminim. Şöyle yapacaksın, şu hedefi vuracaksın, toplumda kargaşa
çıkaracaksın, katliam yapacaksın, suçlu ve suçsuz ayrımı yapmayacaksın ve
devletlerin kollarını yanlarına düşürüp bize mahkûm kılacaksın. İşte hakikat
budur bebeğim! Şimdi lütfen samimice konuşalım ve yüreklice ifade edelim;
evrende ki savaşan güçler kimlerdir? Faşistler, komünistler, kapitalistler,
yani tümünü kapsama alanına alan ve genel adıyla Darvinist olanlar. Bunlar
insanlığı kurtaracaklar ve adalet getirecekler ha. Gülsek mi, ağlasak mı? Hayat çatışmadır teorisinin derinliklerinde
yatan gerçekte ortaya çıkıyor böylece spontane olarak. Çatışma teorisi, şeytani
bir teoridir ve şeytanları beslemektedir. İnsanların ölümlerinden
kazanmaktadırlar. Ki burada muhtemelen daha önce de bahsetmiş olmamız lazım,
ince ve derin bir hakikat daha hâsıl oluyor; özünde bu ideolojilerin aslında
düşmanmış gibi gözüküp, birbirlerinin çıkarlarına hizmet ettikleri gerçeği.
Burada bir paradoks varmış gibi gelebilir sizlere ama asla böyle bir şey
yoktur. Bilakis, muazzam bir uyum vardır. Ama gözlerden gizlenmektedir. Gözün
varsa, o göz sana ait olsun ve kendin gör gözünle bebeğim!
Evet, Siyonizm’in dini paradır, ameli ise paraya ulaşmak
için yapılan her şeydir. Siyonist Protokollerde, altına hâkim olunuz, çünkü
altın gücün simgesidir der. Yeter ki para gelsin, nasıl geldiği tali meseledir.
Önceki bahsettiğimiz olgular, silah, faiz, her nev’inden zehirli içki, fuhuş,
kumar vs., Siyonizm’in atardamarlarıdırlar. Dünya bazında parayı kontrol
edenler Siyonistlerdir. Para her şeydir Siyonistlere göre. Para için her şeyi
yapacak adamları bulmaktır önemli olan. Ve Siyonizm bunda da başarılıdır. Hasan
el Benna’nın çok güzel bir sözü vardır: ‘’Eğer, siz, emperyalizmi
yüreklerinizden söküp atmazsanız, o sizin topraklarınızı asla kendiliğinden
terk etmez.’’ Aynı şeyi Malik Bin Nebi’de söyler: ‘’Sömürülenler müsait
değillerse, sömürenlerin yapabilecek hiçbir şeyleri yoktur.’’ Aslında olayın
bamteli burasıdır. Çünkü bizler yüreklerimizden ve beyinlerimizden işgal
edildik önce. Bizden din alındı, karşılığında aldığımız ne oldu düşününüz!
Ruhun yoksa, bir devletin olsa kaç yazar! Bizler dünyaya tapar ve dünyada
kaybolursak, dünyaya hükmedenlerin zavallı birer kuklaları oluruz. Şimdi bana
bir tek kişi çıkıpta benim ideolojimin bunlarla ne alakası var demesin. Senin
ideolojin, kadim ve kök değerleri tahrip etmiyor mu? Senin ideolojin, milliyetsiz,
dinsiz, vatansız bir dünya önermiyor mu? Siyonist’in erişmek istediği dünya da
bu değil mi? Senin ideolojin, insanları Allah’tan, Önder’den, Kitap’tan
uzaklaştırmıyor mu? Peki, Allah’ını, Önder’ini, Kitabını, dinini, kimliğini
unutan ve vatanına düşman olan çocuklarımız, bu pisliklere bulaşıp, bunların
karanlığında kaybolmayacaklar mı ve böyle olmadı mı? Ve kaybolan çocuklarımız,
şeytanın hizmetine girmeyecekler mi ve girmediler mi? Ki zaten, sen, hakikatte,
ideolojinle, şeytana hizmet etmiyor musun? Unutulmasın ki, dine vurulan her
darbe, Siyonizm’e (emperyalizmin, kapitalizmin, liberalizmin, anarşizmin,
faşizmin, komünizmin, sosyalizmin, kemalizmin, demokrasizmin, pozitivizmin vs.
tüm ideolojilerin babasıdır.) can suyudur. Çünkü Siyonizm denilen ayrık otu,
ancak İslam Bahçesinde boy veremez. Dinin olmadığı ortamlarda boy verir, tüm
yalancı ideolojiler. Çünkü yalan, hakikatin hâkim olduğu dünyada yaşayamaz. Uyuşturucu
kullanan, kumar ve fuhuş müptelası, faizle hayat süren bir genci, bu pisliklerden
ne kurtarabilir? Vallahi, billahi, tallahi İslam’dan başka hiçbir şey
kurtaramaz. Demek ki neymiş? İslam gönülden çıktığı zaman, o gönül pisliklerin
yuvası haline gelirmiş. Öyleyse sen İslam’a düşman olmakla, İslam’a düşman
olanlara hayat bahşediyorsun ve köleler yaratıyorsun. Şimdi söyleyin lütfen,
hem Siyonizm’i yok etmeye çalışacaksın, hem de Siyonizm’i besleyeceksin, bu ne
iştir bebeğim, nasıl bir paradokstur? Ahmak değiliz, alık değiliz, her şey
meydanda. Küresel şeytani kompradorların, baronlar nasıl ve nereden
beslendiklerini, can bulduklarını iyi kötü biliyoruz. Kafamızı kuma gömmenin ve
kendi kendimizi aldatmanın âlemi yok yani. Celladını kendi ellerinle besliyor,
geliştiriyor, büyütüyor ve egemen kılıyorsun, sonra bağırıyorsun bizi şeytanlar
sömürüyor diye. Namusluysan, önce şeytanların atardamarlarını kes ve kesilmesi
için mücadele et. Böyle yaparsan bataklık kurur ve sinek kalmaz. Hem aldanıyor
hem de aldatıyorsunuz. Sonra da güya adalet istediğiniz, adalet düşmanlarıyla
mücadele ettiğinizi söylüyorsunuz. Tabi insanlar yerseler!
Söylenenler komplo teorisi olarak telakki edenler olabilir
ama gerçeklerden başka söylediğimiz bir şey yoktur. Zira söylediklerimizin
hepsi gözlemlenebilen, hissedilebilen, düşünülebilen şeylerdir. Yaşadığımız
dünya hayatının katı ve sert gerçekleridir. Şu olabilir, hayat yalanlıyorsa
söylediklerimizi, eyvallah çekmek boynumuzun borcudur. Ki gerçeklere komplo
yaftası yapıştıranlar, ne yaptıklarını çok iyi bilmektedirler ve kasten buna
yeltenmektedirler. Zira gerçekler, komplo yakıştırmaları ile pasifize edilsin
ki, derin tezgâhlar, oyunlar sezilmesin ve herkes olağan yaşamına devam etsin
istenmektedir. Tabi olağan yaşam da kahir ekseriyetle şeytanilere hizmetle
yüklü bir yaşamdır. Eğlenceye dal, dizi manyağı ol, kumar oyna, faizle oyalan,
fuhuş bataklığında yüz, uyuş ve uyuştur. Bu yaşamın nasıl bir yaşam olduğu v
arka planda nereye hizmet etiği âlemin malumudur. Zaten normal aklın zorlandığı
şeylerle ilgilidir komplo denilen şey ve buna inanmayanda bunun bir parçasıdır
ama farkında değildir. Varoluş serüveninde ilk komplocu özelliğine sahip olan,
şeytandır. Yani mevzu insanlığın varoluşuyla mevzu olma özelliği kesbetmiştir. İlk
insan atamıza yasak meyveyi nasılda yedirdiğini hatırlayalım lütfen. Şeytanın,
ruy-i zeminde ki müşahhaslaşmış hali olan Siyonizm de ve Siyonizm’in evlat
dindiği tüm çocukları da, bu yöntemle âleme niza vermeye yeltenmektedir. Aklın
almadıklarına komplo yakıştırması yapıp geçenler, mütemadiyen aldanmaya
mahkûmdurlar. Biz, komploların bir parçası olmayacağız. Çünkü böyle bir şeyin
geçek olduğunu biliyoruz. Ki zaten Yücelerden de uyarılmakta değil miyiz bu
konuda? İnkârcıların komplolarından bizi haberdar etmekte değil midir Rabbimiz?
İnkârcıların nasılda yalancı ve riyakâr olduklarından, inananlara karşı nasılda
tuzak kurduklarından ve tuzaklarını nasıl hayata geçirmek istediklerinden
bahsedilmiyor mu Kitapta? Ne hayat kusabilir, ne de insanoğlu yalanlayabilir
komplo hakikatini. Evet, mübalağa yapmamak iktiza eder ama teenni de insanı
düşmekten kurtarır. Lütfen, Kitaptan, Al-i İmran Suresi 118–119–120. Ayetleri
tertil ile okuyunuz, her harfini iyi anlayınız. Sömürüyü yok edecek, sömürücü
güçlere gem vuracak yegâne kuvvet; İSLAM KUVVETİ’dir. Kur’an ve Hadis bütünlüğü
ile ifade ettiğimiz İSLAM. Beşeri zihniyetlerin uydurdukları ve toplumu
uyuttukları İSLAM değil. Ali Şeriati’nin, Nurettin Topçu’nun, Cemil Meriç’in,
İsmet Özel’in, Muhammed İkbal’in, Sezai Karakoç’un, Nuri Pakdil’in, Seyyid
Kutup’un, Mevdudi’nin, Hasan el Benna’nın, Malik Bin Nebi’nin vs. nice yüreği
ve beyni açık olan haysiyetli mütefekkirlerin anladığı İSLAM. Temiz ve adil bir
toplumun yegâne garantisidir İSLAM. İslam
yani teslim olmadığınız, Yüce Öndere (sav) mutlak olarak tabi olup, izinden
gitmediğiniz, Kur’an’ı kati surette rehber bilmediğiniz zaman, mezellet ve
meskenet içinde yaşamaya mahkûmsunuz. Teriniz, kanınız, yaşınız emilecektir ve
sizin yapabileceğiniz hiçbir şey olmayacaktır. Şeytanların hadimleri, köleleri
olmak zorunda kalacaksınız. Siyonizm şeytanı dünyayı cehenneme çevirmeye devam
edecektir. Burada bir ince detay var; kimsenin İslam’ı yaşamaması seni
ırgalamamalı ve sen layığı ile yaşamaya bakmalısın. Evet, ruhun azap duyar ve
acısını sende çekersin ama hesaba da yalnız çekileceksin naparsın. Ve yine,
hiçbir koşulda ve zamanda, İslam’ı asla müntesipleri yani Müslümanlar ile
değerlendirmeye tabi tutmayacaksın, tutmamalısın, ki zaten tutamazsın da. Ama Müslümanları, İslam’a vurabilirsin ve
kalitelerini görebilirsin. İslam’ın kalitesini Müslüman değil, Müslümanın
kalitesini İslam gösterir. Beşerin yaşadığı hayat, asla İslam’ı tartacak ölçü
olamaz, bu zaten terbiyesizliktir, haddi aşmaktır. Ama Yüce İslam’ın
yasalarıyla Müslümanları taratabilir ve kaç okka olduklarını görebilirsin. Zira
her insanteki, gerek insan olması hasebiyle, gerekse de Müslüman olması yönüyle
ilk evvelde kendinden sorumludur. Tüm inkârcıların, beyinsiz müşriklerin, alçak
münafıkların, hakikati tersyüz eden kâfirlerin, pespaye ve müptezel
düzenlerinin mutlak ve yegâne alternatifi; İSLAM’dır. Aksi ne olursa olsun, mutlak
ve muhakkak olarak yalandır.
Allah, evreni var ediyor. Canlılar ve cansızlar âlemini var
ediyor. Ol sözü ile var olan her şey öl sözünü bekliyor. İnsanlık Önderleri
seçiliyor. Onlara kitap veriliyor. O kitaplar ilahi yasaları tazammum ediyor.
Ölçü indiriliyor. Yeryüzünde adil bir düzenin tesisi isteniyor. Ve tüm Önderler
mutlak ve kesin kanıtlarla geliyorlar. Hadid Suresi 25. Ayete bakınız lütfen. Biz
insanız. Evet, akıl, irade, ihtiyar, gönül verilmiş ama evrende her nevi
veriyle lebalep. İnsan, karanlık ve kirli bir dünyaya doğuyor. Şimdi biz
istikametimizi nasıl tayin edeceğiz? Hakikatle yalanı nasıl tefrik edeceğiz?
Elbette bunun bir kıstası olmalı değil mi? İşte biz, biz bildirilen vahiyle
kendimizi de, dünyayı da inşa edeceğiz ve hakikatle yalanı tefrik edeceğiz. Allah,
peygamber diyor mu? Kitaptan söz ediyor mu? Ölçüden haberdar ediyor mu? Kesin
kanıt diye bir söz ediyor mu? Tüm sorulara evet cevabı vermek aklın icabı.
Hayali bir durumda söz etmiyoruz. Mesele de inanıp inanmamanız değil. Yani
söylediklerimiz hakikat mi ve sarahaten gözümüzün önünde mi? Ortada bir bilgi
mevcut. Artık akledip, kabul ya da ret etmek bizim kendimize bağlı. Artık ya
bilerek ittihaz edeceksiniz ya da bilerek reddedeceksiniz. Çünkü örtülü, gizli,
bilinemez, sezilemez, görülemez, karmaşık değil hiçbir şey. Şimdi sadede
gelelim; bu ayetten, insanların sahiplenme duygularını iptal edin ve onların
emekleriyle elde ettiklerini devlete devredin diye bir mana çıkarabilir
misiniz? Ya da insanlar birkaç tane kompradora çalışmak zorundadır diye bir
mana çıkarabilir misiniz? Veyahut peygamberlerin, insanları mutlak olarak
eşitlemeleri için gönderildiği gibi bir mana çıkarabilir misiniz? Kafanızı
kayalara çarpsanız da bu ayetten bu çıkarımlara ulaşmak zordur bebeğim! Kur’an’ın her harfini tertil ile okuyarak
üzerinde derin tefekkürlere dalsanız da, hiçbir ayetten yola çıkarak bu
çıkarımlara asla ve kata ulaşamazsınız. Eğer bulduğunuza inanıyorsanız da, bir
de bunun yanında hala yoksul olgusunun varlığına inanıyorsanız, kusura bakmayın
ama saçmalıyorsunuzdur. Her iddia bir ispatla kuvvetlendirilmelidir bebeğim! Çürük
tezlerle sağlam bir toplum inşa edemezsiniz. Toplumu parçalarsınız ama
birleştiremezsiniz. Şöyle düşünelim; insanları mülkte mutlak olarak
eşitlerseniz, toplumda yoksulluk diye bir mesele ve yoksul bir kişi olur mu?
Hülasa; mutlak eşitlik, yoksulluğun ilgası anlamına gelir. Ama ne gariptir ki,
hem Kur’an’da hem de Hadislerde yoksulluk mevhumu geçmektedir ve yoksulların
hem dar-ı dünya da hem de dar-ı ahirette olacağından söz edilmektedir. Peki,
Vahiy de, nasıl olurda böyle bir paradoks olabilir sümmehâşâ? Ya mutlak eşitlik
olmalı yoksulluk olmamalı ya da yoksulluk varsa mutlak eşitlik muhaldir. Hayır,
yani, bu akıl nereye uçar ki de akılsızlık girdabında debelenir dururuz? Kesin
kanıtlara aklımıza ve gönlümüze bunu bildiriyor. Ki bir de ölçü diye bir şey
var yani. Önderimizin (sav) Ebuzer’e yalnızlıkla ilgili söylediklerini
bilmeyenimiz yoktur herhalde. Ebuzer yoksuldu ve hayatı yalnızlıktan ibaretti
ve öylece sonsuzluğa irtihal eyledi. Peki, madem mutlak eşitlik vardır ve
ayetler bunu söylüyordu, Önderimiz (sav) üstelikte Ebuzer’i bildiği halde niçin
böyle bir şeyi yapmadı, yapılması yönünde girişimde bulunmadı? Ki Önderimizin
(sav) hayatı baştan sona Vahiydir, çünkü o Vahiyle kuşanmıştır. Boş söz etmez,
böyle bir tahayyül bile müptezelliktir. Önderimizin (sav) Ebuzer’e söylemiş
oldukları söz üzerinde ne kadar tefekkür edilse azdır. Ne mezkûr düzenlerin
tesisi kabildir ne de insanlığa gönderilen hiçbir Önder mezkûr düzenlerin
tesisi için gönderilmiştir. Önderin (sav) izinde, Kitabın rehberliğinde, ölçüyü
koruyarak, Ahlak ve Adalet Devletini tesis etmektir bizim görevimiz. Allah,
yeryüzünün egemenliğini mustazaflara vaat ediyor, öyleyse görev bize düşüyor. Vahiy
temelinde bir bilinç inşa etmek, vahiyle kuşanmak, vakitle buluşmak ve yeryüzünde
sarsıcı ve tüm insanlığı kuşatıcı, aydınlatıcı bir devrim meşalesi yakmak
iktiza ediyor. Hakikat olan budur, olması iktiza eden budur. Gerisi angaryadır.
Aksi, insanlığı yanıltmak, aldatmak ve sonu belirsiz serüvenlere sürüklemek
olur. Varlığın, varolması kabil olmayanlar uğruna heba dilmesi olur. Zaten
yalan hep hoş gelir insanlığa ama boştu. Hakikat ise acı gelir, çünkü ağırdır. Kitap
yani aziz, ekmel ve yüce Kur’an yani varlık evini kuran, her bir ayetinde
adaleti, tefekkürü, ahlakı, ölçüyü emreder. Ki, adalet ve ahlak varlığın
canıdır, özüdür, supabıdır. Adalet bir anlamda ölçü demektir. Ki yerler ve
göklerde bir ölçüyle durmakta değil midir? Nefsimize ağır gelse de,
arzularımızı ve zevklerimizi zehirlese de hakikate ram olmak mecburiyetindeyiz.
Çünkü bizleri kurtuluşa erdirecek olan yegâne şey; hakikattir yani Vahiy’dir. Mutlak
olan her şey Allah’ın yanındadır. Kullar için mutlaklık söz konusu olamaz.
Binaenaleyh, mezkûr zihniyetlerin tümü çürüktür ve insan fıtratına mugayirdir,
münafidir. İnsani ve İslami
sorumluluklarımız, bizim hakikatlerden sapmamamızı iktiza etmektedir. Tatlı
düşlere dalarız, kendimizi olmayacak ideallere adarız, şehvetin tuzaklarına
kanarız, bizi karanlığa çağıran tağutlara aldanırız, hakikati haykıranlara
kızarız ama çaresiziz be bebeğim! Görmemezlikten, duymamazlıktan,
düşünmemezlikten, hissetmemezlikten gelemezsin naparsın!
Allah, göndermiş olduğu vahiylerle; sahip olduğu servet
sanki kendisininmiş gibi şımaran ve haddini aşanları, sahip oldukları şeyler
yüzünden heves ve hevalarına uyup sapıtanları, servet iddihar edip bununla
övünenleri ve kazandıklarını paylaşmayanları, yoksulu ve yetimi doyurmamayı
bırakın birde itip kakanları, elde ettikleri serveti güce dönüştürüp ve bir de
bu güçle toplum üzerinde egemenlik kurmaya çalışıp kendini tanrı olarak
görenleri ve şirk koşanları, uyarmış, tehdit etmiş ve lanetlemiştir. Kur’an,
uyarıcı ve öğüt verici bir kitaptır, akledenler için. Peygamber de vahiy
ekseninde vazifesini ifa etmiştir. Çünkü O, münhasıran güzel sözle tebliğ edici
ve bir uyarıcıdır. Zorlayıcı ve bu yolla imana erdirici değildir. Hidayet
Allah’tandır çünkü. Altına, gümüşe, servete ve güce tapanları ve kendilerini
tanrılaştıranları lanetlemekle, nesneleri lanetlemek çok ayrı şeylerdir.
Nesneler cansız birer maddedirler. Onlara anlam katan şey, insanlar tarafından
kullanılmalarıdır. Onları iyi yönde de, kötü yönde de istimal etmek insanın
iradesi dâhilindedir. Öyleyse suçlu nesne değil, insandır. Ama bizler sanki
nesneler suçluymuş gibi bir algıyla hareket edip, olayları farklı yönlere
çekiyoruz ve bir de insanları aldatıyoruz. Binaenaleyh, Allah’ın laneti,
sapıklığa ve şirke bulaşan kişiler içindir, nesnenler için değil. Parayı güzel
şeyler için kullanırsan güzellik, kötü şeyler için kullanırsan kötülük doğar.
Kullanan kimdir? İnsan. Para, altın ya da gümüş, durduk yerde kötülük yapacak
değildirler herhalde. Lanetlenenlerin ve nihayet helak olanların tümü de, önce
isteyip, sonra da elde ettiklerini, kendi akıllarına ve güçlerine hamletmeleri
ve bu yüzden dilediklerince tasarruf yetkisine sahip oldukları iddiasında
bulunmalarıdır. Karun’un sonunu getiren sahip oldukları değil, sahip oldukları
üzerinden kendini müstağni görmesi ve haddini aşmasıdır. Sorun olgularda değil
algılardadır. Çünkü olgu etkisizdir, o olguya verilen tepkidir sorunun kaynağı.
Algılar, insanı tuğyana sevk edince arıza hâsıl olur. İnsanı müstekbirleştiren,
muannidleştiren, müstebitleştiren, sapkınlığa sevk eden şey sahip olduklarının,
ruhunda ve beyninde doğurduğu algılardır. Tabi bu algının da, insanın, yüreğine
ve beynine hükmeden düşünceyle ilintisi vardır. Dünya malı bazen insanın
gözünü, gönlünü, beynini döndürür ve sarhoş eder. Bu da insanın kendini
müstağni görmesine sebep olabilir. İşte tehlike burada başlar. Kendini müstağni
gören, sapıtır. Yanlış bakış, yanlış görüş ve yanlış algıdır işin kökeni.
Hakikatli ve tümcü bakış, görüş ve algı, insanın istikamet üzeri olmasını,
kendini ve haddini bilmesini sağlar. Ve Allah, haddini bilenleri sever.
Bakışımız bozuktur, sakattır. Ve biz bakışımızı düzeltmek ve bu bakış ekseninde
yeni bir hayat inşa etmek zorundayız. Bu da ancak insanı ve insanın varlık
evini kuran, Kur’an ile kabildir. Allah, çalış ve kazan demiştir. Ama
kazandığınla şımarma, kazandıklarında payı olanları unutma ve kazandıkların
yüzünden Beni unutup kendini müstağni görme demiştir. İnsan, istiyor ki, ben
keyfimce çalışayım, kimse hiçbir şeye sahip olmasın, her şey devletin olsun ve
devlet beni doyursun, gerektiğinde tembellikte yapabileyim. Ama böyle olmuyor
be bebeğim! Zorlasan da olmuyor. Olacak olanlar da olmuyor bu sefer. Çünkü
insanoğlu yanlış bir algı sonucunda yanlış idealler peşinde koşturuyor ve
gerçekleşebilecek ideallerde güme gidiyor böylece. Böyle bir zihniyet, atalete,
atıllığa, emek gaspına ve adaletsizliğe yol açıyor. Böyle bir düzen yok
yeryüzünde ve olmayacakta. İnsan nefsi belki olsun istiyor, olmazsa zorla
oldurulsun istiyor ama bu her şeye aykırı be bebeğim! Var olduğu ya da var
olabileceği sanrısı, insanların aldanmasını ve gönlünü bir hülya peşinde
sürüklemesini doğurur ki, işte gerçek zulüm budur. İnsan bu serap peşinde
koştukça kapitalizm kazanmaktadır. Çünkü kapitalizm zekidir, böyle bir şeyin
olmasının kabil olmadığını bilmektedir ve insanları bu serap peşinde koşturan
ideolojileri zımnen desteklemektedir. Ki, zaten, bu ideolojilerde arka planda
kapitalizme çalışmaktadırlar, insanları hakiki adaleti getirici İslam’dan
uzaklaştırarak. Normal şartlarda çalışmayan, asalak, tembel, baba parsının
faiziyle yaşayan birini gördük mü çıldırırız değil mi? Peki niçin böyle bir
yaşamı tevlit edecek şeylerin peşinden koşarız? İnsanoğlu, ne de cahil, nankör
ve zalimdir!
Tabiat yaratılmış ve muhtelif nimetlerle donatılmış. Kim
için? İnsan için. Kim bunları yapan? Allah. Tabiat ve insan için, tesadüfün ya
da maddenin eseridir diyebilirsiniz velakin saçmalamış olursunuz. Akıl diye bir
şey varsa, böyle bir iddia akla ihanettir. Tabiat, bir fabrika misalidir. Ortak
bir fabrika. Herkes orada kendi yeteneğine ve gücüne göre üretir ve ürettiklerini
trampa eder. Böylece zincirleme şekilde herkes ihtiyaçlarını temin eder,
birbirlerinin üzerinden. İnsan tabiata egemendir. Tabiat üzerinde çalışan, iş
yapar ve üreten başka bir varlık yoktur. Tabiat aracılığı ile varoluşunu
gerçekleştirir, kendini ispat eder. Sahipliği muvakkattir. Hürriyeti sonsuz değildir. Bu yönler,
varoluşunu etkiler mi? Evet. Sahip olamayan, kendini tüm benliği ile işe
veremez. İnsan, bir toplum içine doğmuştur yani doğuştan toplumsal bir
varlıktır. Bu yüzden kendine karşı sorumluğu olduğu kadar, topluma da
sorumludur. İnsan ürettikleriyle toplumu etkiler ve değiştirir, değişen toplum
insana etki eder ve insanı değiştirir. İnsan her yerde yine kendisi tarafından
tesis olunan bir sistem içinde yaşar. Her sistem, muayyen kanunlara ve kurallara
merbuttur. O kanun ve kurallar sistemin rengini belirler. İnsan, istese de
istemese de o sistemin işleyiş mekanizmasına tabidir. Bu demek değildir ki, her
insan o sistemi onaylamıştır. Mevcut sistem kahir ekseriyetin onayladığı bir
sistemdir ve o sistem de, o sistemi onaylayanlar daha hürdürler. Ve sistem,
onay aldığı insanların arzuları yönünde bir işleyişe tabidir. Tabi bir yönüyle
böyle bir mekanizmanın varlığı demokrasi melanetinin marifetidir. Bu bitevi
böyle olmuş ve böyle olacak gibi görünüyor. Ta ki insan hakikaten özüne
dönesiye kadar. Sistemin insan fıtratına mugayir olması, insanın ona uymayacağı
anlamına gelmiyor tabi. Uymak zorunda kalıyor. Ama bu arada o sistem için
metazori yaşarken, yine o sistemi yeniden dizayn etmekte iradesi dâhilindedir. Hayattan
öğrendiklerimizdir bu dünyevi katı gerçekler. Mutlak idealizm insanı harap
eder. Mütemadi yanlışların, kör ve sağır bakış ve duyuşların, kesin inancın,
sığ, dar ve kuru mantalitenin esiri kılar. Mutlak realizm de aynı sonuçları
tevlit eder. Çünkü düşünce de mutlaklık olmaz. İnsan çelişik ve kaotik bir
canlıdır. Temiz doğduğu dünyada kirlenir zamanla. Ölçü ve denge, saadetin,
huzurun ve necatın kaynağıdır. Her sistem, hayatın tümünü ilgilendiren umdeler
icat eder. Ekonomi, hukuk, emniyet ve ordu hatta din. İnsan katı gerçekler
içinden süzülerek beyninde ve ruhunda taşıdığı ideallere doğru ilerler. Binaenaleyh,
gerçekler ıskalanamaz. Iskalayan kaybeder.
Toplumla ilintili olan her sistemin bir ekonomik boyutu
olduğu hakikattir. Çünkü insanlar bir yerde ekonomiktirler. Ekonomi iştir,
üretimdir. İnsan ise, işidir, üretimidir. Ekonomik yapı, bireysel ve toplumsal
boyutu olan çift yönlü bir düzenektir. Bireyi ilgilendiren tarafı
insanteklerini ilgilendiren yöndür. Toplumu ilgilendiren tarafı da hem
bireyleri hem de devleti ilgilendiren yönüdür. Dünya üzerinde kaynaklar azdır.
Ama buna mukabil insanın ihtiyaçları ya da daha dorusu arzuları sınırsızdır.
Çünkü insan her şeye ihtiyacı olduğunu sanan ve nefis sahibi bir varlıktır.
Yeryüzünde ki insan sayısı ise milyarlarla ifade edilmektedir. Dolayısıyla
böyle bir evrende hiçbir insanteki ferdi olarak sınırsız zenginlik peşinde
koşamaz ve elde ettiklerini dilediğince tasarruf yoluna gidemez, buna hakkı yoktur.
İslam’da reddeder bunu. Zengin kişi ne kadar harcarsa, maldan yana yoksul olan
o kadar açtır sözü Hz. Ali’ye aittir. Sahip olduğu her şey insana tevdi edilen
şeylerdir. Öyleyse bu telakki istikametinde eyleme yönelmeli ve
sahiplendiklerini paylaşmalıdır. Her bir insan, millet olarak zenginleşmeyi ve
kuvvetlenmeyi hedeflemelidir. Hem kazandığı tabiata dönüşümde bulunmalı, hem
ferdi ihtiyaçlarını gidermeli hem de yoksullarla paylaşmalıdır. Hiçbir zengin
kendi mülkünden zenginlik üretmemekte değildir. Mülk özünde ortaktır. Çünkü
mülk Allah’ındır yani tüm insanlarındır. Öyleyse, doğrudan, zenginlerin
mülkünde yoksuların behresi vardır. Yoksula lütufta bulunmak değildir bu,
hakkını teslim etmektir. Eğer teslim etmiyorsa, devlet bu hakkı icabında
metazori almak ve teslim etmek zorundadır. Ferdi zenginleşme tehlikelidir.
Terörü, anarşiyi, kaosu tevlit eder. Zenginleşme, milletçe olursa huzuru,
mutluluğu, dengeli yaşamı ve toplu şenliği tevlit eder. Ayrıca, ferdi
zenginleme, sapkınlığa, dalalete, sefalete, esarete sebep olabilir, hatta olur.
Milletçe zenginleşme ise, barışın sübabıdır. Yüce İslam Dini’nin talebi de
budur şahsi kanaatimce.
Tefekkür edelim şöyle bir; hayatta en önemli şey nedir?
Sağlık diyeceksiniz kuvvetle muhtemel. Elbet başka şeylerde vardır ama sağlık
başta geliyor sanki. Çünkü sağlık olmadığı zaman, olan her şey değersiz kalıyor
ya da anlamını kaybediyor. Zira bir dilim ekmeğin bile tadı olmaz, sağlık
olmadığı zaman. Tat alamıyorsan da, yaşam bir anda soğuklaşıverir. Çünkü
sağlıklı isen, yaşamanın bir lezzeti, tadı, anlamı olur. Peki, sağlıksız
insanlardan, sağlam ya da sağlıklı bir toplum oluşur mu? Sağlıklı olmak, nasıl kabil olabilir? Dengeli
ve ölçülü beslenme ile. Yeterli derecede ya da hiç beslenmeyen bir insan
sağlıklı olabilir mi? Her canlı muhakkak beslenir. İnsanın, ilk besini, anne
sütüdür. Doğar doğmaz beslenmeye başlar yani ve beslenerek yaşar. Peki,
besinlere nasıl ulaşırız? Tabiat tavassutu ile değil mi? Peki, tabiat kimin
eseridir? Allah’ın. Binaenaleyh, tabiat üzerinde, mutlak hâkimiyet kurma
yoluyla, rızk kaynakları sınırlandırılamaz ve tabiat, kişilerin ya da
zümrelerin inhisarına terkedilemez. Rızkın membaını kendi monopolüne geçirerek,
insanlar, zümrelerin ya da kişilerin inisiyatifine bırakılamaz, terkedilemez.
Tabiat ortaktır ve herkes orada pay sahibidir ve her bir insanoğlu, payına
düşene, hiçbir kayıt olmadan ulaşabilmelidir. Çalışmayan üretemez, üretmeyen de
trampa yapacak bir şeye sahip olamaz, nihayetinde de aç kalır ve bundan da hiç
kimse sorumlu olmaz. Fakat gerçekten çalışamayacak durumda olan insanlar
bulunabilir toplumda. Bunlarında, çalışıp, kazananların mallarında hakları
vardır ve hak, sahibine ulaştırılmalıdır. Kendisi tavassutu ile mülke ulaştığın
tabiat, Allah’ındır. Bu hak, ya gönüllü teslim edilir ya da devlet mekanizması
devreye girmek zorundadır. Hayat hakkı
doğuşla verilmiştir insana ve hiçbir kimse bu hakkı iptal edemez. Hiçbir kişi
ya da zümre, diğer kişilerin, yaşam sebeplerini inhisarlarına da alamazlar,
ilga da edemezler. Hatta başkalarının yaşamlarını, başkaları, kendi
belirleyiciliklerine de mahkûm edemezler. Yaratan Allah, yarattığı hiçbir
kulunu, istediği zaman açlığa mahkûm edebilecek şekilde ya da beslenme
kaynaklarını ele geçirme yoluyla kendisine köle kılabileceği şekilde, başka bir
kulunun merhametine, inisiyatifine terk etmez ve etmemiştir de. Allah’ın mutlak yasasıdır, öğüdüdür,
uyarısıdır bu. Öyleyse şöyle bir çıkarıma ulaşmak kabildir. Bireyin yok
edilmediği, yok sayılmadığı bir toplumsallık yani kolektivizm, birlikte,
bütünlük ve barış içinde yaşamanın sübabıdır. Ama bireyin yok edilmesi, devlet
mekanizması dâhilinde, maddi bir nesne konumuna indirgenip, o mekanizma içinde
eritilmesi felaketlerin en büyüğüdür. Yani komünizm, bir yerde, insanlığın
düşmanı ve celladıdır. Toplumun menfaatleri, bireysel menfaatlerden şüphesiz ki
daha önemlidir ama bu durum bireyin topluma feda edilmesi anlamına da gelmez. Birey
varsa toplum vardır, toplum yaşarsa birey yaşar. Hülasa, hayatın hangi yönüne
bakarsanız bakınız, fevkalade ve
aliyyülâlâ bir dengenin olduğunu ihsas ve müşahede edersiniz. Çünkü büyük varlık evi olan evrende, küçük
varlık evi olan insanda, denge üzerinde halk edilmiştir. Varlık âleminde, tek
yönlü hiçbir olgu yoktur. Diyalektik bebeğim! Anladınız siz onu. Ama uyandıran,
yapılandıran, biçimlendiren, sonuca ulaştıran diyalektik; kuru kavgaların
tutsağı kılan ve alıklaştıran diyalektik değil. İnsanın, alın teri akıtarak
elde ettiği şeyin sahibi olabileceğini defaten ifade ettik. Bu sahiplik, sahip
olduğu şeye kulluğu tevlit etmemelidir yani gerçekten sahip olmalıdır, kendi
sahibi kılmamalıdır. İnsan kazanır ve kazandığını paylaştıkça çoğalır ve
çoğaltır. Varlık, sahip olunanlara adanmamalıdır. Sahip oldukların, sana,
varlığını iade edemezler sonra. Kendini, sahip olduklarına göre konumlandıranlar,
gün gelir sahip oldukları ellerinden çıkarsa, bir hiç olurlar. Sürekli yığıp
duran, ansızın yığılıp kalırsa, yığıp durdukları, hiçbir şey yapamaz ona. İnsan,
ne zaman üstündekine, ne zaman altındakine bakacağını çok iyi bilmelidir. Bu
bakış, insanın yaşam çizgisi için sonsuz öneme sahiptir. Kazanmak ve çok şeye
sahip olmak, kibri doğurabilir ama bilinmelidir ki, Allah kibirlenenleri asla
sevmez. Hele bir de, Kendisi’nin bahşettiği nimetlerle kibirlenmeyi sevmediği
gibi affetmez de. İnsanlık tarihini iyi okumak, tetkik etmek iktiza ediyor.
İnsan, dünyaya, sahip olmaya gelmediğini idrak etmelidir ve çizgisini de ona
göre belirlemelidir. Bu evrende niçin varız öyleyse; şahit olmak için, şehit
olmak için. İnsanlık Önderleri niçin
gönderilmişlerdir? İnsanlık ailesine şahit olmak için. Büyük mahkeme kurulduğu
gün, sen sanık olarak öyle çaresiz dururken, yaşadığın hayatın tam karşında
tanık olarak duracaktır. Ömür, bitevi, kazanma peşinde koşman için verilmedi
sana ey insan! Ya kulluk vazifen ne olacak? Gövden birgün yorulacak ve
düşeceksin ama kulluğun son bulmayacak, peki düştüğün zaman kulluğunu nasıl
yapacaksın? İnsan, iki âlem için vardır. Bu dünya için bedeni verilmiştir, öbür
dünya için ruhu verilmiştir ama ikisi aynı anda vardır. Öyleyse, aynı anda,
ikisi içinde çalışmalıdır. Birini kazanıp diğerini kaybetmek, ölçüyü
kaçırmaktır ve ebedi kaybetmektir. Bedenine gösterdiğin özeni, verdiğin değeri,
aynı şekilde ruhuna da göstermeli ve vermelisin. Dünya da var olmak için bedene
ihtiyaç duyar. Ahirette var olmak için ruh iktiza eder. Yani diğer bir tabirle,
beden, gücü temsil eder ve çalışmak için, güce ihtiyaç vardır. Ruh ise, manayı
temsil eder ve yücelmek için, manaya ihtiyaç vardır. Bedeni temiz ise, dünyası
cennettir. Ruhu temiz ise, ahireti cennettir. Böylece, iki hayati yönde de
temiz olur ve iki dünyası da cennet olur. Ten, mukayyettir ve mukayyet olan
için vardır. Tin ise, sonsuzdur ve sonsuz olan için vardır. Ölümle nişanlıyız
bu dünyada. Birgün sessizce alıp götürecek bizi, kendi evine. Kendini tamamıyla
maddeye teslim eden alçalır. Çünkü maddeye mutlak teslimiyet, manadan arınmayı
tevlit eder. Ama insanı insan kılanda, sahip olduğu ulvi değerlerdir. Beden
maddeyle, ruh ise manayla beslenir. Madde, yere tutsak etmiştir insanı. Ruh
ise, sonsuzluğa uçurur insanı. Yer kirlidir, karanlıktır, batıktır. Gök ise,
temizdir, aydınlıktır, berraktır. Ten tinsiz, tin tensiz olamaz. Yer göksüz,
gök yersiz olmaz. Yağmur olmasa toprak ne olur? Toprak olmasa yağmur niçin
yağacak? Maddenin ruhu vardır ey insan! Asla unutma o ruhu. Senden çıkınca
senin ölü olacağın bir şeyi nasıl yok sayarsın? Onu yok saymak kendine hakaret
ve ihanet etmek değil midir? Aklet ey insan!