GARİP AMA GALİP...

Özgür DENİZ - 23.08.2015

‘’dosdoğru olmaya emrolundum.’’

 

‘’İslam, garip bir dindir ama galip bir dindir.’’ ÖZGÜR DENİZ

 

Gerçek, farklı bir olgudur. Bazen doğru ile gerçeği karıştırıyoruz. Oysa doğru, bizim doğrumuz iken; gerçek, herkes için gerçektir. Yani gerçek, ıskat edilemezken, doğru ıskat edilebilir. Zira doğru sınırlı, gerçek sınırsızdır. Doğru, ülkelere, insanlara, zamana göre değişebilirken; gerçek, asla durumlara göre değişen bir şey değildir. Gerçek, bazen aklı bile geride bırakır. Çünkü gerçeğin kuvveti, aklı aciz bırakır. Akıl, gerçeği, tüm teferruatıyla idrakten acizdir. Bu yüzden aklımıza güvenip, gerçeği ıskalamak büyük yanlıştır. Velakin bu gerçeğe rağmen hala aklına güvenmekte inat eden insanoğlu, aklıyla, insanoğluna ciddi çözüm yollarını gösterememiştir. Burada derin bir paradoks gizlidir. Bazen gerçeğe selam çakmak iktiza ediyor demek ki. Tüm hayatım gerçeğin peşinde olmakla geçti ve yazılarımla gerçeği aradım. Herkes, inandığı doğrularla gerçeğe ulaşmaya çalışır. Binaenaleyh doğrular paylaşılmalıdır ki, herkesi kuşatan ve kapsayan gerçeğe ulaşmak kolaylaşsın. Zira doğruların çarpışması sonucunda doğacaktır gerçek güneşi ve doğacak güneşi reddetmek ahlaki de, adil de olmaz. Bilakis, insanlığın zararına olur böyle bir şey ve böyle olacağı da aşikârdır. Ve parçalardan yola çıkarak gerçeğe ulaşılmaz. Mutlaka tümü bilmek, idrak etmek icap eder. Elbet parçasız, bütünü idrak zordur ama bütünü idrak etmeden de gerçek anlaşılmaz.  Adaletin gerçeği, gerçeğin kabulüdür ve gerçeğin kabulü, ruhları harekete sevk eden bir itkidir. Derinlere dalmaya pek niyetim yok. Teknoloji dediğimiz şeyin etkisinin farkındayız. Zira uzak kalacağımız, ulaşamayacağımız hiçbir şey yoktur. Parmaklarınızın ucundadır tüm bilgiler. Dokunduğunuz an istemediğiniz kadar bilgi gözlerinizin önüne serilecektir. Veyahut raflarda sizleri bekleyen kitapların kapağını açmaya zahmet etmelisiniz. Çünkü hayatta bedelsiz hiçbir şey yoktur. Bendeniz, bildiklerimi, anladıklarımı öz olarak ortaya koymaya gayret edeceğim. Geçelim!

 

İslam nedir? Tevhid ve Vahdet dinidir. Budur, bu kadardır. Şüphe götürmez bir gerçektir bu. Peki, din kimindir? Allah’ın. Yalanlamak kabil değildir! Peki, bir şeyin çerçevesini, sahibi mi belirler yoksa başkası mı? Bir yapının çerçevesini kim çiziyor teorik olarak? Elbette o yapının teşekkülünde yer alan muayyen bir komite. İdeolojilerin çerçevesini, ideologların belirlemesine kim karşı çıkmaktadır? Ya da kim, böyle bir şey kabil değildir demektedir? Kimse demez, diyemez, karşı da çıkamaz, çünkü herkes ona güler. Öyleyse dininde çerçevesini tayin eden Allah’tır. Dinin muhatabı kimdir? İnsandır. İnsanı halkeden kimdir? Allah’tır. Peki, Allah, sahibi olduğu bir şeyin çerçevesini belirlemeyi, yarattığı kuluna bırakır mı? Bunu yaparsa Allah olur mu? Gerçekleri kabul etmeliyiz. Gerçek bu mudur? Budur kardeşim. Gerçek, senin gönlüne hoş gelmiyor diye gerçeklik vasfını kaybetmez. Ya da gerçek değil dediğin bir şeyin gerçek olmadığını kati hüccetlerle ortaya koymalısın. Öyleyse insanı yaratmışsa, insan için dini göndermişse, insanı muayyen bir düzen içinde yaratan, o insan için gönderdiği dini de muayyen bir çerçeveye haiz şekilde göndermiştir. Akıl varsa, alıklığa gerek yoktur.

 

Yani insanı halkeden, o insanı varlık gayesine mütenasip gayelere ulaştıracak olan, İslam’ı da halk etmiştir. İslam, bir pusuladır. İslamsız insanın, insan olmaklığı kabil değildir. Peki, insanı var edenin, insan için din gönderenin, o dini, insana anlatacak, açıklayacak ve örnek olacak şekilde yaşayacak birini göndermemesi düşünülebilir mi? Yaratıcı düzleminde aklettiğiniz zaman, bu kabil görünmüyor. Şimdi, dini biliyoruz, dinin sahibini de biliyoruz, o dini örneklik bazında temsil edecek insanın-önderin varlığını da biliyoruz. Peki, kitapsız bir din telakki etmek akla uygun mudur? Hayır, böyle bir şey düşünülmez. Yani kitapta bellidir; Kur’an yani insanı ve hayatı kuran. Hem de en yüce ve yüksek düzeyde kuran. Gözümüzün gördüğü, aklımızın algıladığı ve tenimizin hissettiği bir dünyada mıyız? Evet. Ölüm diye bir şey var mıdır? Yoktur deyip, yok edebilir misiniz? Kaçabilir, kurtulabilir misiniz? Kabul edip etmemeniz, inanıp inanmamanız ayrıdır, ama müşahhas olarak bu olaylara şahit miyiz? Hayır demek kabil midir? Ölüyor mu insanlar? Bunu görüyoruz, algılıyoruz, anlıyoruz, hissediyoruz değil mi? Müşahhas olarakta bunu bizatihi yaşıyoruz. Yani, kanlı, canlı bir varlık, adına ölüm dediğimiz bir büyük olayla karşılaştığı zaman, bizlerden ebedi olarak ayrılıyor ve onu bir daha göremiyor, duyamıyor ve hissedemiyoruz. Ki alenen öldü dediğimiz insanı toprağa gömüyoruz ve üzerini toprakla dolduruyoruz.

 

Ahiret diye bir şey var mıdır? Gözümüzle görmüyoruz, tenimizle hissetmiyoruz ama aklımızla algılayabiliyoruz. Tüm acılarını, sevinçlerini, nimetlerini duyumsayabildiğimiz hatta bizatihi yaşadığımız evreni, vicdani boyuttan müşahede ve temaşa eylediğimiz zaman varlığının zorunluluğunu ittihaz ediyoruz. Küçük bir örnek; Esed denilen zalimin ya da vahşi, barbar, zalim Siyonistlerin zulmettikleri insanların, çektikleri acıların karşılıksız kalması ahlaki ve adil midir? Allah demek, ahlak ve adalet demek değil midir bir anlamda? Şeksiz ve şüphesiz evet. Şu an ki bulunduğumuz konuma göre, ister müşahhas olan, isterse mücerret olan bir âlemde tahakkuk edecek ya da şahit olunacak olsun ahiret diye bir şeyin varlığını kabul ediyoruz, bilakis yokluğu absürt geliyor insana. Diyalektik olarak olguya ve olaya baktığımız zamanda, bu zorunluluk tezahür ediyor spontane olarak. Diyalektik nedir ya da? Belki de, diyalektik, hayatın bizzat kendisidir. Yani, Allah, diyalektik temelde halk etmiştir tüm mevcudatı. Kadın erkeksiz, erkek kadınsız kabil midir ya da biri eksik olsa anlamı nerede arayacaktık? Keza, gündüzsüz gecenin, gecesiz gündüzün hükmü ne olurdu, ikisine birden bağlı olan neticeler, birinin eksik olmasıyla nasıl hâsıl olabilirdi? Hakeza, bedeni ayakta tutan nedir, bedeni ayakta tutanı gizleyen nedir? Duvarsız bahçe, perdesi olmayan pencere sizce anlamlı olabilir miydi? Ve her özü örten bir kalıp yok mu hayatta? Hülasa; tüm bunlarda olduğu gibi, bu dünyanın da bir ahireti olması kaçınılmazdı. Zıtların çatışması değil midir, yenilikleri tevlit eden? Ya da zıt gibi görülen olguların gizli müsademesi değil midir, isabetli ve faydalı şeyleri ortaya çıkaran? Ki, şeyler, zıtları ile kaim değil miydiler?    

 

Mevcudatı halkeden Allah, yarattığı her şeyin ne şekilde olması iktiza ettiğini belirleyen, her şeyi oldurmaya ve öldürmeye kudreti kifayet eden, mevcudatın yegâne sahibi olan, helali ve haramı tayin yetkisini Kendinde bulunduran, hülasa; tüm şeylerin üzerinde mutlak egemenlik sahibi olan Allah, niçin gönderdiği bir dini eksik göndermiş olsun ve başkalarının yeniden dizayn etmesine müsaade etsin? Böyle bir şey kabil midir? Ama hareketlerimize bakılırsa zımnen kabilmiş gibi anladığımız ortaya çıkıyor. Ve dini yeniden dizayn etmeye çalışıyoruz haddimizi ve hududumuzu aşarak. Tabi mevcut din işimize gelmiyor, yaşadığımız hayatı tasvip etmiyor ya, işimize gelecek ve hayatımıza uyacak bir İslam üretmeye çalışıyoruz. Mutlak Önderimiz de, Allah’ın gönderdiği dini olduğu gibi bizlere getirmiş ya, biz o dine yeniden çerçeve çizmeye kendini yetkili gören zevatların peşinde koşturuyoruz, bizim yaşamımızı tasvip eden bir din üretsinler bizlere diye. Maalesef dine ihanet ediyoruz. Yeni bir din üretme hadsizliğine yelteniyoruz. Yaşamları altüst eden, yeni bir dünya kuran ve yeniden bir dünya kuracak olan dini öteliyoruz, suya sabuna dokunmayacak bir din üretme derdine düşüyoruz. Şunu unutmayalım! İslam devrimci bir dindir kardeşim. İster kabul et, ister kabul etme. Senin kabullenmemen, gerçek İslam’ı yok edecek değildir. Çünkü gerçek İslam’ı ebediyen var kılacak olan bir kitap vardır bu ümmetin elinde. Ve Önderlerinin yok olmayacak sözleri çakılıdır bu ümmetin bilincinde. Binaenaleyh, beyhudedir tüm çabalar, sahtekârca girişimler.

 

Kendisine ortak ittihaz etmeyen, gönderdiği dine, elçiye ve kitaba ortak ittihaz eder mi? Böyle bir şey, Mutlak Kudretin nakıs olduğuna delalet olmaz mı? Ve nakıs olan bir şeye tabi olmak nefislere zor gelmez mi? Zira nakıs olan, insani olandır ve bu yüzden de insani olan şeylere mutlak tabiiyet kabil olmamakta değil mi? Bu çıkarım, aklen ve kalben, tasvip edilebilecek bir çıkarım değil mi? Din nedir kardeşim? Din çok basittir ama biz onu karmakarışık hele getiriyoruz ve içinden çıkılmaz duruma sokuyoruz, böylece istiyoruz ki, bir otorite belirleyelim ve insanlar dini oradan öğrensinler diyoruz. İşte bu melun bir tezgâhtır. Çünkü dağda ki çoban bile dini idrak edebilir ve idrak edebildiği kadarıyla da çok güze bir hayat ortaya koyabilir. Ama böyle bir şey, dini kullananlar için tehlikelidir. İşte tezgâhta burada başlamaktadır. Çünkü insanların, dinlerini kendi başlarına yaşayamayacakları iddia edilmektedir. Buradan da bir rant çetesi doğmaktadır. Oysa Mevlana ne güzel demiştir; ‘’bizim işimiz özledir, biz özü alır, kabuğu, dışı, itlere atarız.’’ Bizler özün üzerine öyle kabuklar örtüyoruz ki, özü bilinmez, tanınmaz, anlaşılmaz hale sokuyoruz ve tanımak, bilmek, anlamak için ille şeyhlere yönlendiriyoruz insanları. İnsanları bile isteye kitaptan ve Önderden uzaklaştırıyoruz. Otorite kabul edilenlerin elinde ise, din, devrimci özelliğini kaybedip, pasifize eden bir olguya dönüşüyor. İnsanlar din ile kişilik, karakter kazanacaklarına, kişiliklerini ve karakterlerini kaybediyorlar. Katalizör olacaklarına, birer süngere dönüşüyorlar. Bu ise netameli bir tehdit oluyor insanlar için. Çünkü din, hayatı düzenleyen bir güç değil, hayata göre düzenlenen bir maddeye dönüşüyor. Bugün, İslam dünyasının en büyük sorunlarından birisi budur. İslam’ın düşürüldüğü çıkmaz budur. Bir an önce bu durumdan kurtulmalıyız ve dini, hayatın rengini, kokusunu, biçimini tayin eden yerine koymalıyız. Yoksa kötülüklerden asla kurtulamayız.

 

Din, samimiyettir güzel kardeşim. Güzel ahlaktır güzel kardeşim. Nasihattir güzel kardeşim. Din, adaletin ikamesi, sahip olunanların paylaşılmasıdır güzel kardeşim. İşte din bu kadar basittir güzel kardeşim. Samimi olacaksın, ahlaklı olacaksın. İyiliği emredip, kötülükten kaçındıracaksın güzel kardeşim. Bunu yapsan geriye ne kalır ki güzel kardeşim? Din, insanlığın ortak duygu, düşünce, akıl, kalp ve vicdanıdır güzel kardeşim. Din, topraklarını işgal eden kafirle cihadı önerir güzel kardeşim. Din, alırken fazla alıp, verirken az verme, terazide dürüst ol der güzel kardeşim. Din, şeytanın izini takip etme, şeytan işi pisliklerden uzak dur der güzel kardeşim. Din, yapma demez, yaklaşma der güzel kardeşim. Din seni, senden iyi bilir güzel kardeşim. Din, Allah’a ortak koşma der güzel kardeşim. Din, Öndere tabi olmayı önerir, kitaba uymayı tavsiye eder güzel kardeşim. Din, ruhbanlığa hayır der, din adamlarını tanrılaştırmayın der güzel kardeşim. Neresi zordur bu tavsiyelerin güzel kardeşim? Din, emeğin karşılığını, o emek uğruna dökülen ter, tertemiz alında kurumadan ödeyiniz der güzel kardeşim. Dinin emrini yerine getirmek bu kadar mı zor güzel kardeşim? Hayır kardeşim zor değil ama sen samimi değilsin! Din, fitne ve fesat çıkararak bozgunculuğa meyletmeyin der güzel kardeşim. Dinin iktisadi önerileri yokmuş, öyle diyor aklı evvel zevatlar. Peki, yukarıda anlattıklarımız nedir güzel kardeşim? Din, hayatı baştan başa kuşatan bir olgudur. Hayatın her yönüyle ilgili, ulvi ve müstesna ilkeleri münderiçtir. Peki, varlık aleminde, böyle namütenahi, böyle kati, böyle ulvi, böyle müstesna umdeleri münderiç bir teoriyi ve bu teoriyi hayatına pratik olarak hem de zerre taviz vermeden yansıtan yüce bir Önderi kim gösterebilir güzel kardeşim?

 

Biz, maalesef ahlakın kaynağını kaybedince ahlakımızı da kaybettik. Dinle hemhal olmaya olmaya dinden uzaklaştık. Dinden uzaklaşınca da tüm güzellikler bizden uzaklaştı. Bu, zevahirde basit gibi görülen, algılanan ve anlaşılan bir ifade özelliğine haiz olsa da haddizatında sonsuz derin bir ifadedir. Bu topraklarda din ne zaman toplumun mayası ve tutkalı olmaktan çıkarıldı, işte o zaman bittik biz ve peyderpey yokluğa evrildik. Dinsiz bir ahlakın kabil olabileceğini zannettik ama yanıldık ve çakıldık kaldık. Ahlaksızlık bataklığına saplandık. Oysa biz ahlakımızla vardık ve güçlüydük. Ahlak ve değer üreten kurumlarımızla ve kahir ekseriyetle dinden rengini, kokusunu, biçimini alan kültürümüzle varolan bir millettik, ümmettik. Şöyle bir şey anlatılır ve arada bir tekrarlanır yeri geldiğinde; ‘’Fatih Sultan Mehmet’in huzuruna birkaç papaz gelir ve üzerlerinde egemen olan devlet büyüklerine; biz bu gidişle İstanbul’u kaybederiz dedik ama dinletemedik ve kaybettik derler. Fatih Sultan Mehmet; sizler çok sağduyulu ve öngörü sahibi insanlarsınız, toplumun içine karışın ve biz, İstanbul’da kalabilir miyiz gelin bana söyleyin der. Papazlar sokağa çıkarlar ve kahvaltı için alış veriş yaparlar, bir esnafa girip bir şeyler almak isterler ama esnaf onları siftah yapmadığı komşusuna gönderir. Papazlar kudretli padişahın huzuruna çıkarlar ve bu tebaanız var oldukça sizde İstanbul’da var olmaya devam edersiniz derler. Maalesef bu kültürümüzü kaybettik. Bilakis, birbirimizin varlığı için değil, kendi varlığımız için kardeşimizin yokluğunu ister olduk. Din paylaş dedi, biz topladık. Din sev dedi, biz nefret ettik. Din adalet dedi, biz adalet benim içindir dedik. Dirilten, uyandıran, direnişe sevk eden dini, zaman içinde adeta afyonlaştırdık. Dini afyon gibi kullanıp, kitlelerini edilgenliğe mahkûm edenlere bakarak, işte din adalet mücadelesinde pasif kalıyor ve müntesiplerini de adalet kavgasından uzak tutuyor, öyleyse adalet kavgasında şiddetli kavgayı öneren fikirleri destek kuvvet olarak saflarımıza çekmek iktiza eder gibisinden mülahazalar ortaya koyara olduk. Başka yönlerde de böyle şeyler oldu. Oysa böyle bir şey kabil değildi. Ama dini, nefislerine göre yeniden dizayn etme çabasına girenler, bu tür mülahazalar üretilmesine neden oldular. Dinin özü gidip, kalıbı kalınca, insanlarda, din konusunda yanlış algılara kapıldılar. Yani dine ihanet ettik. Biri bir yol açınca sorgulamadan o yola girdik toplu olarak, bu da toplu şekilde bozulmanın yolunu açtı maalesef. Oysa birileri dini edilgenleştiriyor, kitleleri pasifize ediyorlarsa, dini etkinleştiren ve kitleleri uyandıran, hareketli kılan başkaları olmalıydı. Birileri dini ayfonlaştırıyorsa, birileri de bilinçleri açmak ve insanları rahatsız etmek için iğne gibi kullanması gerekiyordu. Kullananlar çıkmadı mı? Elbette çıktı ama onlarda yok sayıldılar ya da lanetlendiler ve yalnızlığa mahkûm edildiler, çünkü rahatları kaçırıyorlar, rantları kesiyorlar, saltanatları sarsıyorlardı. Çünkü birileri dini, çoktan inhisarlarına almışlar ve sürülerini de oluşturmuşlardı.

 

Allah, sende neyi eksik bırakmışta, sana hizmet etsin diye gönderdiği dini eksik bıraksın, ki sen, o eksikleri, eksik aklınla ikmal edesin? Kendini çok akıllı sanan aptallarla dolu bir dünyada yaşıyoruz maalesef. Bu konuda hiç hoşgörülü olamayacağım, kimse kusura bakmasın, zira öyle beş kuruş etmez düşünceye sahip insanlar var ki, sanırsınız her şeyi biliyorlar, her şeyden haberleri var, ahkâm kesmeye bayılıyorlar ama oturup şöyle bir iki kelam etseniz zırcahil olduklarını göreceksiniz. Bahusus az buçuk servet sahibi, küçükte olsa makam sahibi olanlar arasından çıkıyor bu tipler kahir ekseriyetle. Ya da kendini çağdaş dünyadan gören ve bu dünyaya ait olduğu için zaten doğuştan her şeyin bilgisine sahip olduğunu düşünen zavallılar arasından çıkıyor. Zengin ya gayrı, her dediğini doğru sanıyor, her söylediğine eyvallah çekilmesini istiyor, çünkü onun zenginliği zaten onun biliyor olmasına yetiyor, ona baştan haklılık kazandırıyor. Aynı şekilde makam sahibi ya da toplumda ekonomisinden dolayı itibarı olan bazı meslek sahipleri aynı düşünceye sahipler. Çağdaş dediğimiz tipler, zaten doğarken aydınlığın içine doğduklarından ya da aydınlık bunların içlerinde olduğu halde doğduklarından her şeyi sadece onlar bilirler, her şeyde kesin doğru kararı onlar veririler, bilmedikleri konu olsa da onlar mutlaka bilirler. Saydığımız bu tipler şuradan, buradan duydukları kulaktan dolma bilgilerle meydana atılırlar ve bol keseden savururlar, tabi tutturabilirlerse ama hepte çakılır kalırlar. Ya da saftirik saftirik tartışırlar ama iş ciddiye binince kıvırmaya başlarlar. İşte ne mal oldukları da o anda ortaya çıkıverir ve şap gibi oturur kalırlar. Dini de, işte bu servet sahipleri, makam sahipleri, Batıcı tipler, ekonomisi ya da konumu iyi meslek sahipleri bilirler sadece ama bir tek din üzerine ihtisas yapmış olanlar bilmezler, ne hikmetse! Dini bunlardan öğrenmeyeceksin kardeşim. Allah sana niçin kitap göndermiş ve o kitabı niçin bir Önderle göndermiş? Soracaksın, sorgulayacaksın, öğreneceksin ve anlayacaksın kardeşim. Yaşadın mı, bilinçli yaşayacaksın kardeşim. Dinin ne olduğunu kaynağından öğrenmezsen, sana din diye çok şey öğretirler ama öğrendiklerinle yaşadığın şey, yaşamak istediğin şey olmaz yani din olmaz. Nihayetinde öğrendiklerini din diye yaşaya yaşaya sonunda gerçek dini yaşamaktan hicap duymaya başlarsın. Ki zaten öğrendiklerini yaşarken, dini yaşadığını sanırsın yani yaşadığın hayatı din diye yaşarsın. Bu yüzden bırak sana din diye sunulanları ve sunulmayan dini öğrenmeye bak kardeşim yani gerçek dini ve kitabından öğren, Önderinden öğren dinini. İşte o zaman dininden ve dinini yaşamaktan hicap duymayacaksın ey kardeşim! Başkalarından öğrendiklerin din değildir ve içinde de dine ait olan ve seni sen yapan müstesna olgular yoktur. Ama o müstesna olgular, Önderden ve Kitaptan öğreneceğin dinin özünde münderiçtir. Adalet senin dinindedir, sevgi senin dinindedir, barış senin dininin ta kendisidir, muhabbet senin dinindedir, paylaşmak senin dinindedir ve nice ulvi güzellikleri senin dinin tazammum etmektedir. Senin dinin yanlış ellerde sadece! Senin dininin bir yardımcıya ihtiyacı yok, kendi başına hayatını en ideal düzeyde yaşamana yeter de artar bile. Sadece sen adam ol ve dinine layık ol kifayet edecektir. Senin dinin karışımsız ve katışıksızdır. Senin dinin Hak dindir ve senin için seçilmiş dindir. Aynı zamanda tek dindir. Adaletin ve ahlakın mutlak temsilciliğini ve mutlak müdafaasını yapan senin dinindir. Vatan savunmasını emreden bir dindir senin dinin. Bir avuç tefecinin, kompradorun değil, tüm insanlığın saadetini hedefleyen bir dindir. Kompradorun karşısında baş eğenin, kendisini kaybedeceğini söyleyen bir dindir. İzzet-i nefsi önceleyen bir dindir. Çalışmayı emreden bir dindir. Çalışamayana vermeyi zorunlu kılan bir dindir. Garip bir dindir ama galip bir dindir!

 

Tabi biz, din derken, haddizatında Allah’ın, kullarının hayatını kolaylaştırmak, birbirilerine faydalı olmak ve daha insicamlı yaşamalarını sağlamak için indirdiği umdeler bütününü kastediyoruz. Allah, hiçbir kuluna taşıyamayacağı yük yüklemez. Din, zulmü yasaklar. Din, emeğin ve hakkın gaspını yasaklar. Din, işin ehline verilmesini emreder. Din, zorlamaz. Din, barışı önceler. Din, fitne ve fesada geçit vermez. Din, kuvvettir, aydınlıktır, birliktir. Din, paylaş der. Din, günahsız yere öldürme der. Din, yetimi, itip kakma der. Din, terazide doğru tart der. Din, sev der. Din, anne ve babaya zulmetme der. Din, ayrılığa düşme der. Din, adil ol der. Din, ahlaklı yaşa der. Din, iyiliği emret, kötülüğü nehyet der. Din, ibadetlerinde devamlı ol der. Din, kul hakkı yeme ve şirk koşma der. Din, çalma der. Din, mutlak mülkiyetçiliği yasaklar. Din, dini yeniden dizayn etmeye yeltenmeyi telin eder. Bunlar özünde çok basit şeylerdir ve hiçbir kulun zorlanacağı şeyler değildir. Ah nefis! Bunları yapmayız, sonra da belalar yağmur gibi yağmaya başlayınca çığlıklar atarız. Dinin, hayatın her alanıyla ilgili müstesna ve ulvi ölçüleri vardır. Din, kulu sorumlu kılar. Ki, zaten kulu, kul kılanda taşıdığı sorumluluk değil midir? Sorumlu olmayan kulun, hayvandan ne farkı olacaktır? Ki hayatta ne geliyorsa kulların başına gelmiyor mu ve etkilenenler hep kullar olmuyor mu? Öyleyse sorumluluk sahibi olan ve sorumluluğunu yerine getirip kötülükleri iyiliklere tedvir eylemesi gereken kullar olması gerekmez mi?  Din, bir yerde teoridir ama kullar onu pratiğe dökerler. Kulun sonsuz hürriyeti diye bir şey olamaz. Çünkü kul, aklı, kalbi, vicdanı olan bir canlıdır. Canlıdır ama hayvan da değildir. Sonsuz hürriyet hiçbir sorumluluk taşımayanlara mahsustur ve mutlak sorumsuz olanlar da hayvanlardır. Din zor değildir gözüm! Yeter ki sen samimi ol. Yeter ki sen kul olduğunu bil. Yeter ki sen haddini ve hududunu aşma. Dinin dışında kalan hiçbir düşünce, dinin tazammum ettiği bu müstesna ve ulvi umdeleri asla barındırmaz, barındırması da kabil değildir. Çünkü Allah ile kul bir değildir. Biri Allah’ın kullarına gönderdiğidir, diğeri ise kulun kendi icadıdır. Dinin, hiçbir yan düşünceye ihtiyacı yoktur ve olamaz da. Burada şöyle bir detay zuhur ediyor; dinin dışında kalan tüm düşünceler taammüden icat edilmişlerdir. İnsanların dine dönüşünü engellemek adınadır her şey. Mutlak hakikat uğrunda mücadele verip, tüm şeytanilerinin iktidarına son verecek olan insanların dinin saflarına buluşmalarını geciktirmek ya da engellemek için vardırlar İslam dışında ki düşünceler. Binaenaleyh, aklımızı kullanmamız icap ediyor. Kalbimizin derin sesine kulak vermemiz iktiza ediyor. Şeytan ilk anda demiştir; doğru yola postumu sereceğim ve oradan geçenleri sapıtacağım diye. Düşünün ki güzel kardeşlerim, varlık aleminde ki tüm din dışı düşünceler bu olaydan sonra zuhur etmiştir. Hülasa; filhakika, dinin dışında kalan ve dini hayatın dışına atamak için açık ya da gizli mücadele içinde olan tüm düşünceler şeytanidir. Gerisi hikâyedir!

Tarih: 23.08.2015 Okunma: 800

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?