İNSAN DENİLEN KUTSAL YAPI...

Özgür DENİZ - 08.10.2015

Dostum varsın, varım değil mi? Yani insanız biz ve varız, yaşıyoruz. Algılıyoruz, hissediyoruz bunu değil mi? Düşüncen ya da düşünceni şekillendiren ideolojin bu düşünceyi ıskat edebilir mi? Edemez. Çünkü sen beni görüyorsun, ben seni görüyorum. Dokunabiliyorum, dokunabiliyorsun. Ret muhal! Toprağın üstünde, mavi göğün altındayız. Dünyalıyız. Acı ve sevinç denklemindeyiz. Fiziğimizin içinde metafizik gizli. Ten ve tin sahibiyiz. Doğum, yaşam, ölüm; bu üçgen arasında mukayyetiz, muvakkatiz. Kaotik ve çelişik ve bu, motomotluğa engel. Çift boyutlu varlık; tin, ten; teorik, pratik; fizik, metafizik. Yani insan, insan işte. Yalanla ve yoksay sıkıysa. Nasıl toprak ve gök varsa, beden ve ruh var. Toprağa bağlı ama göğe uzanabilir. Fiziken toprağa bağlıdır, metafizik yönüyle gökler âlemini delip geçer. Yağmur göklerden inmiyor mu? Bunu bizatihi müşahede ediyoruz değil mi? Toprağın dirilişi neyle ve nasıl oluyor? Peki, sana da bir ruh üflenmedi mi? Peki koca gövden neyle ve nasıl canlandı? Gövden onsuz ayakta dursun da görelim. Toprak yağmursuz dirilsin de görelim. Yağmur yoksa toprak, ruh yoksa insan ölüdür. Manasını çekip alın, madde hiçliğe mahkûmdur. Madde mukayyettir, mana sonsuzdur. Madde yok olucudur, mana ölümsüzdür. İnsan ölünce niçin eseri kalır? Çünkü insan maddedir, eseri o maddeden doğarken, aynı zamanda o maddeyi sonsuzlaştıran şey manadır. Teori bağlamında muhtaçlık içindedir mesela, ama pratik yönünde kendi kendisine kifayet eden bir canlıdır insan. Teori bağlamında bir öndere ve kitaba muhtaçlık içindeyken, teoriyi pratiğe aktarma da kimsenin tavassutuna ihtiyacı yoktur.

 

İki seçenek, iki tercih var; kulluk ya da kölelik. Kulluk derken kula kulluktan bahsetmiyoruz, Allah’a kulluktan bahsediyoruz burada. Kula kul olanlarda köledirler ama Allah’a kul olanlardan daha hür olan yoktur ruy-i zeminde. İnsan bu iki seçenekten birini tercih etmek zorundadır. Tercihi, ne ve kim olduğunun ispatı olacaktır. Kulluk, hürriyeti münderiçtir. Kölelik dediğimiz şey ise, zaten tutsaklığın kendisidir. Kul oldunuz diyelim; hiçbir zor ile karşılaşma ihtimaliniz yok. Seçme hürriyetin ama seçtiğin şeyin sorumluluğunu deruhte etme zorunluluğun var. Allah, doğru yolu da, yanlış yolu da göstermiştir ama seçimi sana bırakmıştır. Kimse, kimseye metazori din dayatamaz, ibadet yaptıramaz. Ki böyle bir salahiyete de sahip değildir hiçbir insançocuğu. Köle, tanımdan da anlaşılacağı üzere, köledir. Yani tutsaktır, esirdir, zincirlidir, mukayyettir. Hayatlarını tercihleri ile belirlemezler. Seçme hakları yoktur.  Hayatları tayin edilir kölelerin. Efendilerin seçimini, tercihlerini yaşarlar onlar. İşte bu iki seçenek, insan ile şeytanın derin savaşı için kıvılcımdır. Şeytan, bitevi, insançocuklarını köleleştirmek uğruna; insançocukları ise kendi hürriyetleri uğruna, beden coğrafyasının kalp başkentinde amansız ve fasılasız bir kapışmaya tutuşurlar. Bu kavga, yeryüzünde emsali olmayan bir kavgadır. Gerçek kavga budur. Harici kavgaların tümü, dâhilde verilen bu kavganın yansımasından ibarettir.

 

İnsan bir anlamda devlete benzer. Koca gövdesi boyutuyla mülahaza ediniz. Ama devleti devlet yapan müesseseleri vardır. Aynı şey insan içinde geçerlidir, organları tasavvur ve tahayyül ediniz. İman ve küfür olguları vardır. İkisi de, malum müesseseler üzerinde hâkimiyet tesis etmek isterler ve gizli ya da açık kavga verirler bunun için. Ya iman egemen olacaktır ya da küfür, bu müesseseler üzerinde ve işleyişi de egemen olan tayin edecektir. Her organın yanlış hareketi, kalp isimli başkent üzerine kara bir leke olarak düşecektir. Doğru yönde olan hareket ise, kalp isimli başkentin daha da zindeleşmesini sağlayacaktır. İnsan, insanlık mücadelesi içindedir. Zira insan, beşeri zindandan henüz kurtulabilmiş değildir. Eğer insanlık davasında zafer sancağını kalp başkentine dikmek istiyorsa galip olmak mecburiyetindedir. Ya beden coğrafyasında şeytanın yani küfrün hâkimiyetini yok edip,  Allah’ın yani imanın hâkimiyetini tesis edecektir ya da şeytan o coğrafyada hâkimiyet kurup, o coğrafyayı yerle yeksan eyleyecektir. Bu kadim ve derin kavgada, insan, çok özel ve çok güzel silahların sahibidir.

 

İnsançocukları, sahip oldukları silahları, yerinde ve zamanında en etkin şekilde istimal ettikleri takdirde, kavgalarında galip olmalarına handikap teşkil edecek hiçbir şey yoktur ve olamaz. Bu silahlardan biri dua’dır. Biri tefekkür’dür. Biri tövbe’dir. Biri murakabe’dir. Biri muhasebe’dir. Biri sabır’dır. Biri şükür’dür. Etki güçleri tahminlerin ötesinde, hayallerin bile yetişemeyeceği, tasavvuru kabil olmayan yerdedir. Her biri de sonucu belirleyen silahlardır. İnsan, yolunda uyumaktadır. Ama bir intibahı yaşamalıdır. Peki, bu nasıl olacaktır? Elbette ki tefekkür yoluyla, çünkü insan ancak tefekkür ettiği demlerde uyanır. Zira zihin uyuduğu zaman, insan da uyur. Tefekkür, dirilişin kıvılcımıdır. Kendini bilmenin ve tanımanın ilk adımıdır. İnsan, kâinata, doğaya, olgulara ve olaylara bakış fırlatan, buralardan doneler elde eden ve bu doneleri tetkik, tahlil eden ve sorgulayan bir zihne sahiptir. Kendi derununa yolculuk yapan bir varlıktır ve bu yolculukta duyguları, düşünceleri kendisine eşlik eder. Biliyoruz ve inanıyoruz ki, insançocukları tefekkür eden yani akleden yani düşünen bir canlıdır. Çünkü akıl sahibidir. Gaflet uykusu dediğimiz, bilincin saf dışı kaldığı demler, tefekkürün önünde ki en büyük handikaptır. Bunun sonu, dalalettir. İnsançocukları gaflete düştükleri an, akılları zail olur ve kendilerini kaybederler. Gaflet dediğimiz şey, bilinçten doğan farkındalık dediğimiz şeyin yok oluşudur. Binaenaleyh, bitevi, tefekkür modunda yaşamalıdır insançocukları. Kendi şahsiyetini tefekkür etmeli, varlık âlemini tüm boyutlarıyla idrake yönelmeli, evreni, tabiatı temaşa etmeli, gün içerisinde yediği, içtiği ve duygularını, düşüncelerini paylaştığı dostlarına karşı olan ilişkilerini, iletişim durumunu murakabe etmeli, herhangi bir yerde, herhangi biriyle alışverişinde nefsinin tuzaklarına karşı uyanık olmalıdır. Yani insançocukları, otokontrol mekanizmasını çok iyi işletmelidirler. Otokontrol, iç dünyayı disiplinize eder, bu da insanın kaliteli, seviyeli, düzeyli yaşamasını sağlar. Haksızlık yapmasının, namussuzluk etmesinin, izzetine ve şerefine halel getirmesinin önüne geçer. Tefekkür etmek, ruhun tekâmülüne vesile olur. Tefekkür etmek yani derin düşüncelere dalmak, intibahın ilk adımıdır. Güçlüklere dayanmak, mutlak hakikatlere adanmak, her şeyin idrakinde olmaktır.    

 

Keza insan irade sahibidir ve iradesi, tefekkürü besler. Zira tefekkürün eyleme dönüşmesi iradenin neticesi olabilir ancak. Çünkü iradesiz insan harekete geçemez. Şöyle ki; insan tefekkür eder ve düşünce boyutunda bir yere ulaşır ama o düşüncelerin eyleme dönüşmesi, düşüncelerin yaşaması için hayati öneme haizdir. İşte iradenin etkisi burada tezahür eder. Ve irade bu yolla tefekküre müzaherette bulunur. İnsan da bir azim, gayret yoksa ve irade seviyesi düşükse, insanın tefekkürü hiçbir işe yaramaz. Çünkü eyleme dönüşmeyen düşünce bir anlam ifade etmez. Düşünce hareketsiz kalıyorsa, insana yüktür. Ve hareket, haddizatında zor olandır. Zor olan ise ancak güçlü irade ile aşılabilir. Yapmak, söylemekten hem önemli hem de daha zordur. Engin ve derin düşünceye sahip kahir filozoflar söylenilene değil yapılana bakınız demişlerdir. Düşündüğünü söylemek değildir maharet, düşündüğünü yapmaktır. Çünkü insanı yücelten, yükselten ve insana şeref ve izzet bahşeden yaptıklarıdır. Bugün Ümmetin hali pür melali de bu hakikatte gizlidir. Tefekkür icraata yönlendirmiyorsa vahim bir durum vardır ortada. İrade dediğimiz şey, derunumuzda ki derin itici güçtür. İrade, insanı fedakârlık yapmaya sevk etmiyorsa, orada irade seremonisi var demektir. Fedakârlıktan mahrum insan, insanlıktan yana nakıs insandır ve hayata, insanlığa verebileceği çok şey yoktur. Büyük düşler, rüyalar, idealler, ülküler daima fedakârlık üzerinde başarılırlar ve anlamlıdırlar. Çünkü yaşadığımız âlemde,  bedel istemeyen, acı vermeyen hiçbir mücadele yoktur. Mutluluk bile bedelsiz gülümsemez. Say ve cidal dediğimiz şeyler; insan olmanın başlıca vasıflarıdırlar. Ve insanı bu iki şeyde zirveye yükseltecek olan irade, insanın en mümeyyiz vasfıdır.

 

Hayat yüzülmesi zor bir nehir gibidir. Farkına varamayacağın dikenler, engebeler gizlidir derinliklerinde. Dondurucudur. Bu nehirde yüzmek ve boğulmadan sona ulaşmak büyük bir irade, amansız bir cidal ister. İradenin gücüde, insanın gövdesinin ve gövdesinde ki hassas nokta olan kalbinin pir-ü pak olmasına merbuttur. İnsan masiyet yönünden ne kadar doluysa, irade yönünden o kadar zayıftır. Çünkü masiyetler, iradenin düşmanıdırlar. Masiyetler, insanın üzerinde çok ağır yüktür, insanı yorgun düşürür, şevkini yok eder, iradesini ve mücadele azmini bitirir. Üzerinde lüzumsuz yükü olan ve bir de bu yükleri çok ağır olan insanın yürümesi ve yüzmesi kabil-i mümkün değildir. Hayat devasa bir dağdır. Patikalardan geçerek ulaşabilirsiniz zirvelerine. Nereden ne çıkacağını, nerede neyle karşılaşacağınızı asla kestiremezsiniz. Ancak patikalarından zirvelerine mülaki olabileceğiniz bu dağı aşmak sarsılmaz bir irade, engin bir sabır, gevşemez bir kararlılık ile kabildir. İnsan elbette masiyetle malul bir varlıktır. Zira duygu ve düşüncelerle yüklüdür ve nimetlerle yüklü bir dünyada yaşamaktadır. Ama tövbe diye de bir şey vardır ve tövbe, masiyetlerin panzehridir. Gövdenin sabunu, kalbin suyudur tövbe. İnsan, şeytan olmamaklığı ve insan olmaklığı ile tövbe eden bir canlıdır. Acizdir, muhtaçtır, zayıftır. Aklı vardır ama aklı ile her şeyi çözebilecek kudretten mahrumdur. Masiyetler, insanı yorgun düşürür, insanda nedamet hissini uyandırır. Binaenaleyh, böyle durumlarda Yaratıcısına iltica eder. Her içli yakarış ve bu yakarışları besleyen samimi ve masum gözyaşları, insanın ruhunda ağırlık teşkil eden masiyetleri siler atar. Kalp denilen hassas ve narin yapının üzerini kaplayan kara noktaları temizler. Nasıl ki, bir haneye uzun müddet dokunmazsanız, kir, mikrop her yeri kaplarsa ve hane yaşanmayacak duruma gelirse, kalp evi de aynen böyledir. Kalp evinin süpürgesi tövbedir. Eğer tövbesiz bir hayat yaşarsanız, kalp evi mahvolur, masiyetler o evi harap eder ve artık çökersiniz. Bunu, kurumların yozlaşıp devleti inhitata uğratmasına da benzetebiliriz. Dünyanın günahları nasıl hoş geliyorsa, kulluğunda bedelleri, ıstırapları, sıkıntıları olacaktır elbette. Zaten bu sebeple değil midir ki, kulluk zor, isyan ve günah hoş gelir insana. İnsan seçer, yaşar ama bedelini de ödemek zorundadır. İster hoşlansın, ister hoşlanmasın, mutlaka bedel öder!

 

İnsançocuklarının kendileri ne kadar kaotik, kompleks ve çelişik iseler, aynı mahiyete haiz bir hayatında içindedirler. İyi ve kötünün, günah ve sevabın, doğru ve yanlışın, yalan ve hakikatin, masum ve zalimin bir arada olduğu bir hayat. Bir de bu hayatın derinliklerinde, dünya nimetleri ve günahlar gizlidir ve insan, nimete meftun, günaha meyyaldir, heyhat! Şeytan bitevi peşimizdedir ve günah taşıyan bir tır gibidir. İnsançocuklarının, kendilerini muhafaza etmeleri sonsuz zordur. Tahkiki ve kavi bir imana, keskin ve sarsılmaz bir iradeye, kalbine ve vicdanına teslim olmuş ama bunları da icabında yönlendirebilen bir akla sahip olmaları iktiza eder. Mütemadiyen özdenetim yapmaları, istikamet üzere olmalarının önkoşuludur. Düşünceler ne kadar muhkem olursa, özdenetim o kadar kolay olacaktır, özdenetim ne kadar tekrar edilirse, yaşam o kadar disiplinli olacaktır ve disiplin, akabinde saadeti, başarıyı ve güzel bir hayatı intaç edecektir. Denetimli bir düşünce, denetimli eylemleri tevlit edeceği için, insançocukları günahlardan o kadar uzak duracak ve temiz yaşayacaklardır. Murakabe dediğimiz şahsa münhasır özdenetim edimi, insanı masiyetlerin karanlığına gömülmekten, gafletten ve dalaletten alıkoyacaktır. İnsan, hayatın içinde ve benzerlerinin arasında yaşamaktadır. Her insan nefis sahibidir. İhtirasların, arzuların pençesindedir. Nimetler tatlıdır, cezbedicidir. Bitevi alışveriş yapan bir canlıdır insan, gereksinimlerini temin etmek için. Burada hak, hukuk devreye girmektedir. İşte İnsançocukları burada azami teennili olmak mecburiyetindedirler. Binaenaleyh, murakabe, özdenetim sonsuz önem arz etmektedir. Bireysel münasebetlerimizde, kurumsal görevlerimizde, kul hakkı mevzusunda namuslu olmak zorundayız. Şeytan, mütemadiyen özdenetim yapan ferdin yanına yaklaşamaz, yaklaşsa da onu aldatamaz. Şeytan derken, şeytanı mücerret bir varlık olarak mülahaza edemeyiz. İmandan, iradeden, insaniyetten uzak olan şahısların varlığında tecessüm edebilir, müşahhhaslaşabilir. Şeytanlaşmış insanlar olarak yapılan tanımlama boşuna değildir. Eşiniz, anneniz, babanız, arkadaşınız, kardeşiniz, amiriniz şeytani hüviyete bürünüp, sizleri karanlığın dehlizlerine atabilirler. Sizleri, isyana, tuğyana, ihanete, imansızlığa sürükleyebilirler. İşte özdenetim, burada sonsuz anlamlı hale gelmektedir. İnsan bitevi ve ilanihaye murakabe yapması neticesinde içsel huzura da kavuşur. Çünkü bitevi bir murakabe, insanın, dostlarını ve sevdiklerini kırmasını, benzerlerini aldatmasını, benzerlerine zulmetmesini önler ve görevini namusuyla ifa ve icra etmesini sağlar, ahlaka, adalete, milletine, devletine, vatanına, dinine ve değerlerine ihanet etmesinin önüne geçer.

 

‘’Bilerek, isteyerek ve farkında olarak bir kalp kırdıysan ve birde üstüne helallik istemeyi ve özür dilemeyi bilmiyorsan, İslamlığından ve İnsanlığından şüphe et!’’

 

Eğer, özdenetimsiz bir hayat sürüyorsanız, hesabınız zor olacak demektir. Çünkü özdenetim demek, güven içinde yaşamak ve vicdan azabından yana müsterih olmak demektir. Geceler, murakabe ve muhasebe zamanlarıdır. İnsanlar, gündüz, hayatın meşgaleleriyle zamanlarını geçirirler ama gece olduğu zaman kendi kabuklarına çekilirler ve işte o dem sorgu demidir. Ve insan ertesi gün aynı hatalara düşmemek için hatalarını hatırlar ve kendini sigaya çeker. Bir kalp kırmışsa; niçin kırmıştır, nasıl kırmıştır, kırmayabilir miydi, isteyerek mi yoksa istemeyerek mi olmuştur, keza; birinin hakkına tecavüz etmiş midir, ettiyse bu nasıl olmuştur, nefsinin tuzağına mı düşmüştür yoksa buna bilerek mi tevessül etmiştir, hakeza; alışverişinde aldatmaya yeltenmiş midir, yeltendiyse niçin yeltenmiştir ve nasıl olmuştur bu, tartar, ölçer, biçer ve hafızasında bir günah, sevap cetveli tasavvur eder. Vardığı sonuç neticesinde, ertesi güne daha namuslu yaşamak için kalben, aklen ve vicdanen daha iyi bir hazırlık yapar. Hesap vaktinde yani gece çöktüğü zaman, günün hülasasını yapan, yanlışlarını ve doğrularını ortaya döküp kendini sorgulayan insan, manen yücelir, yükselir ve varlığının hazzını yaşar. Güne daha huzurlu uyanır ve var olduğu her an için şükreder. Son tahlilde de; kendisine hayatı bahşeden, akıl, kalp ve gövde veren Yüce Allah’ı tazim ve tebcil ile insan olduğunu adeta onaylar. Hayatı bu düzlemde ve minvalde yaşamanın kime ne zararı olabilir Allah, vatan, namus aşkına ve böyle bir yaşam kime ne kaybettirir? İnsançocukları bitevi bir ceht içerisinde olmalıdırlar ve bu cehtleri ilanihaye devam etmelidir. Mütemadiyen Allah’ı deruni âlemlerinde zikretmelidirler. Yüce Allah, eğer bir kulunu Kendisi’ni anarsa, Kendisi’de o kulunu anacağını buyurmuştur. Allah seni anmış cancağızım, bundan daha büyük saadet, bahtiyarlık, iç huzuru olabilir mi? Ki gerçek anma, zerreden zerrata tüm evrenin yegâne sahibini anmaktır. Senin sahibin kimse ancak O’nu anman seni izzetli ve şerefli kılabilir. Sahibin olmayanları anman ise senin için züldür.

 

İnsan garip bir varlık. Her bir insan teki bambaşka bir dünya. Fiziken benzerlik arzetse de benzerler olarak, mücerret dünyalarında benzemezler hiçbir yönleriyle birbirlerine. Ve bu durum, insanın, olağanüstü bir varlık ve yüce bir sanat eseri olduğunu gösterir. Üstelik canlı bir eser! Varlığına dair hakikatlerin inkârı imkânsız olan bir eser, hiçbir ideolojik kalıba giremeyecek kadar büyük bir eser. Hatta hiçbir ideolojinin çözümleyemeyeceği, anlayamayacağı bir şaheser. Ve ancak ve ancak, münhasıran kendisinin, kendisini kıymetten düşürebileceği bir eser. Biliniyor mu kıymeti? Kendisi bilmiyor ki, bilecekler ne bilsin! Öyleyse bir önce ki yazımızda söylediğimiz gibi, böyle bir şaheser, canlı bir şaheser, ancak kendisini var edeni zikretmeye layıktır. Kendisini var etmeyenlerin önünde eğilecek kadar kendini düşürmemelidir. Kendisinin sahibi olan, mülkünde, iktidarında, dinin de sahibidir. Zikir, bahşedilen emsalsiz nimetler mukabilinde derin tazim ve tebcildir ve buna ancak insanın ve kâinatın maliki olan Allah layıktır. İnsanın doğasında, veren ele karşı ihtiram da bulunmak ve teşekkür etmek vardır. Büyüklere karşı saygı, sevgi, muhabbet vardır. İşte biz bu ulvi hasletlerimizi münhasıran bizi var eden ve bize sonsuz lütuflarda bulunan Yüce Allah’a hasretmeliyiz. Bilakis, şerefimizi ve izzetimizi kaybederiz. Ki zaten Yüce Önderimiz (sav) de bizleri uyarmıyor mu ve bize buyurmuyor mu; Karunların karşısında asla eğilmeyin, çünkü dininiz yarım kalır diye? Karunların mülkü, firavunların kudreti, belamların ilmi kimden acaba? Filhakika, işin özünde, bunlar ne kadarda acizler değil mi? Ama biz insanların cehaleti, nankörlüğü ve zalimliği bu hakikatte zavallı olan insanları tazim ve tebcil etmeye tevessül ederek kendimizi alçaltıyor ve düşürüyoruz.

 

Son tahlilde; İnsan, insanlık çizgisinin tam üzerinde yaşamakta muannid olmalıdır. Ne altına inmeli ne de üstüne çıkmalıdır. İki durumda tehlikelidir. Vahyin bahsettiği, İnsanlık Önderlerinin de yaşadıkları yaşam, tam insanlık çizgisinin üzerinde ki yaşamdır. Süreklilik ve iyi olan da ısrar etmek, zaferin anahtarı, başarının tohumudur. Tekrar sonsuz önemlidir. Ayaz gibidir. İnsanı uyanık kılar, diri tutar ve tetikte olmasını sağlar. Üst düzey, izzetli ve şerefli bir yaşam için, insanlık çizgisinin üzerinde ki yaşamda sürekli ve ısrarcı olmak iktiza eder. İnandığı, iman ettiği yolda sürekli ve ısrarcı olmayanlar, yollarında uyurlar ve istikametlerini kaybedip, tuğyana saparlar. İnsan, tüm yönleriyle insandır ve hiçbir insani yönünü kaybetmemeli, ihmal etmemelidir. Bilakis, kendi davranışları üzerinde ıslah çalışmaları yapmalıdır. Zira faraza küçük olumsuzluklarda olsa, insan her yönüyle bir bütün olarak insandır ve bir yönden yana nakıs olması bile insanı anlamsızlaştırır ve bir nevi öldürür. Bu büyük hatadır. İnsan dediğimiz varlık, duygu ve düşünce dünyasının kompleksliğiyle bir anlam taşır ve bu durumu da ilanihaye böyle kalacak, asla değişmeyecektir. İnsan robot değildir. İnsanın kompleks yapısını yok etmeye cüret eden şahıslar da, kurumlar da, ideolojiler de yanılmaya ve kaybetmeye mahkumdurlar. Ki en sonunda varacakları yerde, insanın ölümü olacaktır. Zira böyle bir teşebbüs yaratılışa mugayirdir ve fıtratın iptalidir.

 

İnsan dediğimiz canlı varlığın bir özelliği de, isteyen olmasıdır. Hem de haddinden fazla isteyen ve istekleri asla bitmeyen. Varlığı isteklerine yetmeyecek olduğu halde isteyen. Oysa naçardır, biçaredir. İstekleri sınırsız olsa da, ihtiyaçları sınırlıdır. Ama bilmez, bilmediğini de bilmez. Çünkü cahil ve nankördür. İster, istediğine ulaşamaz ve boşu boşuna ıstırap çeker. Ruhuna, beynine, gövdesine zulmeder. Ki haddizatında bir yerde insanın istemek olduğu de bir vakadır. Çünkü insan istedikçe varolur ve yaşar. İsteyerek kendisinin varlığının idamesini sağlar. Çünkü insan da bir gövde vardır ve o gövde istemek yüklüdür. Ama verilmiştir de insana, ki istemesi de bu yüzdendir. Verileceği için istetilmiştir, isteyen olacak şekilde yoğrulmuştur. İnsanın mutsuzluğunun kökeninde de bu durum vardır. Çünkü mutsuzluk ve ıstırap, istemekle yoldaştır. Birini seçen, diğerini spontane seçmiştir zaten. Çünkü istemek olan insan eninde sonunda muhakkak mutsuzluk çukuruna düşecektir. İnsanın tüm isteklerini karşılayabilecek ve insanı ebedi mutlu kılabilecek bir ideoloji var mı, bir babayiğit var mı? Hayır, insan aciz bir varlık değildir, her şeye gücü yeter diyecek kim çıkar? Buyursun-lar işte meydan! Bizim şarlatanlarla işimiz olmaz cancağızım. İnsan İslam’dır, İslam’da insandır. Gayrısı safsatadır, angaryadır, avuntudur, masaldır. Sana şahdamarından bile daha yakın olan kim ise, seni bilen de odur.

Tarih: 08.10.2015 Okunma: 721

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?