‘’İnsan, duygu ve düşünceden müteşekkil bir varlıktır. Her duyguda düşüncenin izleri görülür ama her düşüncede duygu yoktur.’’ Özgür Deniz
Merhaba düşünen adamlar! Biliyorum, Allah’ın varlığı yokluğu üzerine söz etmek çok zordur, bu mevzu derindir, incedir. Biliyoruz ki, bu mevzu kadim bir mevzudur. Öyle derin ve incedir ki, yitebilirsiniz ve kesebilir sizi. Tabi dirilip, derin yaralarımızın iyileşebileceği gibi. Ebedi yok olmakta vardır, güçlü bir şekilde yeniden yepyeni bir halde var olmakta vardır. Keza mücerret bir mevzudur. Allah’ın varlığı ve yokluğu, nesnel temellerde hüccetlendirilemez. Ancak hissedilebilir. Yani bu mevzuda duygu daha önceliklidir, akıldan daha kuvvetlidir. Yok diyenler, muhakkak olarak saf mantık ekseninde, öznel temellerde söz etmekte ve indi fikirlerini serdetmektedirler. Fakat kendi kendilerine gelin güvey olmaktadırlar ve mutlak doğruları söyledikleri zannına kapılmaktadırlar. Böyle bir iddia kibrin ve ukalalığın resmidir. Aklı, bilginin mutlak kaynağı ve şeylerin mutlak müsebbibi ittihaz eyleyenler yanılgıların esiri olmaktan kurtulamazlar. İşte böyle kötü bir zannın tutsağı olanlarda, yanılmaktadırlar ve ellerinde kalan hüsrandan başka bir şey olmamaktadır. Serdedilen tüm düşünceler, madde ve önerme düzleminde ulaşılan neticelerden elde edilen düşüncelerdir. Maddenin münhasıran zevahirine bakarak fikirler serdetmişlerdir. Özneldir, indidir, kuru mantık ihtiva eder bu fikirler. Yok iddiasında olanlarda, var iddiasında olanlarda mücerret düzlemde konuşmaktadırlar. Burada şöyle bir ince nüans saklıdır; yok diyenlerin istinat edecekleri kuvvetli argümanları bulunmamaktadır ama var diyenlerin istinat ettikleri çok kuvvetli argümanları vardır. Allah’ı, ancak, bizatihi müşahede ettiğimiz şeylerin zevahirini ve batınını nazar-ı dikkate alarak fehmedebiliriz. Varlık âleminde ki hiçbir şey tek yönlü değildir. İşte olayın bam teli de burasıdır. Duygu ve düşünce boyutu da burada önem arz etmektedir. Düşünce direkt temas kurduğumuz şeylerden bilgi elde etmemize, duygu ise düşüncenin de müzaheretiyle temas kuramadığımız alanlardan mücerret düzeyde kalsa da bilgi elde etmemize yarar. Ama biz münhasıran zevahire takılıp kaldığımız için, arka planı ıskalıyoruz. Böylece de ortaya kuru, boş ve saçma şeyler çıkıyor. Hülasa, abesle iştigal ediyoruz. Eğer siz maddeyi tüm buutlarıyla tetkik ve tahlil etmezseniz, onun öz mahiyetini idrak edemezsiniz. Bu tamamen deruni bir durumdur. Bu şu demek değildir; bu kavrayışta, olanca kesafetiyle münhasıran duygu hâkimdir, asla böyle bir şey sözkonusu değildir ve olamaz da. Duygu temelli olan mantık boyutundan müzaheret bulmaktadır ve bu durum mantığın ikna olmasını intaç etmektedir. Bilakis, bir arbede zuhur eder ki, insanoğlu bu nüansı fark eder ve ikna olması kabil olmaz. Velakin muhakkak ve mutlak olarak mantık temelinde ulaşılan bir çıkarımda duygu bulunmayacağı için sorunun ana kaynağı buradadır. Zira duygudan yana mahrum olan (duygu bir anlamda sonsuzluğun adıdır, çünkü duygusal yönlerde sınırlama yapmak muhaldir, böyle bir şey, insanın yitimidir) mantık, münhasıran zevahire yani madde duvarına çarparak darmadağın olmaktadır. Binaenaleyh, bir sonuca ulaşmakta kabil olmamaktadır. Ve insan mütemadiyen derin şüpheler dairesinde çırpınmaktadır.
Asırlarca üzerinde tefekkür edilmiş, muhtelif mülahazalar neticesinde muhtelif çıkarımlara ulaşılmış çok yönlü ve derin bir meseledir bu mesele. Filozoflar kendi algı alanlarına göre tetkikler ve tahliller yapmış ve muayyen sonuçlara varmışlardır ama bunlar kahir ekseriyetle sığ düzeyde kalmıştır. Doğada ki, mevcut maddeler üzerinde mantık yürütmüşler, muhtelif önermelere ulaşmışlar ve bu önermelerden indi kurgulamalar yapmışlardır. Vardıkları yargıların tümü de sübjektiftir. Kimse bunun aksini iddia edemez. Ki öyle değil midir yani? Şimdi ben maddi dünyadan muhtelif doneler elde edeceğim, o donelerden bir sonuca ulaşacağım ve ulaştığım sonuçlara göre bir yargıya varacağım. Kimse bunun nesnel olduğunu söyleyemez. Hülasa, hiçbirisinin serdettiği fikre matuf olarak, bu fikir mutlak olarak doğrudur, gerçektir ya da hakikattir diyemeyiz. Dersek, saçmalamış oluruz. Binaenaleyh, bitevi birbirlerini nakzedenler olduğu gibi, birbirleriyle mütenasip düşüncelere ulaşanlarda olmuştur. Fakat bilinmelidir ki, buradaki gerçeklik tamamıyla mantık temelli yani tek boyutlu gerçekliklerdir. Mutlak gerçeklik değildir hiçbirisi. Özneldir, indidir, kuru mantıktır. Filozofta olsa hiçbir kimse, bu mevzuda nesnel fikirler serdedemez ve serdeden de görülmemiştir. Çağlardan çağlara süregelmiştir böylece. Bir taraf inananlar olarak, bir taraf inanmayanlar olarak devam edegelmişlerdir. İnanmayanlar, retçiler, inkârcılar, mutlak maddeciliğin ve kuru mantıkçılığın tesirinde kalmışlardır. İnananlar, kabulcüler, iman edenler ise, derunlarında ki sonsuzluğun farkına ve idrakine vardıkları için, mutlak sonsuzluğa tereddütsüz iman etmişlerdir. Zira kendisinin farkına varan, kendisini idrak eden ve kendisini bilen biri mutlaka Allah’ı da bilir, bilecektir. Çünkü Allahsız var olmanın imkânsızlığını bizatihi fehmedecektir, fehmeder de zira. Filozoflardan bir filozof şöyle söz etmektedir; ‘’kimse bilmiyor ve anlamıyor, oysa Tanrı’yı bilmek, Tanrı’ya tapmaktan daha kolaydır.’’ Keza farklı bir filozof da; ‘’bilgi dediğimiz şeyin en ideal dışavurumu, kişinin kendini bilmesidir, eğer kişi kendinin var olduğunun farkına varır ve kendini bilirse, hiç kuşku yok ki Tanrı’yı da bilebilir.’’ Münhasıran hissetmek iktiza ediyor, hissetmek; o kadar. Çünkü Allah, bizim derunumuzu kaplayan hatta derunumuzun bizatihi kendisi olan sonsuzluk dediğimiz şeydir, sonsuzluk bilincidir. En kuvvetli argümandır bu, Allah’ın varlığına dair. Madde fanidir yani beden dediğimiz şey yok olucudur ama o bedeni diri kılan, o bedeni tüm hücreleriyle kaplayan, o bedene hükmeden ve anlam katan sonsuzluk dediğimiz, müşahhas olarak anlamlandıramadığımız ama mücerret olarak varlığımızın derinliklerine sinmiş ve bir anlam kesbetmiş şey, asla yok edilemez ve biz o sonsuzluk dediğimiz şeyle sonsuzluğa uçarız. Kalışımız da o sonsuzlukla kabil olabilmektedir.
İnsançocuğu, olağanüstü güzelliklerle, özelliklerle ve yetilerle teçhiz edilmiş, tezyin edilmiş muhteşem ve şerefli bir varlıktır. Mutlak olarak mükemmeldir. Bunun aksini iddia etmek alıklıktan başka hiçbir şey değildir. Nereden ve hangi yönüne bakarsanız bakınız muhakkak olarak sarahaten müşahede edebilirsiniz bu gerçeği. Tüm bu şeyler, Bir şeyi hatırlatır insana! İnsanoğlu, hayvanatın aksine, dış dünyası boyutunda ne kadar tahdit edilmişse, iç dünyası boyutunda namütenahidir. İnsanı yitmekten, yok olmaktan muhafaza eden şey, işte içinde ki bu sonsuzluktur. İnsanı tıkanmaktan, boğulmaktan, sıkışmaktan ve çıldırmaktan korur, içinde ki sonsuzluk duygusu. Hayvanat ise, içerisinde tahdit edilmişken, dışarısında namütenahidir. Fakat buna rağmen, insanoğlu, kendi kendisini tahdit etmekte ve maddenin tutsağı olmaktadır. Sonsuzluğunu, maddenin sınırlılığında yok etmektedir, kaybetmektedir. Sonsuz olan, sonlu olanda eriyip, tükenmekte ve sonsuzluğunu örterek tahdit edilmiş maddenin girdaplarına mahkûm olmaktadır. Burada derin bir tenakuz vardır. İnsançocukları burada ki tenakuzu ya fark edememekte ya da fark ediyorsa bile ittihaz etmekte zorlanmaktadır. İnsançocukları, hisseden varlıklardır. İşte his dediğimiz mücerret şey sonsuz mühimdir. Ki varolmak, bir yerde hissetmektir. Hayvanat ise bundan mahrumdur. Ya da insanda ki his denilen şeyden mahrumdur, şayet böyle bir şeye haiz olsa bile. Ama onlarda bu şey insiyakidir. İnsanı sonsuzluğa sevk eden şeyde işte his dediğimiz bu şeydir. İnsan mana âleminde ki mücerret verilere, donelere his tavassutu ile ulaşır ve aklı ile de o verileri, doneleri müşahhaslaştırma yoluna giderek gerçekliğe erişir. Bilim bile bunun neticesinde tezahür eder. Çünkü bilim, maddenin bilinmeyenin yönünün ortaya çıkarılmasıdır. Bilinmeyen yönde, ancak içimizdeki sonsuzluğun etkin olduğu durumlarda tezahür eder. Bunlar gerçekten garip şeylerdir. Hissetmek iktiza eder. Bilakis, algılamak, anlamak meseledir. Allah’a ulaşmanın en keskin ve kuvvetli yolu da bu yetidir. İnsançocukları, bu yeti sayesinde elde ettiği verileri, mantık çerçevesinde tetkik ve tahlil etmekte ve netice de kabullenmekte asla zorlanmamaktadır. Çünkü mantık ıskat olmaktadır. Ki, Allah’ın mevcudiyeti de, mantığa mugayir değildir ve olması da kabil değildir. Çünkü Allah, zaten mantığın içindedir. Tıpkı hissin o mücerret mevcudiyetinin derinliğinde olduğu gibi. Allah, insançocuklarına can olan ruhun sonsuz mücerret derinliklerine hükmeden bir müzik gibidir tabir caizse. Marks’ın da tesirinde kaldığı filozofların başında gelen Feuerbach; ‘’duygu denilen şeyin, Tanrısal bir organ’’ olduğunu ifade etmektedir. Yani duygu, insanın içinde ki en asil, en mükemmel şeydir. O duygu ki, insanın, insan olmasının yolunda ki en güçlü şeydir. Ve duygu, gerçekten de Tanrısal bir lütuftur ve şeydir. Ve bizler bu yolla Tanrısallığı algılayabiliriz ve Tanrı’nın varlığına ulaşabiliriz, Tanrının varlığını bizatihi sanki görüyormuşçasına müşahede edebiliriz.
Asırlardan asırlara feylesofların tezleri daima değişkenlik arz etmiştir. Zira herkesin algılaması kendi zihin dünyasına göre olmuştur, düşüncesi de bu minvalde şekillenmiştir. Her filozof kendi küçük dünyasından hayata bakmış, kendi bakışı istikametinde veriler elde etmiş, indi bakış açılarına göre önermeler oluşturmuş ve yine öznel çıkarımlara ulaşmıştır. Çünkü hiçbir kimse mutlak tümü idrak etme kapasitesine malik değildir ve malik olması da kabil değildir. İnsanlık, bir yerde birbirlerini ikmal etmeleri için farklı tabiatlarda halk edilmişlerdir. Her filozofun, varlığın ya da yaratılışın ana temeli olarak algıladığı bir nesne ya da olgu olmuştur ve yapılan tüm izahlarda bu nesne ya da olgu ekseninde hayat bulmuştur. Varoluşu, kendi kurgularına göre tespit ettikleri maddeyle ve madde temelinde oluşturdukları önermeyle izah etmeye çalışmışlardır. Aklımız var mı? Var. Kalbimiz var mı? Var. Bu olgulardan tezahür eden düşüncelerimiz ve duygularımız da haliyle oluşacaktır. Öyleyse, şimdi, şöyle bir iddia da bulunabilir miyiz? Filozoflar, mutlak gerçeği ifade, izah ve izhar etmişlerdir. Tamam, mutlak gerçeği filozoflara hamledelim. Peki, bunu hangisi için söyleyeceğiz? Öyle ya onlarca filozof var, hangisini mutlak gerçek kabul edeceğiz? Filozoflar kadar teori var. Ha, filozoflarda, gerçekten kıymık olabilir mi? Elbette olabilir, ki hakikatlere parçalardan ulaşılır. Ama hiçbirisi mutlak gerçek değildir. Çünkü her filozof netice bir beşerdir ve hiçbir beşerin şaşmayan mutlak umdeler ortaya koymaları ve mutlak gerçeği ifade etmeleri muhal ender muhaldir. Binaenaleyh, her bir filozofun tezleri, indi mantık kurgusunun neticesi olan ve öznel olarak kalmaya mahkûm olan tezlerdir. Hülasa; indi mülahazalarla ve öznel mantık kurgulamaları neticesinde varılan önermelerle mutlak gerçekliğe ve oradan da Müteal olana mülaki olmak kesinlikle kabil-i mümkün değildir. Hatta böyle absürt iddialarda bulunmak trajikomiktir, mantığın sefaletinin ilanıdır. Allah’ın sözlerinden başka Mutlak Hakikati ifade eden söz yoktur, olamaz, olamayacaktır. Ve o Kutsal Sözler Allah’ın mevcudiyetinin mutlak hüccetleridirler.
Allah’ın varlığı ya da yokluğu mevzusunda mutlak bir çıkarımda bulunmak ve mutlak bir yargıya varmak muhal ender muhaldir. Çünkü Allah, akılla, bir nesneyi keşfediyormuş gibi keşfedilemez. Zaten Allah, aklın içindedir. Sen Allah’ın verdiği bir nimetin kendisinde Allah’ı göremiyorsan, sorunu kendinde aramalısın. Bu mevzuda ki çabalar beyhudedir hatta absürttür. Akılla bu mevzuda selamete ulaşmak kabil olamaz. Çünkü akıl tahdit edilmiştir. Biz, Allah’ı, ancak halk ettikleri üzerinde derin tefekkürlere dalarak hissedebiliriz. Allah yoktur diyenler, mutlak hüsranla karşılaşırlarken; Allah vardır diyenler ise asla olumsuz bir netice ile karşılaşmazlar. Zira yoktur diyenler safi akılla bu işe yaklaşıp, hissi önemsemezlerken; vardır diyenler, aklı ve hissi mezcederek mutlu sona vasıl olurlar. Burada bilimsel bir örnekle olayı izah etmeye gayret edelim: ‘’William James eğitim üzerine çalışmalar yapan bir bilim adamıdır. Bu zat, çocuklar üzerinde cemiyetin dahli olmadan çocuğun dünyasında hâsıl olan doğal dini hisleri keşfetmek için Ballard isimli bir çocuğu izler. Bu çocuğunun eğitim ve öğretimle hiçbir merbutiyeti yoktur. Çünkü sağır ve dilsizdir. Bu çocuğun hatıralarını ve davranışlarını takip ve tetkik eder. İlerleyen zamanlarda ciddi bir eğitim sürecinden geçen bu çocuk, eğitim almadığı zamanlarla ilgili metafiziki duygu ve düşüncelerini şu şekilde izah eder; ailemle doğada gezinti yapmak için dışarıya kendimi attığımda, doğanın büyüleyici manzarası bende derin tesir bırakıyordu. Konuşamıyor ve yazamıyordum ama zihnim hareket halindeydi, düşünebiliyordum. Kafamın içinde beni rahat bırakmayan ve hayrete düşüren sorular uçuşuyordu. Durmadan soruyordum. Evren nasıl oluşmuştu? Ay nasıldı, Güneş ne demekti? İnsanların, hayvanların ve bitkilerin ilki nasıl meydana gelmişti tohumsuz bir şekilde? Biz kimdik ve niçin vardık? Niye buradaydık ve nereye gidiyorduk? Sorular beynimi kemirir, yüreğimi yakar ama bir türlü netice alamazdım, ıstıraplar içinde kalakalırdım. Akıl yürütmelerim sonuçsuz kalınca kendi içime çekilir, sormaktan kaçardım. Fakat aynı şey yeniden nüksederdi ve bu durum böylece sürüp giderdi. Her hâlükârda ve içimin her kıpırdanışında, beynimin her hareketinde bir Tanrı’nın var olduğunu hissederdim acı çeken ruhumun gizli derinliklerinde.’’ Evet, akıl bazen kördür ve gören gönüldür. Biz görmesini bilelim ve görmek isteyelim yeter ki! Arayış bitmez elbette ve serüvencidir insanoğlu. Aradıkça tekâmül edecektir. Serüvenler peşinde koşarken ilerleyecektir. Geçelim! Evet, Allah’ın var olduğuna iman edenlerde elbette nesnel olarak bir neticeye vasıl olamazlar velakin çok kuvvetli argümanlar temelinde hareket ederler. İman edenlerin, iman etmeyenlerden en büyük farkları; maddeyi tüm boyutlarıyla algılayıp, anlayıp, kavramalarıdır. İman etmeyenler ise, münhasıran maddenin zevahirine takılıp kalmaktadırlar, bu yüzden de maddenin derinliklerine inememekte ve maddenin metafiziğini keşfedememektedirler. İman etmeyenlerin, mutlak ve kuru mantıkla hareket etmelerine mukabil; iman edenler, akıl ve kalp bütünlüğü çerçevesinde hareket etmekte ve daha kuvvetli verilere ulaşmaktadırlar. İman etmeyenler, insanın derunundaki sonsuzluk bilincinden uzaktırlar ama iman edenler ise bu sonsuzluğun bilincindedirler ve bu büyük bir avantajdır, ayrıcalıktır, iman edenlerin en mümeyyiz vasıflarıdır. Hülasa; herkes kendi algılamalarına ve anlamalarına göre bir şeyler söylemeye çalışmışlardır. Zira her akıl ve gönül farklıdır, her göz farklı görür âlemi. Ve herkes söz söyler ama kendi sözünü söyler. Zira varlık âlemine, herkes kendi gözüyle bakar ve kendi gözleriyle gördüklerini kendi mantık kuralları içinde yorumlar. Kimisi kuru mantıkla yorumlar, kimisi de elde ettiği verileri, doneleri gönül süzgecinden geçirir ve akla vurur, ondan sonra söyler sözünü, kurar önermesini. Hiçbir kimse varlık âlemine başkasının gözüyle bakamaz ve varlık âlemini başkasının mantığıyla yorumlayamaz. Nihayetinde, hiç kimse, başka bir kimsenin fikrini mutlak doğru olarak kabul edemez, bu mevzuda. Nihayetinde, hakikatin mutlak bilgisine beşer erişemez. Mutlak Bilgi Allah indindedir. Kabul etseniz de, etmeseniz de! Ki, Allah’ta, apaçık meydan okuma yapmaktadır zaten.
Ne garip dünya ve garip şeyler oluyor bu dünyada. Ne anlayabiliyorsun ne huzur bulabiliyorsun. Kıvranıp duruyorsun. Küçük insanlar ve düşünceler küçük. Birbirimizi yemekten başka bir şey yapmıyoruz. Düşmüşüz leş peşine, birbirimizi yiyoruz. Sona da niye bu haldeyiz diyoruz. Dürüst değiliz! Önce büyük düşünmeyi ve büyük adam olmayı becereceğiz. Geçelim! Varolma süreci içerisinde, varlığımın bilincine erdiğimden bu yana, belli başlı filozofların kitaplarına ulaşmaya çalıştım ve gücümün yetiğince okuma gayretinde oldum. Tümünde de şunu gördüm; her filozof, kendi aklını kullanmış, doğaya kendi gözleriyle bakmış, sübjektif önermeler kurmuş ve nihayetinde de aynı şekilde indi yargılarda bulunmuş. Yani bireysel bir çaba var özünde. Evet, çabalamışlar, derin düşüncelere dalmışlar ama yanılmışlar. İnsanlar çünkü! Zira insan, kendi kafasıyla düşünüpte, başkasının kafasıyla bir çıkarımda bulunamaz. Kendi gözleriyle görüpte, başkasının gözleriyle görüyormuş gibi yapamaz. Müşahede ederiz, algılarız, anlarız, tetkik ederiz, tahlil ederiz, önermeler kurarız ve bir yargıya varırız. Her insan bir fikirdir aynı zamanda ve her fikir bir insana aittir. Dolayısıyla herkes kendi fikrini ortaya sürmüştür. Çünkü hiçbir insan, başka birinin fikrini ortaya süremez, başka birinin gözüyle doğaya bakamaz, başka birinin algılamalarıyla doğayı algılayamaz. Bu özetir! Her bir filozofta deruni çığlıklar duyumsadım. Çünkü bu durum, insan çocuklarının, mütemadiyen, derin şüphelerin girdaplarında boğulup, bocalamalarına ve ömürlerini bu uğurda heder etmelerine sebep olmuştur. Evet, insanlığa bilimsel bir miras bırakmışlardır ama kaybederek. Kazanabilirler miydi? Kuşkusuz. Sadece bir şeyi idrak etmeleri iktiza derdi; akıl sınırlıdır! Her zaman da hakikat varolmuş muydu? Elbette ki. İşte bunu müşahede edip, algılayıp, anlamaları icap ederdi. Olmadı ya da olması istenmedi! Ya da bu bir kaderdi! Ele geçen bir şey var mı? Yok. Bu minvalde yolunda yürüyenlerin şüpheleri biteviye nüksetmiş, ilerlemiş ve inkâra yönelme olmuştur. Şüphe normalde iyi midir? İyidir hatta ilaç gibidir ama kutsal bir şüphe olacak bu ve bu şüphe imana götürür insanı. Hiçbir şüpheden kolay kolay inkâr çıkmaz! İman edenler ise, yollarında yürümeye devam etmişlerdir ama onlarında bir suçu var; yürüdükleri yolda uykuya dalmışlardır. Şu bir gerçektir ki; filozofların sübjektif yargılarına istinat ederek Tanrı’yı inkâr etmeye tevessül etmek acizliğin, zavallılığın en bedihi resmidir. Fakat filozoflar da insanları çeken bir şey olmuştur mütemadiyen. Bir gizem, bir sır, bir ayrıcalık aramışlardır onlarda. Onların peşinden gitmeyi bir farklılık addetmişlerdir. Burada nefis egemendir, akıl değil. Yani küçük düşünme ve küçük adamlık vardır. Gerçeği örtme gayreti ve çabası bulunmaktadır. İman etmek hep sıradan bir şeymiş gibi algılanmış ve algılatılmaya çalışılmıştır. Filozof kuyruğuna yapışmak deruni bir zevk sunmuştur yapışanlara. Fakat bu akıl işi midir yoksa alıklık mıdır, orasını siz düşünün! Burada bir bilinç olup olmadığı sorgulanması gereken bir durumdur!
Son tahlilde; yaratılış konusunda kim ne söylerse söylesin, hangi önermeyle hangi teze ulaşırsa ulaşsın, indi mülahazalar neticesinde ulaşılmış sübjektif bir yargıdan başka hiçbir anlam taşımayacaktır. İnsanlık bundan istifade edebilir mi? Eyvallah! İnsanlık bunu mutlak hakikat ittihaz edebilir mi? Asla! Aksi kabil değildir. Bu minvalde ki sözlerle, hayatın normal seyri içerisinde ki hayata dair sözler farklıdır, burada ki nüansı da sarf-ı nazar eylememek icap eder. Hayatın seyri içinde ki hayata dair söz edenlerin sözlerini tolere edebiliriz, çünkü benzer neticelere bizde ulaşabiliriz ve hayata dair sözler bir yerde ölçülebilir sözlerdir. Yani, doğru mudur, yanlış mıdır, kontrol edilebilir. Fakat varoluş mevzusunda ki sözler, önermeler, tezler, çok farklı durumlardır. Ki zaten hayatı ve hayata dair söylemleri de buradaki söylemler şekillendirmektedir. Zira hayatınızın istikametini, burada yapacağınız seçim, vereceğiniz karar tayin edecektir ve kararınız kaderiniz olacaktır. Binaenaleyh, varoluş mevzusunda ki sözlerin, önermelerin, tezlerin, öznelliği ya da nesnelliği sonsuz önem arz etmektedir. Burada ki durumun ölçülebilirliği yoktur. Çünkü Allah’ın varlığı ya da yokluğu mevzusu ölçülebilir bir mevzu değildir. Ve ittihaz ettiğimiz şey, muhatap aldığımız şahsın indi mülahazalarından başka hiçbir şey olmayacaktır. Öyleyse, niçin bizim gibi et ve kemikten ibaret olan aciz bir beşerin tezlerini mutlak kabul edip, Allah’tan yüz çevirelim? Niçin imanımızı, beşeri tezlerle tahrip ve tahrif edelim? Hayır, bir yanda Filozofların anlattıkları tanrılar, diğer yanda İnsanlık Önderlerinin varlığından haberdar ettikleri Yüce Allah. Siz olsanız hangisini tercih edersiniz? Bir filozof diyor ki; ‘’bana Peygamberlerin anlattıkları Tanrı lazım.’’ Bu mevzularda ileri geri laflayan ve filozofları tekrar etmekten başka hiçbir şey yapmayan şarlatan çömezler de içsel sayıklamaların kurbanları olmaktan kurtulamamışlardır. Yani ne söyledikleri ne de söyleyebilecek bir şeyleri yoktur. Safsatalarla avunmaktadırlar. Münhasıran kendi kendilerini tatmin etmektedirler ve güya filozofça tavrılar içerisinde ahkâm kesmekte, poz yapmaktadırlar. Bir nevi bireysel tatmin peşindedirler. Yoksa bir şey söyledikleri yoktur ve asla da olmayacaktır. Okuduğum tüm filozoflar da şunu gördüm; mutlak bir belirsizlik, sonu gelmeyen ve bir neticeye ulaşamayan lüzumsuz münakaşa ve boğuşma. Mütemadi bir sayıklama hali. Bitevi bir kendini tekrar. Fasılasız bir iç çekiş hali. Hülasa; çıldırma! Mutlak, katı, sert akıl ve maddecilik. Duygu sıfır! Alelade bir tanrıcılık oyunu. Evet, kafanı patlatırcasına tetkik, tahlil yapmak iktiza eder. Çünkü bilim basit bir mevzu değildir. Özgün bir düşünce ortaya koyma çabası kutsaldır. Ama bir yerde de ölçüyü kaçırmamak, sınırı bilmek icap etmektedir. Kafayı yemeye lüzum yoktur. Çünkü kafayı yiyene çok akıllı adam demiyorlar, demezler. Olay; haddini ve kendini bilme durumudur! Yani, neticede, her şey yine muallakta kalmakta, belirsizliğe mahkûm olmakta ve serdedilen öngörüler bir diğeri tarafından cerh edilmektedir ve yeniden kavga çıkmaktadır. Evet, bu bilimin terakkisine katkı sunmaktadır belki ama insanlığa da fazla bir şey verdiği iddia edilemez. Ağız dalaşının, insanlığa faydası yoktur. Böyle bir paradokslar âlemine mahkûm olmak akıl karı değildir. Zira ömür sınırlıdır ve insan, amaçsız, çabasız, sürü gibi yeryüzünde gezinmek ve otlamak için halk olunmamıştır. İnsan bir amaç için yaşamaktadır ve var olmasının bir sebebi, var kalmasının da bir bedeli elbette vardır, olacaktır. Öyleyse insan, nefsi arzular peşinde koşarak ömrünü heba edemez. Absürtlüklerle, malayani ile kutsal vaktini öldüremez. Safsatalarla iştigal var olamaz, var kalamaz, varlığını idame ettiremez. İnsan dikkatli yaşamak zorundadır. Kendini aramak, bulmak, bilmek zorundadır. Çünkü o, insandır! Ve insan şerefli kılınmıştır!
En son tahlilde; filozoflar da ne kadar bulanıklık gördüysem, Peygamberler de o kadar berraklık müşahede ettim. Filozofların hayatla alakaları yokken, Peygamberler hayatın ta kendisiydiler. Hayat diye bir şey vardı ve biz içindeydik. Ama filozoflar hayattan kopuktular, adeta yoktular hayatta, hayatı fazlada ilgilendirmiyordu, onların ilgilendikleri şeyler. Ama Peygamberler hayatın bizatihi içindeydiler hatta hayatın kendisiydiler, hayat Onları ilgilendiriyordu, Onlarda hayatı, çünkü hayat onlara dokunuyordu. Saçmalıkla, hayalle, malayani ile ilgileri yoktu Peygamberlerin ama filozoflar ise zaten saçmalık, malayani ve hayalcilik demekti. Peygamberler berrak konuşuyorlardı, filozoflar ise belirsizlikte boğuyorlardı. Filozofların söyledikleri ve yazdıkları boş şeylerdi ama Peygamberlerin söyledikleri ve konuştukları mutlak hakikatlerdi. Filozofların kitapları laf yığınından ibaretti, Kur’an ve Kur’an’dan öncekiler ise söz getirmişlerdi. Kur’an olabildiğince netti, kesindi, berraktı, ne kapalılık vardı, ne belirsizlik ve ne de boğuntu. Bize yetiyordu. Yani hayatın ta kendisiydi Kur’an ve hayatı anlatıyordu hatta hayatı yeniden kuruyordu, insanla birlikte. Binaenaleyh, filozoflardan ayrı düşüp, uzak kalmadım ama artık onlar benim gerimde kalmışlardı. Çünkü ileri sürdüklerini çok kolay cerh edebiliyor ve kendilerini ıskat edebiliyordum. Zira onlarda bir insandı ve benden üstün değillerdi. Akıl onlarda da akıldı, bende de akıldı. Onlar akla takılıp çakıldı ama ben akılla, çakıldığım yerden çıktım. Bu yüzden uzak kalmasam da umursamamaya başladım. Zira verdikleri bir şey yoktu, verebilecekleri bir şeyde görmüyordum. Badema da verebilecek bir şeyleri olduğunu düşünmüyorum. Çünkü onlar dünyadan da, hayattan da, insandan da hatta hakikatten de kopuklar. Onlar hakikati ve hakikatin hayatını yıkmak üzere varlar. Hayatı çözmek, hayatın hakikatini keşfetmek için değil. İşte tam da bu yüzden, onlar hiçbir şey değil. İnsan şüphelerde boğulmak için var değil. Amacı da, varlığını inkâr değil. İnsan bir yandan şeytanla diğer yandan içinde ki insanla mücadele halindedir. Filozoflar ise insanları, şeytanın ve nefislerinin tuzağına düşürmekten başka hiçbir şey yapmamaktadırlar. Çünkü hakikati kaybeden ve hayata uzak düşen insan, tuzakların tam ortasına düşer. Bu hakikatleri bizatihi müşahede ettim. Hayatın dip derinliklerine daldım. Hissettim acıyı da, sevinci de dibine kadar. Kaderimin ağlarını dişimle, tırnağımla ördüm. Gözlerimin gücü kadar gördüm. Kulaklarımın gücü kadar işittim. Kalbimin gücü kadar hissettim. Aklımın gücü kadar ileri gittim. Bedenimin gücü kadar direndim. Dinin şüphe götürmeyeceğine, dinin yaşanmak için gönderildiğine ve Tanrısız din olamayacağına, aklım ve kalbim kadar inandım. İki yol gördüm; ya imana ereceksin ya da imanı reddedeceksin. İman bana girdi, ben kemale erdim. Bundan sonra da artık kendi yaşam serüvenime dalıp gittim. Deneyimlerimi yol işareti olarak bildim. Ve aldığım kararlarla kendi kaderimi kendim çizdim. Tabi küçük kaderimi! Çünkü büyük kader, İlahi Kudrete aittir.
Filozlar var, Peygamberler var. Hangisi?
Beşeri laflar var, Kur’an sözü var. Hangisi?
Hayat kimin? Karar kimin? Kader kimin? Kimsin sen?
Ya insansın ya da seçim senin, nesin sen?
Bu dünya otlak mı yoksa say, cidal ve imtihan mekânı mı?
Deruni bir sonsuzluğun, sınırsızlığın dâhilindesin.
Tahdit edilmiş bir gövdenin mahkumusun.
Bil ve unutma! Allah’ı inkâr, kendini inkârdır. Kendini inkâr, akla değil, alıklığa dalalettir. Boş laflara aldanıpta, kanlı ve canlı varlığına kör, sağır, hissiz, bilgisiz olup, kendini inkâr etmek insan olduğunu inkâr etmektir. İnsan olduğunu inkâr ettikten sonrada her şey önemsizdir. Tüm varlık âlemi, zerreden zerrata kadar, Tanrı’nın varlığının mutlak hücceti iken, Tanrı’yı inkâr etmek mutlak cehalettin hücceti olur ancak. Fazla söze ne hacet!