GİRİZGÂH
Bir insan olarak, bir gövde, o gövdenin üstünde bir kafa ve o kafanın içinde bir akıl sahibiyim elhamdülillahirabbülalemin. Tabi akıl sahibi olduğum, aklımı kullanmamla belirginlik kazanır. Bilakis akıl sahibi olduğumu gösterecek hiçbir şey yoktur. Aklımı kullandığım takdirde var olduğumun farkına varırım. Ve ahlaki bir disiplin içerisinde de kullanmaya gayret ediyorum. Çünkü aklım, gövdemin üstündeki kafamın içinde, hiçbir kimsenin cebinde değil. Binaenaleyh, mülahazalarımı, haddimin ve hududumun fevkinde olarak, edep çizgisinde kalarak, hürriyet dairesi içerisinde serdetme gayretinde olacağım inşaAllah. Hiçbir kimseyle derdim yoktur, olmaz, olamaz. Hayatta, insançocukları, evet’i de hayırı’da zamana, mekâna, kişiye göre kullanır. Elbette ki, neye, kime, niçin, nasıl, evet ya da hayır denildiği, denileceği mühimdir. Tercih, seçim yaparken kullanırız bu mevhumları. Bir anlamda kendimize güvenmenin de zımni onayıdır bu mevhumları kullanabilmek iradesini ortaya koymak. Haddizatında mukadderatı da tayin eden mevhumlardır bunlar. Eğer bu mevhumları nerede, nasıl, niçin kullanacağımızı bilmezsek ya da yanlış yerde ve zamanda kullanırsak kendi kendimizi tutsak bile kılabiliriz. Yerine ve zamanına göre hayır ya da evet diyemeyenlerin mukadderatları kölelikten başka hiçbir şey olamaz, hayatın onlara bağışlayacağı tek şey; kölelik zincirleridir. İman bile hayır ile başlar misal. Allah’tan başka her şeye hayır ile yani LA ile başlar. LA, putları süpüren bir süpürge görevi görür tabiri caizse. Hayatta mütemadiyen evet ya da hayır’la ilerler. Hayat demek, an be an tercih, seçim demektir. Tercih ve seçimin dominant mevhumları ise evet ya da hayır’dır. Kendi mevcudiyetine ve aklına güvenen için hayır demek zor değildir ama aksi durumda en zor şeydir. Hayır diyebilecek iradeye malik olanlar, hürriyet bilincine mülaki olmuş olanlardır. Bazı hayır’lar ise felaket zillerinin çaldığını gösterir. Haddini ve hududunu bilmeyen, kendilerini müstağni olarak gören müstekbirlerin, mütekebbirlerin hayır’ları onların azgınlıklarının, tuğyanlarının delaletidir. Nankördürler, küstahtırlar, cahildirler, zalimdirler, müşriktirler. Kul, kuldur ve asla müstağni göremez kendisini. Allah’ın emrettikleri ve nehyettikleri de vardır kuşkusuz. Allah, bazı şeylere hayır derken, bazı şeylere de evet der. Reddimiz, aklımızın, kalbimizin, dilimizin işlevselliğine bağlı olarak yine Kur’an temelinde olacaktır Yüce Allah’ın izni ilahisi ile. Hakikati iyi idrak etmezsek, neyi, niçin, nasıl yapacağımızı asla bilemeyiz ve hiçbir zamanda başarıya eremeyiz. Bitevi yanlış yaparız ama yanlışlarla, insanları bir araya toplamak kabil-i mümkün değildir, bilakis insanları atomize ederiz ki, bu da Siyonist Emperyalizmin işine gelir. Siyonist Emperyalizme muhalefet ettiğimizi sanırız ama muhalefet ediyoruz derken Siyonist Emperyalizme çalıştığımızın farkında değilizdir. Binaenaleyh, samimiyetimizi, Yüce Hakikatler ekseninde biteviye sorgulamalıyız ve bademada sorgulamaya devam etmeliyiz. Birbirimizi nakzetmek üzerine fikir serdetmemeliyiz, hakikatin tezahür etmesi için fikir serdetmeliyiz, namuslu olmak budur. Zira birimiz hepimiziz, hepimiz birimiziz. Ya hep birlikte kurtulacağız ya da hep birlikte yok olacağız. Kısa bir girizgâhtan sonra geçelim ve asıl meseleye gelelim inşaAllah.
ALAK SURESİ 6. 14. 15. ve 19. AYETLER TEMELİNDE İZAHLAR
Eğer bir insan kendi kendine yettiği zannına kapılırsa azgınlaşmaya temayül gösterir ve kahir ekseriyetle de böyle olmaktadır. Kalıba değil öze bakarsak ihsas edebiliriz bunu. Oysa hiçbir insanoğlu kendini asla müstağni göremez. Zira kudreti bellidir ve mukayyettir. Azgınlaşmak illa inkâr etmek anlamında da değildir. Ha, inkâr etmek azgınlaşmaktır elbette ama azgınlaşmak, farklı boyutlarda da tezahür etmektedir. Bugün, iman ettiğini söyleyipte yetimi gözetmiyorsa, kul hakkını gasp ediyorsa bir kişi, azgınlığa meyletmiş demektir. İşte kalıba bakarsak bunu müşahede edemeyiz ama birazcık ince baktığımız zaman fark ederiz. Kendini müstağni gören, kendisini biteviye gözetleyip duranı, zaman içinde unutarak haddini ve hududunu aşar ve tanrılığa yeltenir. Eğer insanoğlu kendisini her şeye yeterliymiş gibi algılarsa hemen kibir kuyusuna düşer, mevcudatı sanki kendisi halk etmiş gibi tavırlara bürünür ve sapıtır, firavunlaşır, karunlaşır, belamlaşır. Öyle ya, güya kendisi kendisine yetmektedir! Tabi ki, imandan nasiplenmeyenlerde, behresi olmayanlarda bu durum daha bir tebeyyün eder. Bu modda ki kişiliğin zengini, yoksulu yoktur. Çünkü aynı tavrı, bazen yoksul da, bazen de mülk sahiplerinde müşahede edebilirsiniz. Dönüş, nihayetinde Yüce Allah’adır. Nereden geldiysek, oraya döneceğizdir. Her giden gelir, her gelen gider; aynı yere! Nihayetinde nereden geldiysek, dönüş orayadır. Kimi haddini ve hududunu bilerek yaşar ve namusluca dönüş yapar, kimisi de had ve hudud tanımaz biri olur çıkar ve namussuzca dönüş yapar. Ve her dönen, muhakkak layığını bulur, bulacaktır, bulmaktadır. Allah’ın merhameti sonsuzdur ama adaleti de işler. Mezkûr ayetlerde, tamamıyla, zenginliğini, kendi kendisine yetiyormuş gibi algılayıp tuğyana yönelen ve had, hudud tanımayan azgınlara, müstekbirlere, mütekebbirlere, kompradorlara nidada bulunulmaktadır. Hiçbir insanoğlunun, bu kibirli ve azgın zalimlere yüz vermemesi, kulağını açmaması gerektiği uyarısı yapılmaktadır ve onların önünde eğilmemesi gerektiği söylenmektedir. Burada zenginliği reddediş gibi bir anlam çıkarılamaz. Ha, nefsimiz isteyebilir zenginlik diye bir şey olmasın, herkes müsavi olsun ama bizim istememizle olmuyor maalesef bu işler. Hakikat var, mutlak ve muhakkak yasalar var. Ve bir şey o yasalarda varsa, yok sayılamaz. Çünkü yok sayılmakla yok olmaz. İstesen de olmaz, istemesen de olmaz, zira mutlak kaderdir o, senin iraden dışındadır. Olmasaydı, olmayacaksaydı zaten olmazdı. Var ki, var! Var ki, var denmektedir ve üzerine mutlak hükümler verilmektedir. Burada anlaşılması iktiza eden şey, servetinden dolayı kendini müstağni görmenin ve bu sebeple de haddini ve hududunu aşıp azgınlaşmanın yanlış olduğudur. Servet sahibi olduğu için köpekleşeneler tezyif ve tahkir edilmektedir burada. Çünkü servetlerinin sahipleri değildirler ve bunun da idrakine varacak akıldan yoksundurlar, binaenaleyh kendilerinin olmayan ama kendilerine ait olduğunu sandıkları bir şey yüzünden tuğyana düşmektedirler. İşte reddedilen şey bu tavırdır yoksa servet ya da servet sahibi olmak değildir. Er ya da geç azgınlaşmış zalimlerle hesaplaşılacağı garantisi verilmektedir. Ayet kesinlikle sarihtir, muhkemdir. Zenginliğin Müşrikliğe yol açması kötülenmekte, olumsuzlanmaktadır.
Evet, bir dünya hayatı ve toplum realitesidir ki; mülkiyetçilikle, tuğyana meyletme ve Müşrikliğe bulaşma arasında mütenasip bir ilinti vardır. Hayata derin bir bakış attığımız zaman bunu sarahaten temaşa ederiz. İnsanoğlu dediğimiz canlı varlık, azıcık bir mülke malik olduğu zaman hemen had ve hudud bilmez biri olup çıkmaktadır kahir ekseriyetle. İman sahibi ya da imansız, bir fark olmuyor çoğunlukla, bu konuda. Filhakika, insanoğlu zengin değildir, zengin de olamaz. Her şey zevahirden ibarettir. Zenginliğin kaynağı da, zengin olan da, haddizatında Allah’tır. İnsanoğlu, bu hakikati, fark ve idrak etmek zorundadır. Velakin servet ve zenginleşme peşinde koşarken kendi kendini harap etmektedir ve hayatı berbat olmaktadır. Şurası da vardır; dünya dediğimiz şey nimetlerle lebaleptir ve bu nimetlere erişmenin yolu da buradan geçmektedir. Dünyada güç dediğimiz bir şeyde vardır ve güç sahibi olmakla nimet sahibi olmak aynı yoldan geçmektedir. Güce erişen de, toplum üzerinde egemenlik tesis etmeye yeltenir hemen. Kibre yönelir, tiranlaşır, had ve hudud tanımaz biri olur çıkar hatta sapıtıp inkâra yeltenir. İşte Yüce Allah’ın lanetlediği bir tavırdır bu. Zenginliği değil, zenginlikten sadır olan davranışları lanetler Allah. Yani zenginliğin köpekleşmeye sebep olmasına hayır der ve zengin olduğu için köpekleşenleri lanetler. Zira zenginlik bir imtihan vesilesidir. Zenginlik birey bazında da, toplum bazında da ciddi sorunlar doğuran bir durumdur. Fakirliğin aşırı derece de olduğu zaman felaket olabildiği gibi, zenginlikte aşırı derece de oldumu felaket olabilmektedir. Ve Allah zenginliğin paylaşılmasını ister. Çünkü veren kendisine ait olanı vermemektedir, kendisine verilenden vermektedir. Yani Allah vermektedir ama aynı zamanda demektedir ki; sana veriyorum ve sen de Ben’im için vereceksin. Bunu zorla dayatmakta mıdır? Hayır. Zira dayatma dinin özüne aykırıdır, çünkü dinde zorlama yoktur ve sorumluluğun bağlayıcılığı da bu yüzden önemlidir. Zira bu bir imtihan vesilesidir. Çünkü Kur’an bir öğüttür. Dileyen kabul eder, dileyen inkâr eder ama sorumluluğuna katlanmak şartıyla. Tabi bu arada bizlerde adalet için kesintisiz ama ahlak temelinde bir mücadele vermeliyiz. Yoksa adalette kendiliğinden sağlanmaz. Ve Allah, adalet için mücadeleyi yasaklamaz. Zira zorlamanın olduğu yerde imtihan diye bir şey söz konusu olamaz. Kölelerin imtihanı olur mu? Kulluk özgürlüğü gerektirir!
MÜDESSİR SURESİ 11. ve 15. AYETLER TEMELİNDE İZAHLAR
İnsan; ihtiyaç sahibi olan, isteyen ama doymayan bir varlıktır. Bir vadiye sahip olsa, ikinci vadiyi arzular, ister, bundan da utanmaz. Bu, nefsin doymak bilmezliğindendir. Fakat bilmez ki, doymayan gözünü, topraktan başka doyuracak hiçbir şey yoktur. Ama ister yine de. Çünkü istemekle halk olunmuştur. Verecek olan istetmiştir, vermeyecek olsaydı istetmezdi. Ki, haddizatında, istediği içinde yaratıcı bir tıynette halk edilmiştir. Çünkü muhtaç, istiyor, istediğini bulamıyor, araştırıyor ve ulaşıyor. İnsan dediğimiz akıl sahibi varlık, maalesef aklını doğru kullanma kabiliyetinden mahrum kalıyor bazen. Çünkü cehaletle, nankörlükle, zalimlikle maluldür. Cahildir, bilmez hatta bilmediğini de bilmez ama bildiğini zannederek yaşar gider. Nankördür, elindekinin kıymetini bilmez, daha fazlaya sahip olmak için elindekini de kaybeder, sonra pişman olur ama fayda etmez. Zalimdir, muannittir, haddini ve hududunu aşar, yoldan sapar ve bataklığa gömülür kalır yani kendi kendine zulmeder ve yine benzerlerine de zulmetmekten geri kalmaz. Burada, tek bir insanoğlunun nazarında tüm insançocuklarına hitapta bulunulmaktadır haddizatında. Yine de bu seciyede ki türlerin, tecziye edilmelerinin münhasıran Kendisi tarafından yapılacağını beyan etmektedir Allah. Zira verdiği kulu, verilenden vermemiştir ve azgınlığa meyletmiş, tuğyana sapmıştır. Ve burada zenginlere değil, onların aşağılık tavırlarına hayır denilmektedir. Bu kadar sarihtir hakikat. Zenginlik cezbedicidir, palazlandıkça palazlanmak ister. Zenginlik aynı zamanda cimriliği tevlit eden bir durumdur da. Çünkü çoğalan şey, verdikçe azalır ama zevahirde azalır, oysa verilen şey batında çoğaldıkça çoğalır, fakat kul bunun farkında değildir, çünkü kördür, bazen görmek görüyor olmak demek değildir. İşte zevahirde ki bu azalmak korkutur, korkan da vermekten vazgeçer, zaman içinde aşırı cimrileşir. Hatta daha ötesi her şeyi kendisinin kazandığını ve üzerinde tasarruf yetkisinin tamamen kendisine ait olduğunu iddia eder. Nihayet isyan eder ve tanrılığa yeltenir, inkârın içine gömülür. Servetin tenkisatından korkan kişi, servetine sımsıkı sarılmaya başlar ve kaybetme korkusuyla yaşar mütemadiyen. Vermek, kaybetmektir mülk sahibi için, egemenliğin zayıflamasıdır, kölelerin dişlenmesidir. İşte bu vahimdir. Çünkü zaman içinde tanrılaşan mahlûk, tanrıcılık oynamaya iyice alışmıştır ve bunun getirilerini kaybetmek istemez. Tüm bunları niye söylüyoruz? Hakikat ortaya çıksın ve sarih olarak görülsün ki, sonradan insanlar aldanışın içerisinde olmadıklarını bilsinler. Bilakis, gerçek sonradan öğrenildiği zaman daha büyük felaketler olabilir. Bir de acıda olsa, zor da gelse, hakikat, sarahaten ve tafsilatlı olarak bilinmelidir.
MÜDESSİR SURESİ 32. ve 47. AYETLER TEMELİNDE İZAHLAR
İnsanoğlunun hayatında ki en zor tercih, seçim, hak ve batıl tercihi, seçimidir. Evet, iki tercihle baş başadır insançocukları. Ya iyiyi, doğruyu, hakikati tercih edecek, seçecektir ya da kötüyü, yanlışı, yalanı tercih edecek, seçecektir. İnsan, akleden bir canlı olduğu için, biteviye uyarıyla karşı karşıyadır ve uyarılmaktadır. Her bir insançocuğu, kendi cennetini de, cehennemini de sırtında taşımaktadır. Çünkü herkes kaderini, bir yerde, yaptığı tercihlerle, seçimlerle, verdiği kararlarla kendisi çizmektedir. Elbette, kazandığı da kendisine takdim edilecektir. Dünya hayatı da böyle değil midir? Çünkü bu dünya bir tarladır, ancak ekebilirsin burada, biçim yeri ise ahiret yurdudur. Artık elde ne kalır, orası gayretine, emeğine merbuttur. Yaptığın tercihlere, seçimlere göre yerini, yurdunu, kendin, önceden belirlersin. İyilerin yurdu cennet, kötülerin yurdu cehennemdir. Çalışan, muayyen bir emek sarf eden kazanır, yan gelip yatan kaybeder, bu nettir ve doğaldır, hayatın hakikatidir. Mezkûr ayetlerde, yoksulun doyurulmadığının ve din gününün yalan sayıldığının beyan edilmesi, bir tavrın ifadesidir filhakika. Şimdi, burada, şu gerçek gün gibi aşikârdır ve karşımızda durmaktadır; yoksul vardır ve var olacaktır. Şimdi yoksul yoktur ve yoksulluk yok olmalıdır demek, hakikate mugayirdir. Ha, yoksul olmasın, yoksulluk yok olsun ister miyiz? Hiç kuşkusuz isteriz nefis olarak ama olmuyor işte. Milleti yanıltmakta hakikate ihanettir. Milleti doğru bilgilendirmek gerekir ki, mücadele muhkem temellerde devam etsin. Bilakis, insanlığı aldatırız ve yanlış hayaller peşinde sapıklığa sürükleriz. Burada bizim de vebalimiz olur. Ayetten bu söylediklerimiz net bir şekilde anlaşılmaktadır. Yoksulluğu yok etmek için verilen bir mücadele temelsiz kalmaya mahkûmdur ve sonuç olarakta beyhude bir mücadele olacaktır. Binaenaleyh, insanlara bunun olamayacağını söylemek ama dengeyi, ölçüyü bulmak içinde doğru mücadele etmek gerektiğini izah etmek iktiza etmektedir. Peki, yoksulluğu yok etmeye çalışmak ne demektir? Zenginliği yok etmeye çalışmak nasıl bir şeydir? Gerçekliği var mıdır? Böyle bir şey kabil midir? Bu sorular önemlidir, çünkü gidişatı tayin edicidir. Eğer insançocukları rızıkta mutlak eşit olcaksaydılar, bu ayet nasıl izah edilecekti? Yoksul olacak ve zengin olacak ama o zenginler yoksulun hakkını verecekler, bundan gocunmayacaklar. Şöyle düşünelim lütfen; misal, beden olarak çalışmaya müsait olmayan birisi bu olgulardan hangisinin dahline girer? Elbette yoksuldur o ve ondan yoksulluğu almak muhaldir. Olay budur işte. Çünkü kendilerine ait olanı vermiyorlar, kendilerine verilenden veriyorlar, çünkü onlara vermeleri için verilmiştir. Adalet ve helal diye bir şey vardır. Durum bundan ibarettir. Tamam, keşke yoksul olmasa, ya da mümkün olsa da yoksulluk yok edilebilir bir şey olsa ama bu mümkün değil, zira mutlak hakikat böyle diyor yani yok edilemeyeceği kesin. Eğer yok edilemeyeceği kesin olmasaydı, yoksulluğu yok etmek için harcanan çaba beyhude olmazdı. Çünkü bir vatan toprağı zenginin olduğu kadar yoksulunda toprağıdır. Yoksul imkânsızlıktan dolayı kazanamadığı için, hak sahibi değildir diye bir şey yoktur ve olamaz. Ki, zaten zenginlerin malında yoksulun payı vardır ve Allah, bu hakikati sarahaten beyan etmektedir. İmanın gerektirdiği bir amel vardır. Eğer imanımız gerekli olan amellere bizi yöneltmiyorsa o iman nasıl bir imandır? İşte sakatlık buradadır. İman edenlere yeniden iman etmeleri bunun için irade buyrulmuştur. Dışı cazip içi iğrenç olanın durumu neyse, iman ettiğini söyleyen ama o imanla amel etmeyen kişinin durumu da aynen öyledir. Ayette muamma yoktur, ayet olabildiğince sarihtir.
MÜDESSİR SURESİ 45. ve 56. AYETLER TEMELİNDE İZAHLAR
İnsançocukları, eğer yanlış yolda yürüyorlarsa ve bu yürüyüş bir itiyad haline gelmişse yani o yanlış yolun da yolcusu olduklarını kanıksamışlarsa, hele bir de yolun yanlış olduğunun fevkinde oldukları halde yürüyorlarsa, o yolun yanlış olduğunu söyleyenlere feci şekilde kızarlar ve bitevi onları susturmaya hatta itham etmeye yeltenirler. Zira o yol, muhtemeldir ki, onlara muayyen getiriler temin etmektedir. Mezkûr ayetler olabildiğince sarihtir, beliğdir. Yine bir öğüt ve hatırlatmadan bahsolunuyor ama insançocuklarının bundan uzak durduklarını, kulaklarını kapadıklarını söylüyor. Bu ada ahirete imanlarında şüphe olduğunu gösteriyor. Yani zorlama yok, öğüt veriliyor, hatırlatma yapılıyor. Çünkü zor olduğu zaman, insani irade diye bir şey sözkonusu olmayacaktır, irade sıfırlanacaktır ve neticelerden sorumlu olmak diye bir şey ortadan kalkacaktır. Ama sorumlulukta, hürriyetle bir anlam ifade etmektedir. Çünkü hür olmayan insanın sorumluluğu olmaz, o insan istese de sorumluluk deruhte edemez. Ayrıca, öğüdü de, öğüde layık olanların işiteceği ve alacağı ifade edilmektedir. Onlarda ancak samimiyetleri ve iyi niyetleri neticesinde layık olabileceklerdir. Ve kurtulanlar da öğüt alanlar ve gereğini yapanlar olacaklardır. Öyle değil mi? Ancak çalışmaya ve sınav gününe iman edenler kazanmıyorlar mı? Savaşı, zafere tam anlamıyla inanmış ve adanmış olanlar erişmiyorlar mı? Şurası da sarf-ı nazar edilmemelidir; vahiy evrenseldir ve muhatabı yekpare insançocuklarıdırlar. Çünkü ayetler münhasıran Müslümanım diyenlere inmemiştir. Tüm insanlığa inmiştir. Din evrenseldir, tüm insanlığı ihata eder. Zira Müslümanlar ne kadar Allah kuluysalar, sair insanlar da o kadar Allah kuludurlar. Burada şöyle bir hata işlenmektedir; sanki vahiy, münhasıran Müslümanlara inmiş gibi algılanıp, Müslümanlar itham edilmekte, Müslümanlara kızılıp, küfredilmektedir. O da muayyen bir kitleye matuftur, yani Müslümanlar bile tefrik edilmektedir vahiyle uyarılma noktasında ve bu da ayrı bir yanlıştır. Binaenaleyh, sair kesimlere matuf olarak hiçbir şey söylenmemekte, onlar asla uyarılmamaktadırlar, bu ise büyük bir hatadır, iman zafiyetidir. Ya herkese hitap edeceksiniz ya da münhasıran bir kesime matuf olarak ithamlarda bulunmayacaksınız. Bu samimiyetsizliğinde alametidir ve fikrin etkisini yok etmektedir. Hakikati tahrif ve tahrip etmektir. Bu yöntemden kimler kazançlı çıkmaktadır, çok iyi düşünülmelidir. Birilerinin muayyen yaftalarla yaftalanmaları kimlerin çarklarını döndürmektedir fark ve idrak edilmesi iktiza etmektedir. Müslüman kesimler bu tür şeylerle iştigal edip birbirlerini vururken acaba kimler neler yapmaktadır ve bu tartışmalar üzerinden ne hedefler gözetmektedirler? Evet, şirk koşan, haddi aşan, hudud tanımayan insan, hatırlatmayı, hatırlatılmayı ve hatırlamayı sevmez. O, mütemadiyen kaybetme korkusuyla yaşar. Ve kaybedeceği hatırlatıldığı zaman kafayı yer, bunalımlara duçar olur. Kaçar hatırlatmanın ve hatırlamanın olduğu yerlerden. Kendini hiç ölmeyecekmiş gibi görür, baki olduğunu sanır, dünyanın bile fani olduğu bir yerde. Her şeyin sahibiymiş gibi görür kendisini. Ölmek ve kaybedecek olmak ona hiçbir şeyin vermediği acıyı verir. Müşrik, her zaman, kendine özel muamele ister, çünkü kendini ayrıcalıklı görür. Buna hakkı olduğuna kesin olarak inanır. Zira o güçlüdür. Egemendir, sahip olandır. Bu yüzden tevazuu sevmez. Haddini aşar, aştıkça şaşar, şaştıkça da tuğyana doğru koşar. Eşitlik asla rızıkta değildir ve kesinlikle ayetlerde böyle bir şey vurgulanmamaktadır. Eşitlik insanlıkta, kulluktadır. Çünkü herkes kul olarak eşittir ama durum olarak eşit olmayabilir fakat durumu asla tuğyana sebep olmamalıdır. Hiçbir şeyin müsavi olmadığı bir dünyada, ekonomik anlamda insanlar arasında müsavatın olması muhal ender muhaldir. Bu münhasıran bir aldatmacan ibarettir. Ama hakikatin bu olduğu bilinmelidir.
TEKVİR SURESİ 15. ve 25. AYETLER TEMELİNDE İZAHLAR
Bu ayetler olabildiğince sarih ve beliğdir. Mutlak ve yegâne Önder’den söz edilmektedir. O, ne konuşursa doğru konuşmuştur. Sözlerinde hilaf yoktur. Bu yüzden de muhakkak emindir. Mevcudatın şahitliğine vurgu yapılmaktadır. Hayatı yeniden yepyeni şekilde kuran Kur’an’dan söz edilmektedir. Kur’an’ı getirenin, anlatanın, duyuranın Önder olduğunu, O Önderin ise emin birisi olduğunu söylemektedir. O Önder ki, Allah’ın kelamını ümmetine ulaştırandır, mutlak hakikatleri ümmetiyle buluşturandır. Hiçbir kompleks durum yoktur, her şey olabildiğince muhkemdir ve nettir. Kur’an da söz vardır, sözün özü vardır. Ki, işte Önderimizde bize mütemadiyen özü izah ve izhar etmiştir ve bu minvalde de ikaz etmiştir. Allah’ın seçtiği bir peygamberdir O. Cimri de değildir, mecnunda. Yani Önder Kur’an’dır, Kur’an’da Önderdir. Gayrısı angaryadır. Geçelim!
A’LA SURESİ 14. ve 19. AYETLER TEMELİNDE İZAHLAR
İnsançocukları günaha meyyal bir tabiatta halk edilmişlerdir. Ne melek tabiatlıdırlar ne de şeytani tabiata sahiptirler. Binaenaleyh, günah işlerler ama tövbe de ederler. Melek mutlak günahsız, şeytan mutlak günahkârdır. İnsan ise günah ve günahsızlık arasındadır. Hem günahkârdır hem de tövbe ederek arınandır. İnsan bitevi kirlenmektedir ama bitevi arınmalıdır. Zira bir nefis sahibidir. Nefis ise azgındır. Ama insan irade sahibidir, nefsine gem vurmasını bilmelidir. Kendisini Yaratanı anmalıdır, Yaratanın kutsal sözüyle kanmalıdır, O’nun ahlakı ile ahlaklanmalıdır, nuruyla nurlanmalıdır, boyasıyla boyanmalıdır ve ancak O’nun ipine tutunmalıdır. Ne gariptir ki, insançocukları, mutlak hakikatleri bildikleri halde (anlamak noktasında kıt olsalar da) yine de dünya hayatına temayül göstermektedirler. Fakat neyin hayırlı olup, olmadığını da bilmektedirler, mütemadiyen bunun üzerinde tefekkür etmektedirler. Allah ise, fasılasız hatırlatmanın yapıldığını buyurmaktadır. Mezkûr ayetler sarih ve beliğdir. Bendenize göre, mezkûr ayetlerde münhasıran havasa nidada bulunulmamaktadır. Son derece aşikârdır ki, dünyaya münhasıran havas değil avamda temayül göstermektedir. Allah ve hakikat aşkına, mezkûr ayetlerden bir tefrik yapıldığı nasıl çıkarılabilmektedir? Dünya hayatı derken, nasıl olmaktadır da, münhasıran servet telakki edilmektedir? Dünya hayatında servetle alakalı olmayan sürüyle zevk yok mudur? Muayyen bir servete malik olmayan yoksulunda haz aldığı zevkler bulunmamakta mıdır? Gerçekten anlaşılabilir değildir. Ha söylendiği gibi olmasını ve o şekilde anlaşılmasını elbette nefsimiz arzular ama öyle olmuyor işte ve bizde hakikati göz göre göre tahrif ve tahrip edemiyoruz. Çünkü mücadele haklı ve muhkem temellere istinat etmelidir. Bilakis, herkes tarafında ittihaz edilmesi muhal ender muhaldir. Bu da zaferi akamete uğratır ve hayalleri katleder. Eğer arınmaktan ve temizlenmekten kasıt, münhasıran servetinden vazgeçmekle kabil olacaksa, yoksul olanların arınmaları nasıl kabil olacaktır? Ya da yoksulların arınmaya ihtiyaçları yok mudur? Veyahut Allah yoksulları arınmaktan muaf mı tutmuştur? Arınmak, havasın işidir de avamın işi değil midir? Çünkü dünya da yoksul da vardır ve onlarda kuldurlar, günah işlerler! Verecek kadar malı olmaz ki verse de arınsa! Mutlak ve ulvi hakikatlere, eskilerin masalları yaftasını vuranlar münhasıran şımarık havas değildirler, maateessüf hadlerini ve hududlarını aşarak aynı ifadeyi istimal eden avam da vardır. Bu meyanda, şayet her bir ferde emeğinin mukabili varsa, böyle bir şey malum topluluğun mutlak eşitlik iddiasını nakzetmez mi, cerhetmez mi? Çünkü herkesin eşit düzeyde emek vermesi diye bir şey kabil-i mümkün değildir ve olamaz da. Herkesin aynı emeği verebileceğini iddia edeni hayat kesinkes yalanlayacaktır. Çünkü bütün insanlar fiziki olarak hatta zihin olarak asla eşit düzeyde olmayacaktır ve bu yüzden aynı performansı gösteremeyecektir. Zira insanın emeğinden başka hakkı yoktur ayeti eşitlik düşüncesini nakzeder. Allah dengeyi ve adaleti emreder. Çünkü varlık âlemi bir ölçü üzerine var olmuştur. Tuğyanı ve azgınlığı ise yasak eder.