Biz kimiz? Nasıl olmalıyız? Bu iki soru kadim sorudur ve sonsuz öneme haizdir. Çünkü insanlığın varoluşsal sorularıdır bu sorular. Buna mutlaka bir karar vermeliyiz. Özellere takılıp kalmadan, parçalara odaklanmadan cevap verelim lütfen, tarihi bağlamda, insanlık ve dünya bağlamında biz kimiz? Hiç kuşku yok ki, Türk’üz. Ha iç dünyamızda muhtelif unsurlardan teşekkül etmiş miyiz? Evet. Ama biz buraya değil, büyük bütüne odaklanmalıyız ve büyük bütünde nasıl algılanıyoruz, tanımlanıyoruz oraya bakmalıyız ve elbette Türk olarak algılanıyoruz, tanımlanıyoruz, elanda bu şekildedir bu gerçeklik. Tüm dünya bu topraklar üzerinde ki yaşayan milletten bahsederken, Türkler diye bahsetmektedir. Bunda gocunacak, yadırganacak bir durum yoktur. Ama zihinlerimize yüklenen veriler ve zihinlerimizi esir alan kavramlar yüzünden bundan gocunuyoruz, bunu yadırgıyoruz. Evet, pazılın parçaları önemlidir, güzelliktir, renkliliktir, harmonidir ama pazılın bütünü daha önemlidir, çünkü siz mütemadiyen, parçalar birleştikten sonra ortaya çıkan büyük resme göre tanımlanırsınız, hedef alınırsınız, algılanırsınız, anlaşılırsınız, anlamlandırılırsınız. İkinci soruya geçelim, biz nasıl olmalıyız? Elbette biz ancak ve ancak İslam olabiliriz, İslam’a göre olmalıyız. Kimliğimiz kim olduğumuzun, dinimiz nasıl olmaklığımızın, olacağımızın hüccetidirler. Ki, filhakika böyleydikte, böyleyiz de ama zihnimize yüklenen veriler, olgular, kavramlar her şeyi alt üst etmiş maalesef ve elanda etmeye devam ediyor. Dinimizden de, kimliğimizden de ideolojiler üretmişiz. Ya da üretilmiş ve biz fevkinde olmadan zımnen bize dikte edilmiş, zihnimize kabul ettirilmiş. Ve zihnimiz meflûç olmuş. Bir de muhtelif ideolojiler üretilmiş, böylece atomize edilmişiz. Hayata bakış açımız yanlış olunca zihnimize yüklenen verileri yanlış algılamış, anlamış ve yanlış kullanmışız. Olguları, doneleri, kavramları zihnimize yığmışız. Orada tasarım, kurgulama yapmışız ve bir kalıba sokmuşuz, muhtelif düşünce kalıpları oluşturmuşuz ve muayyen isimler vermişiz. Bunları da hakikat kabul etmişiz. Nihayet, bunları, hayatlarımıza altyapı yapmışız. Misal, bir gencin zihni normal şartlarda temizken, masumken, safken, doğalken ne kimliğine ne de dinine mugayir hareketlerde bulunmamaktadır, bilakis dinine ve kimliğine tutunarak var olmaktadır. Ama bu düşünce kalıplarından birini benimsediği zaman, ne gariptir ki, hem kimliğine hem de dinine adeta amansız düşman kesilmektedir. Böyle bir şey normal değildir. İşte izhar ve izah etmeye çalıştığımız en önemli noktalardan birisi budur. Biz zihnimizi kirletiyoruz biteviye. Ve kirleniyor hayatlarımız!
Oysa biz tarihimizde çok doğaldık, zihnimiz temizdi. Çünkü hayata egemen olan bizlerdik. Ne kirliydik ne de kirletmek diye bir derdimiz vardı ve ne de bizi kirletebilecek veriler akıyordu zihnimize. Elbette kusurlarımızda varmıştır, ki kusursuz olan kim vardır ki insanlık ailesi dâhilinde bulunanlardan. Kim olduğumuz, nasıl olduğumuz belliydi. Zihnimize yüklenen verilerle bizim hiçbir ilgimiz, merbutiyetimiz yoktu. Ama bir davamız vardı bizim. Sevdalarımız, ülkülerimiz, sürgünlerimiz, kavgalarımız vardı. Bizdik yol gösteren, bizdik adaleti ikame eden. Bizdik Hakk, Halk, Hakikat, Hayat için can ve kan veren. Toprağı canlandıran bizdik. Ve bizdik tüm canlıların sığınağı. Ve yüce dava etrafında kenetlenmiştik hepimiz. Ödüllendirmede ve cezalandırmada mutabık olduğumuz bir dinimiz, töremiz vardı bizim. Hangi ideolojiyi biz ürettik ya da hayatımızda hangi ideolojiyi temel aldık? Hiçbirisini. Ama ideolojiler ve onların kavramları, olguları zihnimize öyle yüklenmiş ki, biz onlardan vazgeçemez olmuşuz, onları hakikat bellemişiz, hayatlarımızı onlar üzerinde şekillendirir olmuşuz. Bir kimliğimiz ve dinimiz olduğu halde. Nihayetinde de tahrifatlar, tahribatlar, tagayyüratlar yaşamışız öz benliğimizde, kimliğimizde, dinimizde, aklımızda ve kalbimizde. Yaşamımızı vahiy tayin edeceğine, tabi olduğumuz ideolojiler tayin eder olmuşlar. Bu da bizim kendi dünyamızda parçalanmamıza, birbirimize düşman olmamıza, değerlerimizi tezyif ve tahkir etmemize sebep olmuş. Böylece de ortaya saçma sapan, sapıkça hayatlar çıkmış. Oysa hakikat dışında ne varsa, tümü sapıklıktır, yalandır, yanlıştır. Sorun zihnimizin dip derinliklerinde yani. Bizim zihnimiz bozulmuş, mahvolmuş işin özü.
İslam’ın ahlakını, adaletini, kardeşliğini terk etmişiz ve kendi kurguladığımız ideolojik temelli hayatlar ekseninde adalet, ahlak, kardeşlik arar olmuşuz. Bulabilmiş miyiz? Ne mümkün! Yani zihnimize yüklenen yanlış veriler tavassutu ile her şeyi tahrif ve tahrip etmişiz, kendi özümüze yabancılaşmışız. İslamcılık nedir? Milliyetçilik nedir? Sağcılık nedir? Solculuk nedir? Liberalizm, komünizm, anarşizm, demokrasizm, kapitalizm, nihilizm nedir ve bizim kimliğimizde, dinimizde yerleri neresidir? Hatta cemaatçilik taassubu nedir? Adaleti, ahlakı, barışı, kardeşliği kadim tarihimizde ve kimliğimizde, kutsal dinimizde ve töremizde arayacağımıza bunlarda arar olmuşuz. Zihinlerimiz formatlanmış ve yeniden bu şekilde yüklenmiş çünkü. Zira atomize olmamız, birbirimize düşmemiz ve bu yolla da düşmanın ekmeğine yağ sürmemiz, düşmanı kazandırmamız iktiza ediyordu. Şeytan bitevi bir plan üstündedir, o melunun planı bitmez, badema da bitmeyecek, kıyamete değin sürecek. Her an müteyakkız olması icap edenler bizleriz. Ceddimizin cemaati mi vardı, ideolojisi mi vardı, partisi mi vardı, sendikası mı vardı? Fakat yüce davları vardı, büyük ülküleri, kutsal sevdaları vardı. Ama zihinlerimizin dip derinliklerine bunları öyle yerleştirmişler ki, sanki bunlar olmadığı zaman biz yok olacakmışız gibi algılatılmışız. Yüce Önderimiz (sav) bunlardan hangisini miras bıraktı bizlere, ümmetine? Yoksa O, kitabı ve sünneti mi miras bırakmıştı bizlere? Bizim zihnimiz felç olmuş dostlar. İşte tam da bu sebeple, zihinlerimizde bir DEVRİM yapmalıyız yani KAFA-ZİHİN-ZİHNİYET DEVRİMİ yapmalıyız. Bilakis mahvız!
Zihnimize her şeyi yüklemişiz, öyle karışmış ki zihnimiz, bir türlü ayıklama yapamıyoruz. Bu yüzden de hayatlarımız hep yanlışlar, yalanlar üzerinde ilerliyor. Çünkü zihnimize yüklenen her şey tüm mevcudiyetimize sirayet etmiş ve biz, artık, yüklenenler olmuşuz. Hiçbir zaman seçici olmamışız. Oysa zihnimiz mevzubahisse, son derece seçici olmamız iktiza ederdi. Çünkü zihnimize yüklenen veriler hayatımızın akışını tayin edecekti. Zihnimize yüklediğimiz o kadar veri var ki, o kadar olgu, mevhum bulunmaktadır ki zihnimizde, bir türlü onların esaretinden kurtulamıyoruz. Önce verileri yığıyoruz zihnimize rastgele. Sonra kurgulama, tasarımlama yapıyoruz. Daha sonra tanımlıyoruz onları ve bir kalıba döküyoruz. Artık tüm gövdeye sirayet ediyor, alışıyoruz, benimsiyoruz hatta daha ötesi dinleştiriyoruz. Yani farkında olmadan, bir nevi, dine eklemeler yapıyoruz. Hayatlarımızı, bu şekilde ürettiğimiz, kalıplaştırdığımız, tanımladığımız ve nihayet dinselleştirdiğimiz veriler şekillendirir oluyor artık. İnsanları dine göre değerlendireceğimize, ürettiğimiz dine göre değerlendirir oluyoruz. Gerçek dinle dirileceğimize, dini çoğaltıyoruz ve tabiri caizse dinde boğuluyoruz. Biz zihnimizi temizlemeliyiz ve artık seçici olmalıyız bundan böyle. Dine yapılan eklemelerden de dinimizi mutlaka kurtarmalıyız. Zihnimizi muhasaradan kurtarmalıyız, tüm harici olumsuz verilerin tasallutundan azade kılmalıyız ve dinimizi, kimliğimizi öz halleriyle benimsemeliyiz, öğrenmeliyiz, bilmeliyiz. Bir zihin devrimine muhtacız, mecburuz, tutsağız. Kurtuluşumuzun başka hiçbir yolu yoktur!
Zihninizi formatlayın, zihinlerinize yüklenmiş tüm verileri silin, zihinlerinizi yeniden yönlendirilmeye kapatın ve biraz dinlendirdikten sonra eklektik ve septik temellerde yeniden yükleyin, göreceksiniz hayatınız boyunca mücadele ettiğiniz şeytani Siyonist Emperyalizm spontane elimine olacaktır, Allah şahidim olsun. Çünkü o hiçbir yerde değil, sizin içinizde, zihninizde, kalbinizde, vicdanınızda, gövdenizde. Onunla, dış dünyaya yönelerek ve zihninize harici unsurları yükleyerek mücadele etmek saflıktır. İç dünyanıza odaklanın, göreceksiniz, o, orada duruyor ve daima sizi yönetiyor, yönlendiriyor. Sizi filmlerle, kitaplarla, ideolojilerle, politikayla, legal ya da illegal örgütlerle yönlendiriyor, yönetiyor. Şeytani Siyonist Emperyalizm, sizi, kendi istediği ama normal şartlarda sizin istemeyeceğiniz şekilde, yüklenmiş zihniniz sayesinde ayakta durmaktadır ve şeytani Siyonist emperyalizm işte bu yüzden sizin benliğinizi sarmış durumdadır. İçinizi temizleyemezseniz, dışınızı nasıl temizleyeceksiniz? Ama biz bunu beceremiyor değiliz, istemiyoruz, yani saf sahtekârız. Emperyalist olmuşuz, fakat ne gariptir ki, her zaman kahrolsun emperyalizm diye gürültü yaparız. Maalesef; aydınlar da, politikacılar da, bürokratlar da, din adamları da, sanatçılar da vb. herkeste işgal altında ki zihinleriyle bir şey yapmaya çalışmaktadırlar, bu yüzden de hiçbir şey yapamamaktadırlar. Zihinlerimiz, zımnen, muhtelif unsurlarla manipüle ediliyor ve gizlice yönetiliyor, teennili olmak ve teyakkuzda kalmak icap eder.
Şimdi, her bireyin, özel hayatında, düşlediği bir hedefi olduğu gibi; her milletinde, bireylerinin hedeflerinin bileşkesi olan, özellik içine gizlenmiş genel bir hedefi vardır. Ve her hedefinde bir dayanak noktası olur yani ana kolonları olur, o hedefi taşıyan. Kim olduğumuzu ve nasıl olacağımızı bilmezsek, hedef tayin edemeyiz, etsekte malayani ile iştigal etmiş oluruz. Zihinlerimizde ki safraları boşalttığımız zaman geriye münhasıran iki şey kalır. O iki şeyden birincisi, kim olduğumuzun resmi olan kimliğimiz yani özelleri de kapsayan genel tanımlama sonucunda Türk olduğumuz yani gövdemizin, maddemizin müşahhas ifadesi; ikincisi de, nasıl olmaklığımızın net görüngüsü olan dinimiz yani İslam olduğumuz yani ruhumuzun, maneviyatımızın müşahhas ifadesidir. İşte bizim bakış açımızın, hedeflerimizin ana kolonları bunlardır, bunlar olması iktiza eder. Yeni düşünce tarzımız, bu iki kadim olgu üzerinde şekillenecektir. Bizim dâhil olduğumuz tüm olaylar, bu iki kadim kolon üzerinde zuhur etmiştir. Hayatımızı şekillendiren, varoluşumuza katkı yapan tüm mevhumlarımız, bu iki kadim olguya dair mevhumlardır. Bu iki kadim olgu mevcudiyetimizin her aşamasında olmuştur ama bazı unsurlar var ki, bizimle hiç alakası olmamıştır, hayatlarımıza çok uzun zamanlar sonra dâhil olmuştur hatta dâhil olmuştur değil, dâhil edilmişlerdir, düşmanlarımızın hedefleri doğrultusunda. Düşmanlarımızın mevcudiyetleri, bizim kadim kolanlarımızı çökertmek, bizi kadim olgularımızdan soyutlamak üzere olmuştur biteviye. Biz ise mütemadiyen deruni bir direniş içinde olmuşuz ama ne zaman harici unsurlar zihinlerimize yüklenerek zihinlerimizi muhasara altına almış ve gövdemize, kalbimize sirayet etmeye başlamış işte o zaman biz direncimizi kaybetmeye, kadim kolanlarımızda zayıflamaya başlamıştır. Olgularımız etkisini kaybedince olaylaşmamız da kabil olmamıştır. Ve nihayet, inkıraz ve inhitat devri başlamıştır bizim için.
İslam, bir din midir? Allah katında kabul edilmiş ve biz kullar için seçilmiş bir din midir? Zihnimizin karışımsız haliyle akledelim. Evet, reddedilemeyecek bir hakikattir ki, İslam diye bir din vardır. Kabul edip, etmememizi geçiyorum. İslam diye bir din vardır. İnsanlığa inzâl olunmuştur. Detaya girmeyeceğim ama bir iki şeyi net ve kısa izhar edeceğim; bu dinin kitabı Kur’an mıdır? Bu dini bize getiren, ulaştıran, bildiren, yaşayarak öğreten Hz. Muhammed (sav) midir? Hakikatin dışında kalan her şey yalan, yanlış ve sapıklık mıdır? Gerçeklerin reddi imkânsızdır. Reddedemezsiniz ama reddettiğinizi sanırsınız. Reddetmeye tevessül etmek ancak bizim alıklığımıza delalet eder. Şimdi sadede gelelim; İslam’ın içinde insan gizlidir. Haddizatında İslam, insanla birlikte gelmiştir dünyaya. Çünkü insan, İslamsız anlamsız olurdu; tıpkı İslam’ın, insansız anlamsız kalacağı gibi. Din, insan için vardır, insana hizmet için gelmiştir. Ve bu dünyada insana hizmet etmeyen dinin, bir daha insana hizmet etmesi diye bir şey sözkonusu değildir. İnsanı çekip alınız, yok sayınız, İslam ne anlam ifade eder? Mücerret bir şey olarak kalır. İslam’ın müşahhaslaşması ancak insan ile kabildir. Çünkü İslam ancak kendilerinin varlıklarıyla teşekkül ettiği değerler silsilesi ile müşahhaslaşır ve bu değerleri de görünür hale getiren, insandır. İslam, muhtelif değerlerden müteşekkil bir bütündür. O ulvi değerler, erdemler, umdeler, öğretilerdir ki, bir araya geldikleri zaman İslam tezahür eder. Bu ulvi olgular, insanın tavassutu ile olaylaşırsa yani hayata aktarılırsa bir anlam kesbederler ve hayata yön verirler, istikamet tayin ederler, hatta istikbale taşınırlar. Buradan yola çıkarak şu tespiti yapabiliriz; demek ki, bu olguları hayata aktaran, geçiren yani olaylaştıran birinin olması iktiza ediyor. İşte burada, akıl ve duygu sahibi olan insan isimli canlı tezahür ediyor. İnsan olmasaydı, İslam’ı kim yaşayacaktı? İslam olmasaydı, insan nasıl yaşayacaktı? Demek ki, İslam ile İnsan; hayat ile ölüm gibidirler. İç içedirler, ayrılmaları kabil-i mümkün değildir. Et ile tırnak gibidirler. Beden ile ruh gibidirler. Yer ile gök gibidirler. Kadın ile erkek gibidirler. Hakikat sarih, net ve beliğdir. Saf zihinle varlığı temaşa ettiğiniz vakit, bunu bizatihi fark ve idrak edersiniz. Hakikatleri zihniniz değil, zihninize yüklenmiş veriler ittihaz etmiyorlar ama siz zannediyorsunuz ki, zihniniz ittihaz etmiyor, böylece reddedişlerin nedenlerini hakikat sanarak hakikatin hakikatlerini reddediyorsunuz. Din, birey bazında temsil edildiği gibi; millet bazında da temsil edilir. Her iki temsil de birbirilerinden farklık gösterirler bazı durumlar babında. Birey, din ile, özel hayatını dizayn eder. Ama dini, evrensel düzeleme taşıyan ve evrensel boyutta temsil eden ve hatta dini evrensel düzlemde olaylaştıran, millettir. Bireyin temsili özel olduğu için biraz daha dar boyutta kalmaktadır. Milletin temsili ise genel olduğu için evrensele tekabül eder temsiliyeti. Çünkü milletin temsili, bir bütünlük içindedir. Bireyin ki, ise bütünün parçası mahiyetindedir. Milletin temsili ne kadar belirgin ise, bireyin temsili o kadar sönüktür, belirsizdir. Milletin temsili, temsil edilen şeyi görünür kılar ama ferdin temsili, temsil edilen şeyin görünür olmasına fazla etkide bulunamaz. Şimdi, Türk Milletinin, İslam için neyi ifade ettiğini net, sarih ve beliğ olarak fark ve idrak etmişizdir inşaAllah. Türk Milleti ile İslam’ın ilişkisi; İslam ile İnsanın ilişkisi gibidir. Bunda da yanlış algılanacak, anlaşılacak, yadırganacak, gocunacak hiçbir durum yoktur. Yeter ki zihnimizin en berrak haliyle olayı tetkik ve tahkik edelim, derin çözümleme yapalım.
Evrende ki olguların, nosyonların, donelerin dışa bakan organlarımızla alınıp direkt olarak yansıtıldığı, algılandığı ve algılamalar neticesinde anlamaya tabi tutularak, işleme sokulduğu merkez zihnindir. Binaenaleyh zihin denilen merkez sonsuz önemlidir. Her şey ilk evvelde orada olur, biter yani olaylaşır. Zihni fonksiyonlarını kaybeden bir insanın hayati fonksiyonları da bir nevi durmuş sayılır. Şöyle düşünelim; bir insan tekiyiz. Olduğumuz yerdeyiz. Devasa evrenin ortasında küçücük bir noktayız. Altımızda yer, üstümüzde gök, çevremizde sayılamayacak kadar nesne var. Spontane doğal gözlem yapıyor, gövdemiz üzerinde bulunan ve dışa açık olan tüm organlarımız. Yani dikte yok. Alınan tüm veriler direkt olarak zihinde yer buluyor. Yani nesneleri ilk hissediş ve hissedişin hissedilişi zihinde vuku buluyor. Karı, yağmuru, dağları, ovaları, denizleri, binaları, hayvanları, insanları düşünün, ilk nerede algılanıyor bu varlıklar? Hiç kuşku yok ki zihinde. Geçmişin izlerini zihin taşır, geleceği zihin tahayyül ve tasavvur eder, anı zihin algılar. Konuşuyoruz, düşünüyoruz, gülüyoruz, ağlıyoruz, eğleniyoruz, yazıyoruz, okuyoruz, burada ilk planda ne vardır? Zihin tabi ki de. Bu durumlarda bizi, dışa ya da içe dönük fark etmez, yönlendirici konumda bulunan zihnin kendisidir. Zihninin işlevselliği iptal olmuş bir insanın, hareket kabiliyeti de iptal olmuş demektir. Faraza zihnimiz işlevsel halde olsun, yine de durabilir, donabilir, körleşebilir ve işlevini yerine getirmeyebilir. Biz zannederiz ki, zihnimiz çalışıyor ve faaliyetlerini sürdürüyor ama aldanırız. İşte bizim elan içinde bulunduğumuz durum bu durumdur. Zihnimiz işlevselliğini belki kaybetmiş vaziyette değildir ama donuk durumdadır, kördür, hastadır. Darmadağınıktır, çöküş halindedir. İşlevini olması gerektiği şekilde ifa etmekten yoksundur. Neyin ne olduğunu, kimin kim olduğunu, şeylerin asli mahiyetlerini fark ve idrak edemeyecek kadar meflûç durumdadır. Zihnimiz net ve berrak değildir. Binaenaleyh, algı karışıklığı, anlama zorluğu yaşamaktadır. Zihinde devrim, tüm mevcudiyetimizde devrim demektir, bu da yepyeni bir hayata açılan yegâne kapıdır. Var oluşun, var kalışın, varlığın idamesinin mutlak garantisidir.
Zihinlerimize, biz farkında olmadan ya da farkında olsakta ne olduğunu algılayıp anlayamadan zımnen ve metazori yüklenen ve yüklendikten sonra adeta dogmalaştırılarak tabulaştırılan ve tabir caizse din olarak ittihaz edilmeye başlanan donelerin, olguların, mevhumların hakikatte ne oldukları, neyi ifade ettikleri, arka planlarında neyi gizledikleri ifşa edilince deprem yaşıyoruz gövdemizde ve zihnimizde. Feci şekilde sarsılıyoruz, sanki canımız çıkıyormuşçasına. Binaenaleyh, hakikatlerin tezahür etmesinden korkuyoruz. Bizi merak etmeye, düşünmeye, sormaya, sorgulamaya kanalize edenlere müteşekkir olacağımıza adeta küfürler savuruyoruz. Yani hakikatin ortaya çıkması konforumuzu ve fiyakamızı bozuyor. Lafa gelince hakikat aşığı oluyoruz, işe gelince hakikate düşman kesiliyoruz. Riyakârız yani! Devrim isterken devrimin önünde en büyük handikap biz oluyoruz. Çünkü devrim diye bir derdimiz yok. İstenildiği kadar ve şekilde devrimciyiz. Hakiki, hakikatli, hakikat devrimcisi olmak yürek ister, cesaret ister. Konforumuzun ve fiyakamızın bozulmasına eyvallah çekebilecek miyiz? Hakikatin olanca saflığı ve berraklığıyla tezahür etmesine var mıyız? Bunu yapmaya niyetimiz yoksa, hangi devrim? Dalkavuklukla, şarlatanlıkla, mürailikle devrim olmaz bebeğim! Gerçekleri göğüsleyebilecek yüreğin ve cesaretin yoksa kavgaya girmek alıklıktır. Devrim devrim diye haykırırken, kendinin devrildiğinin fevkine bile varamazsın. Yalanlarla devrim mi olacağını sanıyorsun? Hele bir zihninde devrim yap, ondan sonra gövdende bu süreci onayla, en sonunda sıra insanlık toprağına devrim tohumu ekmeye gelsin. Kirli zihinle, tefessüh etmiş kalple ve yalanlar altında ezilmiş, yorulmuş gövdeyle hangi devrim? Belki alakasız gelecek ama Kimyanın babası Cabir iken, sen gâvur diye bilirsen ve gâvurun önünde onursuzca eğilirsen, hangi devrimden bahsediyorsun? Önce zihnini temizle bebeğim! Kirli zihinle ancak sömürülürsün ve emperyalizmi güldürürsün. Farkına varamazsın belki ama kendini öldürürsün.
Muhammedi çağrıyı, o büyük, derin, mana yüklü, çağları aşan, maziye, hale ve istikbale hükmeden devrimci çağrıyı işitemiyorsan, algılayamıyorsan, anlayamıyorsan zihnini kontrol et. O zihin, muhakkak, körlüğün, sağırlığın, hissizliğin, bulanıklığın girdaplarında çırpınmaktadır. Geçelim! Biliyor musunuz? Aslında hayatımızın gidişatından gayet memnunuz. Şikâyet ederken dürüst değiliz. Şikâyet ederken dürüst olsaydık, eylemlerimizde de dürüst olmamız iktiza ederdi. Hiç kimse dürüst değil. Herkes çarkımı nasıl döndürebilirim diye düşünüyor ve yaşıyor. Bizim çarkımız dönsün de, başkaları ne olursa olsun diyerek yaşıyoruz. Peki, bana Muhammedi olmak ne demektir söyleyebilir misiniz? Bana Muhammedi olanı, düşüneni, yaşayanı gösterebilir misiniz? Yüreklerimizin halini hiç gözden geçirdik mi? Zihnimiz ne durumda? Muhammedi olanın yüreği katı, zihni kirli olur mu? Muhammedi olan bencil olabilir mi? Hiçbir eylemimizde bilinç ve şuur yok. Laf cambazlığından başka yaptığımız hiçbir şey yok. Binaenaleyh, sapı, samanı birbirine karıştırıyoruz. Ne var peki böyle olmanın temelinde? Tabi ki de, zihnin karışık, bulanık, kör ve sağır olması var. Peki, ne demektir ve nasıl olur, zihnin, kör, bulanık, sağır ve keşmekeş içinde olması? Yüklemeleri rastgele yaparsınız, eklektik ve septik olmazsınız. Düşmanlarınızın nosyonları ile kendi nosyonlarınızı karıştırırsınız. Kendi kaynaklarınızı düşmanların, düşmanların kaynaklarını ise kendinizin olarak algılarsınız. Olgu, done, mevhum tefriki yapmazsınız ve her şeyi zihninize rastgele boca edersiniz. Sormadan, sorgulamadan yükleme yaparsınız. İyiyi, kötüyü seçemezsiniz ve her şeyi olduğu gibi benimsersiniz. Zihninizi, kontrolsüz bırakır, yüklemelere ve yönlendirmelere açık hale getirirsiniz. Nihayet, zihinleriniz yanlış işlemeye başlar ve seçme, ayıklama, tespit ve teşhis etme, doğru karar verme, düşünme yetilerini kaybeder. Nihayet meflûç olur ve çöker. Ve siz çökersiniz! Yenildiniz!
Zihinlerimize ne egemense hayatlarımıza da o egemendir. Binaenaleyh, hayatlarımızın değişmesi için muhakkak zihinlerimizin de değişmesi iktiza ediyor. Bizim muayyen kök ve kadim kodlarımız vardır. Mezkûr kodlar mevzuunda, zihinlerimiz mütemadiyen yanlış yüklenmiş ve yanlış yönlendirmelerin tesirinde kalmıştır. Mezkûr kodlarımız; kimliğimiz ve dinimizdir. Bu kodlarımızla ilgili zihinlerimize yanlış yüklemeler yapıldığı için ve kodlarımız tahrip ve tahrif edilip tagayyürata uğratıldığı için, hayatımız olumsuz etkilenmiştir. Olguları özleriyle mütenasip algılamakta, isabetli kararlar vermekte ve doğru çözümlemeler yapmakta zorlanıyoruz. Türk deyince anında yanlış algılar tebeyyün ediveriyor zihnimizde. Türk kavramını farklı kavramlarla eşdeğer görüyoruz. Çünkü bu yönde yüklenmiş zihnimiz. Filhakika Türk, parçaların tümleşme sonrası aldıkları isimdir. Yani genelin tanımlanmasıdır, Türk’ü bile tazammum eden bir genelin tanımlanmasıdır. Türk normal şartlarda bir kavmin adıdır, dâhilinde muhtelif toplulukları da barındıran bir kavmin genellenmesi neticesinde adlandırılmasıdır. Parçaların meczolunması sonucu tezahür eden büyük resimdir. İnsanlık boyutunda bu şekilde algılanmış, anlaşılmış ve tanımlanmıştır. Buna muhalefet edende çıkmamıştır. Ki böyle bir şeye tevessül etmekte yersizdir, abesle iştigaldir. Hayır, bunda utanacak hiçbir durum yoktur. Bilakis, övünülecek yönler bulunabilir. Çünkü bu isimle anılan ve tarihe mührünü kazıyan ceddimizin yaptıkları malumdur. Zihni harici yüklemelerle kirlenmemiş olup temiz kalmayı becermiş hiçbir kimsenin, dininden, kimliğinden, tarihinden ve ceddinden utanması düşünülemez.
Bu meyanda elbette ki, Türk kimliğinin arkasına sığınarak şerefsizlik, namussuzluk, kahpelik, pezevenklik yapanları tefrik ediyoruz. Ki, Türk kimliğinin zihnilerde yanlış algılanmasının en büyük sebeplerinden biri de bu durumdur. Ama bizler, bu adiler, pislikler yüzünden kimliğimize muhalefet edemeyiz, etmemize hiçbir sebep bulamayız. Ki, haddizatında, bu adiler ve pislikler de, Türk kimliğinin yanlış algılanmasını sağlamak ve böylece kimliğimize düşmanlıkların peyda olmasına yol açmak için bu tür teşebbüslerde bulunmuşlardır. Tarih boyunca tüm kardeş topluluklar bu isimle küffara mukavemet göstermiştir. Bu isimle cihad meydanlarında at koşturmuşlar, fetihler yapmışlardır. Türk Milletinin insanlık tarihine vurduğu mühür malumdur. İslam dinine ve yekpare ümmete karşı yaptığı hizmetler inkârı imkânsız derecede aşikârdır. Ki, elanda milletler nezdinde anıldığımız isimdir bu isim. Tarihten, bu milleti attığınız zaman, geriye hangi tarih kalacaktır, lütfen vicdanınız ekseninde düşünün. Bu hakikatleri izah ve izhar etmek, bu millete matuf bir tazim ve tebcil değildir. Ki, böyle bir şeye haddimizde yoktur. Çünkü tazim ve tebcil münhasıran Allah’a mahsustur. Parçalar olmasa bütün olabilir mi? Bütünü önemserken parçaları önemsizleştirmek kabil mi ya da böyle anlamak saçmalık olmaz mı? Bütün ne kadar öneme malikse, parçalarda o mesabede öneme maliktirler. Ki, filhakika, hiçbir zaman isimle yücelme, yükselme sözkonusu değildir ve olamaz. Çünkü herkes, yaptığıyla yücelir ve yükselir. Binaenaleyh, bir milletin mensubu olmak, mensup olanı masiyetlerden azade kılmaz. Durduğun yerde zafer gelmez. Hiçbir şey, sen hak etmeden senin hakkın olarak görülemez. Kimliğinle böyle bir hakka sahip olamazsın. Sen ne olursan ol, nasıl olursan ol, herkes sana ittiba edecektir diye bir kaide yoktur. Bu tür iddialar varsa, bunlar ancak deli saçmaları olabilir. Abesle iştigaldir böyle bir şey. Alıklıktır, bönlüktür.
Ayrıca, Türk Milleti, İslam ile şeref kesbetmiş, yücelmiş ve yükselmiştir. Tabir caizse, Allah’ın kılıcı, İslam’ın sancaktarı, ümmetin muhafızı, insanlığın umudu ve son adası olmuştur. Bu hakikat, bu milletin düşmanlarınca bile kabul görmüştür. İşte bu sebeple, Türk kimliği ne faşizmle özdeşleştirilebilir ne de dinsizlikle bir arada anılabilir. Ne de bu milletin evladı olan tek bir fert, yattığı yerden evrene egemen olma hayali kurabilir. Allah’ın askerisin, İslam’ın kılıcısın, ümmetin muhafızısın, insanlığın umudusun, bunu asla unutmayacaksın. Mazluma, mustazafa gül iken; zalime, müstekbire dikensin. Ezilenlere umut, ezenlere son ve mutlak darbesin. Mevcudiyetin, İslam’ın mevcudiyeti içindir. Tevhid için varolan, varkalan muvahhitsin. Adaletin ve ahlakın ikamesi en ulvi gayelerindir. İslam ahkâmını hayata hâkim kılmak için gayret etmeli, çalışmalı ve yorulmalısın. Dostunu ve düşmanını iyi tanımalısın. Adalet ve ahlak temelinde bir düzen kurmak için kavga vermelisin, gerekirse bu yolda ölebilmelisin. Düşmanların bazen senin kimliğinden olabilir, senin kimliğinden diye düşmanlarını dost olarak algılamamalı ve onlara zımnen yol açmamalısın. Onların sana dayattığı ve İslam’a zıt olan kavramları asla kabullenmemelisin. Seni İslam’a düşman etmek isteyenlerin arzularını kursaklarında bırakmalısın. Şeriata küfredenlerin yanında değil, tam karşısında olmalısın. Bu yüzden birileri sana şeriatçı derlerse bundan asla gocunmamalısın. Çünkü onların şeriatla ifade etmek istedikleri yüce İslam dinidir, bunu idrak edecek kadar kafanı çalıştırmalısın. Zihnini çok ileri düzeyde işletmelisin. İşte bu algılayış, zihin açıklığıdır ve işgal edilmiş zihnin kurtuluşudur. Bu bakış açısı, kaynakların temelinde ki bakış açısıdır. Şeytaniyetin baronlarının istediği türde bir bakış açısı değil.
Gelelim mutlak, muhakkak, yegâne, ulvi, ekmel ve seçilmiş din İslam’a. İslam bir dindir. Dindir kardeşim. Bunun lamı cimi yoktur. Reddi kabil midir? Hakikatin reddi muhaldir. Küçülmeye lüzum yoktur. Umdeler, kaideler, öğretiler ve yol işaretleri bütünüdür, her alanda. Hayatı tanzim etme babında ana olgudur. İslam’ı reddetmek hele de yanlışlayarak, yalanlayarak, olumsuzlayarak reddetmek muhal ender muhaldir. Faraza reddettiniz, söylediğimiz şekilde reddiniz imkânsızdır. Böyle bir şeye tevessül etmek alıklıktır ve bizim küçüklüğümüzü gösterir. Çünkü her kim olursa olsun, her ne düşünürse düşünsün büyük olmak, büyük bakmayı iktiza eder. Büyük bakanda, kendi hilafına olsa bile namusluca dövüşür, duruş sergiler, komplekse girmez. Çünkü düşüncesine güvenen, farklı düşüncelerin haklı olduğu yerde, haklısın demeyi becerebilecek kadar yüreklidir. İslam mevzuunda şöyle sakat bir algı var; biz, İslam’ın, kendi kendisini yaşatacağını, görünür kılacağını ve hayata egemen olduracağını yani kendi öğretilerini, umdelerini insanlığa ulaştıracağını, bildireceğini sanıyoruz ya da böyle bir hal içindeyiz kafa bağlamında. Bir fikir serdederken, sanki bu minvalde anlamlar çıkabilecek düşünceler serdediyoruz. Bu yanlıştır. Abesle iştigaldir. Şunu bir defa bilmek zorundayız. İslam, insan içindir ve İslam’ı, insan yaşar ve İslam, insan eliyle tebliğ edilir, hayata egemen kılınır. Yaşayacak olanda, yaşatacak olanda, insanlığa ulaştıracak, bildirecek, duyuracak ve insanlık ailesinin hayatını bu eksende tanzim edecek olanda insandır. İnsanı çekip alınız ve hadi İslam kendi kendine yaşasın, yaşatılsın. Böyle bir şey Allah’ın da buyruğudur. Çünkü Allah, İslam’ı, insana göndermiştir. Bu vazifeyi daha üst düzeyde deruhte etmiş olanlar ise, topluluklar, kavimler ve milletlerdir. Ve vazifesini bihakkın ifa etmeyenler, vazifeden el çektirilirler. Din, bir anlamda, iyiliğin neşri, kötülüğün nehyidir. Peki, böyle bir şeyi yapmak kime mahsustur? Elbette ki insana. Çünkü böyle bir şeyi yapabilmek için akıl sahibi olmak iktiza eder ve akıl da, insani bir özelliktir. Herhalde, böyle bir şeyi, İslam’ın kendi kendine yapabileceğini söyleyecek kadar kafayı yemiş olamazsınız. İşte burada ki ince ve derin nüansı fehmedebildiğimiz zaman, Türk Milleti ile alakalı sorunlarda spontane ref olmuş olacaktır. Türk Milleti ile İslam’ın derin ve organik merbutiyetini idrak ettiğimiz zaman, milletimizin hayati ve haysiyetli fonksiyonunu da anlamakta zorluk çekmeyeceğiz. Ve İslam’ın, birileri tarafından temsil edilmesi, yaşanması, yüceltilmesi, yükseltilmesi ve hayata hâkim kılınması gerektiği gerçeğinin idrakine varmış olacağız. Ve tam da burada, birileri, Türk Milleti İslam’ın kılıcıdır, daima İslam için at koşturmuş ve kılıç kuşanmıştır, İslam’ı yüceltmek ve yükseltmek için var olan bir millettir dedi mi de yanlış algılamayacağız ve bunu faşizm olarak telakki etmeyeceğiz. Bilakis, bizlerde bu hizmetle yücelmeye ve yükselmeye bakacağız. Çünkü İslam, münhasıran Türk Milletinin dini değildir ve bu dini yüceltmek ve yükseltmekte Türk Milletinin inhisarında değildir ama bu durumda, Türk Milletinin İslam’a yaptığı hizmetleri yok edecek, tarihe kazıdığı mührünü silecek değildir. Dürüst ve namuslu bakmalıyız her şeye! Hakikati izhar bizi küçültmez, bilakis yüceltir, yükseltir, büyütür.