Sormak ve sorgulamak, insanı da, insanın zihnini de diri ve canlı kılar. Zihni netameli tuzaklardan ve engellemelerden korur. Sormak ve sorgulamak, manevi harekettir. Nasıl beden hareket etmediği zaman diriliğini, canlılığını kaybeder, zihin de aynıdır, eğer sormaz ve sorgulamazsa, diriliğini ve canlılığını kaybeder. Tabi sormak ve sorgulamak içinde yürek gerekir. Çünkü sonunda, dünyanı değiştirmek gibi bir tercihle karşı karşıya kalabilirsin, ayrıca kalıplarının parçalanması vardır, eski zihniyetinin dayattıklarının iflas etmesi ve yol haritanı değiştirip, dünyanı sarsıntıya uğratması vardır. Zihnimiz bize ait olmayan ve bizi anlatıp tanımlamayan kavramlar, veriler, olgular tarafından muhasara altına alınmış, farklı alımlara kapatılmış ve kısırlaştırılıp, çoraklaştırılmıştır. Hayatı görüşümüz, hayata bakışımız, şeyleri algılayışımız ve anlayışımız, zihnimize irademiz dışında yüklenmiş kavramlar temelinde olmuş mütemadiyen. Kimliğimiz ve dinimiz, bu kavramlar tavassutu ile tahrif ve tahrip edilerek tagayyürata uğratılmış ve bizim, kendi özümüze aline olmamızı intaç etmiştir. Hayatımızı ve varlık evimizi, isticalen, bize ait olmayan, bizi anlatmayan ve tanımlamayan olguların, mevhumların, donelerin tasallutundan kurtarmalıyız. Dünyayı, kendi berrak kaynaklarımız ve o kaynaklarımızın yol işaretleri mahiyetinde olan kavramlarımız temelinde, saf ve temiz bir zihinle algılayacağımıza, anlamaya çalışacağımıza ve öylece yorumlayacağımıza; gidiyoruz, bize ezberlettirilen ve yutturulan kavramlarla algılamaya, anlamaya ve yorumlamaya çalışıyoruz. O kavramların taşıyıcısı olan dizilerle, ürünlerle, araçlarla yatıp kalkıyoruz. Ve bizler, o kavramlara bağlandıkça ve o kavramları hap gibi yutup uyudukça, birileri hayatın nimetlerine kavuşuyorlar ve bildikleri anlamda hayatın tadını çıkarıyorlar. Kaynaklarımızı yağmalıyorlar, çocuklarımızı kendilerine hizmetkârlar kılıyorlar, ülkemizi talan ediyorlar, değerlerimizi çürütüyorlar, devletimizi çökertiyorlar. Bizlerse battığımız bataklıkta çırpınıp duruyoruz. Bütün yüce değerlerimizi, mukaddeslerimizi, törelerimizi ve geleneklerimizi bu kavramlara kurban veriyoruz. Kendi kavramlarımızı tanımıyoruz, düşmanlarımızın kavramlarını tanıdığımız kadar. Kendi medeniyetimiz için mücadele vermiyoruz, başkalarının uygarlığı için verdiğimiz mücadele kadar. Bu demek değildir ki; düşmanının kavramlarını, silahlarını öğrenme, bilme, tanıma. Hayır, kesinlikle böyle söylemiyorum ama düşmanının kavramlarına da alışma diyorum, onlar da bir güzellik var sanıp aldanma diyorum, çocuklarına o kavramları güzeldir diye sunma diyorum. Fakat nafile çırpınışlar olarak kalıyor bunlar. Gidiyorsun, düşmanının putları önünde eğiliyorsun. Allah’ını ve kitabını inkâr ediyorsun ama farkında değilsin. Çünkü zihnin felç olmuş. İyiyi ve kötüyü tefrik edecek yetilerin yok olmuş. Düşmanın kavramlarını takdis ederek, kadim medeniyetini diriltemeyeceğinin bilincinde değilsin. Zavallı ve çaresizsin. Yalan mıyım söyle! Senin için dikilmeyen elbiseyi giymekten mutlu olabilir misin, ya da o elbise sana uyar mı? Uymaz ve de giyemezsin canım benim, bitanem, bebeğim! Çünkü sen başkasın, diken başka! Senin terzin, giyeceğin elbiseyi dikmiş zaten. Ama düşmanların, o elbiseyi çıkartıp, kendi diktikleri elbiseyi giymeye zorlamışlar seni. Buna boyun mu eğeceksin?
Biz, haddizatında, düşmanlarımızın kavramlarını tasdik ve tensip ederken, nesillerimize de zımni bir mesaj iletmiş oluyoruz. Evlatlarımız! Bizim kavramlarımız, çağ dışı kalmıştır, kötüdür, sana vereceği hiçbir şey yoktur, seni teddeniyata sürüklemektedir, dertlerine derman olamamaktadır ve işte bu sebeple sizlere sunduğumuz kavramlar, sizlere umut, hayat, güzellik, değerli bir yaşam, barış, hürriyet, adalet vaat etmektedir diyoruz. Ve adeta evlatlarımızın, istiklalimizin ve istikbalimizin celladı oluyoruz. Ayrıca evlatlarımızı, kendi kadim ve kök değerlerine, olgularına, kavramlarına, verilerine düşman hale getiriyoruz. Sizin medeniyetiniz ölmüştür, Batı uygarlığına boyun eğmelisiniz diyoruz. Peki, hiç mi utanmıyoruz, bu kadar alçalmayı nasıl tolere edebiliyoruz? Bunu yaparken de çok iyi bir şey yaptığımızı sanıyoruz, kendimizi çağdaş olarak tanımlıyoruz. Hey gidi kafası, kalbi, ruhu çürümüş ahmak! Çağdaş olsan kaç yazar, çağdaş olmasan kaç yazar, sen, sen olmadıktan sonra? Sen, sensin, çağdaş değilsin, ne kaybettin? Seni, sen değilsin, çağdaşsın, ne kazandın? Ya da ne yaptığımızın farkında değiliz. Alıkça yaşıyoruz. Hakikaten insan acıyor, üzülüyor. Düştüğün ve düşürüldüğün kavramlarla kalkabileceğini sanmak ne büyük hamakatlık timsalidir. Söyle lütfen; çağdaşlıkla, demokrasiyle, liberalizmle kim ne elde etmişte sen bir şeyler elde edeceksin? Aklını kullanman için bunlara ihtiyacın yok ki. Bilim üretmen, keşif yapman için bunlara muhtaç değilsin ki? Hayatı iyi oku, çok çalış, aklını kullan, iradene sahip çık, sabırla kavga et, gerisi zaten spontane gelecektir. İlla mezkûr kavramları kabullenip, kendini onlarla tanımlayınca bir şey olacağını mı sanıyorsun? Böyle düşünüyorsan, dünyanın en ahmak insanısın. Bu kavramlarla bir şey elde edilecek olsaydı, bu kavramları icat edenler elde ederlerdi ama onların da durumu malumdur. Bunu da mı görmüyorsun? Neyin peşindesin? Bugüne kadar hangi ideolojiden bir hayır gördün? Lütfen biraz düşünsen ne olur; yarın öldüğünde, sana bu kavramlardan mı sorulacak, yoksa kitabından mı? İdeolojilerden mi, yoksa dininden mi hesaba çekileceksin? Kitabında neyi aradın da bulamadın? Kendi kavramlarınla nereye ulaşmak istedin de ulaşamadın? Kavramlarını yaşama, yaşatma, sonra düştüğün durumdan kavramlarını suçla! Bu haysiyetsizlikten başka nedir Allah aşkına? Kadim medeniyetinin temellerini böyle mi atacaksın? Kimliğinle ve dininle var olma iradesini böyle mi göstereceksin? İnsanlığa, bu şekilde mi umut vereceksin? Daha kendine bir hayrı olmayanın, insanlığa ne hayrı olabilir? Kendinden bihaber olanın, haberdar olabileceği ne vardır? Kendine dön! Kendi kavramlarına çevir yüzünü! Ne ararsan kendinde ara, kendi kitabında, kendi tarihinde ara! Bulamadım diyorsan, başkalarına müracaat etme, sadece temizlen! Kalbini ve zihnini temizle! Varlık evinde DEVRİM yap!
SENİ SEVİYORUM ARKADAŞIM!
Bak arkadaşım, güzel insan, can kardeşim! Şimdi, sen, fert olarak ayrı bir karaktersin; ben, fert olarak ayrı bir karakterim. Öyle değil mi? Ya da şöyle diyelim; fiziken küçük benzerliklerimiz olabilir ama kimya olarak benzemeyebiliriz, kimya olarak küçük benzerliklerimiz olabilir ama fiziken benzemeyebiliriz. Ayrı insanlarız nihayetinde. Şöyle bir söz var biliyorsundur; gözlerimizin rengi farklı da olsa, gözyaşlarımız aynıdır. İşte farklılık içinde bir benzerlik, ya da benzerlik içinde bir farklılık. Bu bağlamda bakalım, düşünelim. Farklıyız yani. Diyelim ki; ben buradayım, sen karşımdasın. Dostça konuşuyoruz, fikir teatisi yapıyoruz. Sen farklı bir beyne sahipsin, ben farklı bir beyne sahibim. Kalıp olarak demiyorum, mahiyet bağlamında diyorum. Yoksa elbette biçim olarak aynı kafaya ve beyne sahibiz. Ama hayata bakışlarımızda farklılık olabilir ve bu doğaldır da. Çünkü aynı gözle bakmıyoruz. Motomot aynı beyinle düşünmüyoruz. Aynı hayatları yaşamıyoruz, yaşamakta zorunda değiliz. Buna da karşılıklı müsamaha göstermemiz iktiza eder. Çünkü bir arada yaşıyorsak, anlayışlı olmak icap ediyor. Genel kaideler vardır, ikimizin de intibak etmesi iktiza eden. Fakat bir de hususi durumlar vardır, işte orada aynı düşünmek mecburiyetimiz yoktur. Senin onayladığını ben onaylamayabilirim, benim onayladığımı sen onaylamayabilirsin ve bu normaldir, saygı duyulması iktiza eden bir durumdur. Düşünmek ve düşüncemizi izhar etmek hürriyetimiz ise vardır. Farklılıklar normaldir ve illaki olacaktır. Zira bu durum insan olmaklığımızın icabıdır. Tabi bu meyanda düşüncemizin mutlak ve tek doğru olduğunu iddia edemeyiz. Ama ne gariptir ki, düşüncelerimizden dolayı birbirimizi yargılıyoruz. Peki, düşünmeyelim mi? Birbirimizi mi teyit ve tasdik edip duralım mı? Öyleyse şahsiyetimizin manası nedir? Bir kafaya ve kalbe sahip olmamamızın hikmeti nedir? Var olmamız nasıl kabil olacaktır? Hayır, fikrimizi serdetmeyelim mi? Yanlış olabilirim, doğru da olabilirim, iki ihtimal de vardır. Sen de düşünen bir insansın. Yanlışıma yanlış, doğruma doğru diyebilecek zekân olması lazım. Bu durum benim içinde geçerlidir. Ama sen, düşünme der gibisin sanki. Peki, böyle bir hakkımız var mıdır? Benim düşünmememle ne kazanacaksın? Sen doğru mu olmuş olacaksın ben düşünmeyince? Bu hakikati idrak etmek zorundayız arkadaşım. Ama edemiyoruz, ya da etmiyoruz. Ben saygı duyuyorsam sen de duymalısın. Fikrine yasak getiriyor muyum? Farklı düşünüyorsun diye sana kızıyor, seni terk ediyor muyum? Bu sorularıma asla evet diyerek cevap veremezsin. Çünkü yapmıyorum böyle bir şey. Niçin benim varoluş sebeplerimi ilga etmeye tevessül ediyorsun? Senin gibi düşünmeyince hemen kızıyorsun. İlginç yöntemler geliştiriyorsun. Diyorsun ki, niçin yazıyorsun? Yazınca ne oluyor? Kim okuyor? Bu sorularına mantıklı bir izah getiremiyorsun. Ama şu düşüncen yanlış ve doğrusu şudur diye tek bir şey söylemiyorsun. Yani hep senin onaylayacağın şeyler söylemek zorunda mıyım? Ya da söylediklerim sana ters geliyorsa ve yanlış olduğuna inanıyorsan, oturup konuşabiliriz. Hayır, sadece düşünüyorum ve düşündüklerimi izhar ediyorum. Senin manevi şahsiyetine karşı bir yanlışım var mı? Benden sana bir kötülük sadır oldu mu? Hayır. Öyleyse sorun ne olabilir ki? Düşünmem ve düşündüklerimi söylemem ve söylediklerimin sana aykırı gelmesi mi? Ama bu normal değil mi? Ben senin kölen miyim? Seninle aynı düşünmek, aynı bakmak, aynı hissetmek gibi bir mecburiyetim mi var? Ya da böyle bir şey fıtraten kabil midir? Burada arkadaşlık nerede? Saygı var mı bu eylemde? Anlayış ne olacak? Ben, yazarken, kendimi geliştirdiğimi ve yenilediğimi düşünüyorum, pasifize olmaktan kurtuluyorum, diri ve iri kaldığıma inanıyorum, ya da bakarsın basit bir hobidir benim için, zevkte alıyor olabilirim. Olamaz mı bunlar yani? Benim hürriyetimdir yazmak. Yazmayadabilirim ama buna kendim karar veririm. Birileri okusun diye yazmıyorum ki. Okuyan okur, okumayan okumaz, herkesin hürriyetidir bu. Kimsenin hayatına müdahale etmek hakkını kendimde göremem. Sen okumak zorunda değilsin ki. Buna da kızmam, gücenmem. Ama sanki sen başka şeyler söylemek istiyor gibisin. Hiç okumayayım, yazmayayım mı istiyorsun? Peki, sen ne kazanacaksın böyle bir şeyden? Rahatsız oluyorsan, bunun sebebi nedir? Niçin böyle düşünüyorsun? Düşüncelerimiz küfürsüz, hakaretsiz serdediyorum. Sende küfürsüz, hakaretsiz cerhedebilirsin. Ayrıca, birbirimizin farklılığından mutlu olmamız gerekir diye düşünüyorum. Çünkü aynı olsaydık, birbirimizin hayatımıza katacak hiçbir şeyimiz olmazdı. Peki, böyle daha mı iyi olurdu sence? Ya da böyle bir şeyi istemek nasıl bir şeydir? Hangi duygu ve düşünce böyle bir şeyi istemeye teşvik edebilir insanı? Ama böyle olmaz arkadaşım. Aklınla, kalbinle, vicdanınla düşün, hisset lütfen. Hayatta bunu başardığımız zaman daha mutlu olacağız ve sonsuza dek arkadaş kalacağız inan bana! Yoksa ikimizde acı çekeceğiz. Belki sen çekmeyebilirsin ama ben çekeceğim, bunu da bilmelisin. Çünkü bu dünya da baki değiliz arkadaşım. Bu dünyaya birbirimize küsmeye ve kötülük yapmaya da gelmedik arkadaşım. Ve bir gün yaptıklarımız çok basit ve komik gelecek bize ama kaybettiklerimiz geri gelmeyecek. Nedamet gözyaşları da fayda etmeyecek. Seni seviyorum arkadaşım!
FUSSİLLET SURESİ 33. AYET
Elmalılı (sadeleştirilmiş): ‘’«Ben şüphesiz Müslümanlardanım.» deyip dürüstlükle çalışarak Allah'a davet eden kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?’’
İnsanlar ne demelilermiş? İnsanlar, insanları nereye davet etmelilermiş? Oraya, buraya, şuraya mı yoksa Allah’a mı davet edeceğiz? İnsanlar nasıl çalışmalıymışlar? Sözü güzel olanlar kimlermiş?
Namuslu olacağız namuslu! Müslüman olacağız Müslüman! Adam olacağız adam! Namussuz olacağız ama namussuzsun dendiği zaman köpüreceğiz, işte bu olmaz. O zaman namuslu olacaksın namussuz.