Sevgili dostlarım! Açık düşünmek, açık konuşmak her zaman iyidir ve yaratıcıdır. Bizim en kötü yanımız budur. Açık düşünmeyi ve konuşmayı sevmeyiz. Çünkü hatalarımız, kusurlarımız, sahtekârlığımız, cehaletimiz, zalimliğimiz, nankörlüğümüz tezahür edecektir. Keşke açık düşünmeyi ve konuşmayı becerebilsek. Tabi burada düzey, seviye, nezaket sonsuz önemlidir. Çünkü bir insana yanlışını söylerken seviyeyi, düzeyi gözeteceksiniz. Bilakis, yaptığınız şey anlamını kaybeder. Geçelim! İnsan amel edecek, eylem yapacak. Amel, eylem yoksa düşünmenin de, konuşmanın da, bilmenin de hiç ama hiçbir anlamı yoktur. Soytarılıktan, alıklıktan, riyakârlıktan, sahtekârlıktan başka bir şey değildir amelin olmadığı yerde, bilmek, düşünmek, konuşmak. Ve biz maalesef, hayatımızın büyük oranında sahtekâr, soytarı, alık ve riyakârız. Şu an konuşuruz, bilgiçlik taslarız, düşünürüz ama içinde bulunduğumuz anın dışına taşınca yani o anda bulunduğumuz yerden kopunca söylediklerimizin tam tersini yaparız. Misal; bir ortamda ahlaksızlık kötüdür deriz, ahlaksızlık yapanları şiddetle kınarız, şu hareket yanlıştır, bu hareket ayıptır deriz ama oradan ayrıldığımız vakit her şey orada kalır, o anda handiyse lanetlediğimiz her şeyi, lanetleyen bizler kendimiz yaparız. Bu kadar namussuzluk, haysiyetsizlik, şerefsizlik, sahtekârlık, kişiliksizlik yakışır mı bize? Asla. Geçelim!
İnsana gerekli olan nedir? Temel ihtiyaçlardan bahsetmiyoruz. Adaletli ve ahlaklı olmaktır. Gerisi kendiliğinden gelecektir. Adaletin ve ahlakın kaynağı nedir? Allah. Bizi adaletli ve ahlaklı yaşatan ya da yaşamaya sevk eden nedir? İman. Başka hiçbir şeye ihtiyacımız yoktur. Allah, Önder, Kur’an varsa gerisi angaryadır. Ne başka bir şey istemeye ne de aramaya lüzum yoktur. Başka bir şey arayan ve isteyen şeytanın tuzağına düşmüştür. İslam’dan başka bir tanımlamaya ihtiyaç duymak ve farklı alanlarda kısır tartışmalara girerek, manevi çatışmalar yaşamak şeytani bir oyundur. Bizim mutlak ve muhakkak vazgeçilmezlerimiz vardır; Allah, Önder, Kur’an. Gerisi tali şeylerdir. Şuculuk, buculuk, oculuk, küfrün içimize bıraktığı bombalardır, aramıza ördüğü duvarlardır. İnsanlık perişan haldeyken, Allah’ı, Önderi, Kur’an’ı bırakıp, tali şeylerle iştigal etmek ahmaklıktır. Düşmanın muhasarası altındayken, birbiriyle uğraşmak, ben hakikatim sen yalansın demek, mezhepçilik, cemaatçilik, ideolojicilik gibi kısır tartışmalar içine girmek mutlak hakikate kör, sağır, hissiz kalmak demektir. İlk evvelde kimsin onu bileceksin; insansın. Öyleyse ilk ödevimiz; insan olmaklığımızın icaplarını ifa etmektir. Ahlaksız ve adaletsiz olduktan sonra, varoluş hikmetlerini bilemedikten ve mutlak kadere tabi olamadıktan sonra hangi mezhepten, cemaatten, ideolojiden olursan ol, kaç yazar? Hatta dinin ve kimliğin bile bir şey ifade etmez olur o zaman.
Bu dünyada başarıyı ve zaferi sana sunacak olan nedir? Mahkeme-i Kübra’da sana sual edilecek şeyler nelerdir? Şunu bilelim ki, inanmıyorsak diyeceğim bir şey yoktur ve inananlar için konuşmam iktiza ederse, Ahirette bize asla mezheplerden, cemaatlerden, beşeri kitaplardan, önderciklerden, ideolojilerden hatta kimliğimizden ve dinin kalıbından sorulmayacaktır. Ama ahlaklı ve adil olarak yaşayıp yaşamadığımızdan sorulacaktır. Kur’an’dan hesaba çekileceğizdir. Amellerimizden hesaba çekileceğiz ama amellerimizin de kaynakları bellidir. Olması gereken ve mühim olan, İnsançocuklarının, fıtratlarıyla mütenasip yaşamlarıdır. Fıtratımızla yaşamımız mütenasipse sorun yoktur. Mütenasip değilse, sorunun en büyüğü vardır. Böyle bir yaşamda kim olduğunun, ne olduğunun da önemi yoktur. Hatta iyi yaşamak, şahsınla birlikte kimliğinin de yücelmesini sağlarken, kötü yaşamak şahsınla birlikte kimliğinin de alçalmasına neden olur. Bu dünya amel dünyasıdır. Amel tohumdur. İnsan, ektiğini biçer. Hareket etmek ama şerefli hareket etmektir önemli olan. Amel yani eylem her zaman üreticidir. Ne imanımız ne de amellerimiz kapalı ve karmaşık olmamalıdır. Çünkü anlaşılmayan şeyin anlamı yoktur. Anlaşılmayan şeyde hikmette yoktur, hakikatte.
Bizim bir kusurumuzda, bilenlerimizin ne bildiklerini ve bildiklerini ne şekilde aktaracaklarını bilememeleridir. Bizde, bildiğini sanan iki kesim vardır; birisi Kur’an’ın berraklığını, sarihliğini karartan (bunu olumsuz bir karartma anlamında değil, bilgiçliğin neticesi olan ve sanki çok iyi bir şey yapıyormuş gibi düşünmenin tevlit ettiği karartma) Kelamcılar, diğeri de Batı kusmuğu ile beslenmiş aydınımsılar. Şu küçük notu düşelim ve geçelim; özele inildiği zaman, elbette ki aydınımsılar, Kelamcıların tek tırnağı bile etmezler. Geçelim! Ama gariptir ki, ikisi de, toplum tabakasına indikleri zaman birbirlerine benzerler. Haddizatında topluma indiklerini sanırlar ama inemezler, inmemişlerdir, daha doğrusu inebilecek çaptan ve nitelikten yoksundurlar. İki kesimde toplumun anlayamayacağı şekilde yüksek perdeden atıp tutarlar. Bunlar bir nevi monolog yaparlar. Kendi kendilerine gelin güvey olurlar. Toplumla canlı ve dinamik bir merbutiyetleri yoktur. Ki, filhakika, kendileri bile ne söylediklerini anlayarak söylüyor değillerdir kuvvetle muhtemel. Belirsizlik içerisinde boğulmayı, kendilerinin bile anlamadığı kavramlarla konuşmayı, kendilerinin bile cevabını bilmedikleri sorular sormayı bilmek zannederler. Topluma hiçbir faydası dokunmayacak, toplumun çokta umurunda olmayan şeylerle iştigal ederler. Hiçbir şey yapmazlar, çok şey yaptıklarını sanırlar. Tartışır dururlar ve bunu büyük bir şey sanırlar. Yani körler sağırlar birbirlerini ağırlar misali. Oysa bilgi amele dönüşürse bir anlam ifade eder. Peki, bilgiyi amele dönüştürecek kimdir? Elbette toplumdur. Peki, toplum anlamadığı bir şeyi amele nasıl dönüştürecektir? Anlamadıkları ile yolunu nasıl bulacaktır? Doğruyu nasıl anlayacaktır? Bunlara ise cevap yoktur. Biz sığlıktan, aleladelikten, darlıktan, sekterlikten, yobazlıktan bahsederiz ya, işte bunlarda bu tipolojiye farklı taraftan girenlerdir. Yobazlığın, sekterliğin, sağlığın, aleladeliğin, bilgisizlikle hiçbir alakası yoktur işin özünde. Çünkü bilgisiz bir insan, çok bildiğini sanan birinden daha derin bakabilir tüm boyutlarıyla varlık âlemine. İşte bunun en önemli sebeplerinden birisi zihin işgalidir. Siz zannetmeyin ki, mnühasıran halkın zihni işgaldedir. Bilakis okuyup, yazdığını sananların zihinleri daha feci işgal altındadır, çünkü daha fazla kirlenmiştir. Kirlendikçe körleşmiştir, körleştikçe de bağımsızlığını kaybetmiştir. Üstad Ali Şeriati’nin de ifade ettiği gibi; ‘’köylü Mehmet Amca, yüksek payelilerden daha derin düşünmekte ve çözüm üretebilmek becerisi göstermektedir. O yüksek payeler, o kişilere hak etmedikleri halde verilmiş sanki.’’ Mezkûr iki kesimde olmayacak şeyler hakkında ahkâm kesmeye bayılırlar. Bir ton laf ederler ama tek bir şey söylemezler. Ne, söylediklerini kendileri anlarlar; ne de, söyledikleri halk tabakasında yankı bulup anlaşılır. Olması gereken konularda ise tek söz etmezler, ortalıkta gözükmezler. Şatolarına sığınmayı marifet sanırlar. Yükseklerden konuşmayı, bir şey bildik sanırlar ama kime konuştuklarını, ne konuştuklarını, niçin konuştuklarını, ne beklediklerini bilmezler. Oysa topluma inebilmeliler, toplumun dilini anlayabilmeliler, toplumun duygularının ve düşüncelerinin farkında olabilmeliler. Yani kendi dünyalarında yüksek düşüncelerle oturup kalkabilirler, olayları dip derinliklerine ve kavram düzeyinde köklerine kadar tetkik ve tahkik edebilirler ama bunu halka indirgeyerek halkın aydınlanmasını da sağlayabilmelidirler. Yani halkı dirilişe ve direnişe sevk edebilmelidirler. Halkın anlayacağı şekilde, üretim de yapabilmelidirler. Sırf kendileri için üretmemelidirler. Halk bunların söylediklerinden bir eylem üretebilmelidir. Hülasa; günlük dil üretebilmelidirler. Hakikatleri olanca sahihliğiyle, sarihliğiyle, teferruatıyla, beliğliğiyle, namusluca, cesurca ve yüreklice izah ve izhar edebilmeliler. Zira toplumu aydınlatmanın ve harekete sevk etmenin başka hiçbir şekilde ve hiçbir tülü yolu yoktur ve kabil de değildir. Çünkü bizim Yüce Kitabımız Kur’an günlük dili üretmiş yegâne kitaptır ve bu yüzden de insanlığın her bir bireyi algılayabilmekte, anlayabilmekte ve idrak edebilmektedir. Ama maalesef böyle bir şey göremiyoruz. Onların daha büyük işleri (!) var ki, böyle bir şeye tevessül etmeyi zül addediyorlar galiba. Ama ne hikmetse, yaptıkları işin halka zerre faydası yok. Kendileri çalıp, kendileri oynuyorlar. Yazık! Allah, o ilmin hesabını muhakkak soracaktır bebeğim!
Tahkiki bir imana sahip değiliz. Ata diniyle kalmışız. Mazimizle merbutiyetimiz kopuk. İmanı amele yani düşünceyi eyleme dönüştürmekte samimiyetsiziz ve riyakârız. Derunumuzda hakikaten dürüst, samimi değiliz. Vicdanımız nasırlaşmış. Duygularımız tefessüh etmiş. Eğer böyle olmasaydı, düşünmekten, düşüncelerimizi eyleme, imanımızı amele geçirmekte vicdanlı ve namuslu davranırdık. Milletimizin, ümmetimizin ve insanlığın içinde bulunduğu halden dolayı vicdanımız sızlamıyor, acı çekmiyoruz. Çünkü hissetmiyoruz. Empati yapmıyoruz. Dehşetli şekilde bireyselleşmişiz. Bencilliğin buzlu sularında yüzüyoruz. Nefsimizin kölesiyiz. Kendimizi yitirmişiz. Eğer hissetseydik, vallahi, billahi, tallahi imanı amele yani düşünceyi eyleme dönüştürürdük. Dönüştürmediğimiz zaman derunumuzda derin bir azap duyardık. Samimiyetsiz, sahtekâr, riyakâr olduğumuzu duyumsardık. Çünkü insanoğlu, anlamadığı ve hissetmediği zaman müdahale etmez, acı duymaz, harekete geçmez. Bilmek çözüm değil ve bir şeyi çözmez. Anlamak ve hissetmektir, insanoğlunu çözüme sevk eden. Geçelim! Kadim bir milletin, kahir ekseriyete malik bir ümmetin, büyük insanlık ailesinin ve mutlak, yegâne bir dinin müntesipleri olarak aynı ülkü, ideal, dava ve yol, yön ekseninde gönül ve kafa birlikteliğini sağlayamıyoruz. Kısır müsademelerin, indi mülahazaların cenderesinde büyük hediye olan ömrümüzü heba ve heder ediyoruz. Tefrika mikrobunun pençesinde kıvranıyoruz. Şunu demiyoruz; herkes muhakkak aynı düşüncede, duyguda olacak ve aynı yolda yürüyecek. Bu elbette ki muhaldir. Ama gönül birliği yapabileceğimiz ortak müştereklerimiz de mi yoktur, olamaz? Aynı ideale ve davaya da mı gönül veremeyiz? Kişiye göre adalet ve ahlak olabilir mi? O zaman bu dünya kızıl nehirlere dönmez mi? Adalet ve ahlak değişken midir? Ve adalet, ahlak varlığın temeli değil midir? Öyleyse adalet ve ahlak idealinde, ülküsünde, davasında, yolunda, yönünde bir ve beraber olamaz mıyız? Keza, vatan, herkesin ayrı ayrı algılayacağı ve anlayacağı bir olgu mudur, unsur mudur? Hep birlikte aynı vatan toprakları üzerinde varlıklarımızı idame ettirmiyor muyuz? Ekmeğimizi bu topraklardan kazanmıyor muyuz? Varlık kavgamızı bu vatan üzerine verip, kendimizi bu vatan dâhilinde hür, bağımsız, mutlu hissetmiyor muyuz? Herkesin vatanı ayrı mıdır? Hakeza millette, ümmette, devlette aynıdır, aynı bağlamda değerlendirilir.
KARAKTER ANALİZİ
Şahin Alpay, Eser Karakaş, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Hasan Cemal ve bunların türevleri; şu an, burada isimlerini andıklarımız ve anmadıklarımız varlar mı? Hayattalar mı? Hareket halindeler mi? Bir düşünce serdediyorlar mı? Var olma hakları var mı? Düşündüklerini serdetme hakları mevcut mu? Tüm bu sorulara cevabımız, EVET olacaktır elbette. Karşımızdalar, meydandalar ve denk geldiği zaman okuduk, dinledik. Yani kim oldukları, ne düşündükleri hakkında bilgi sahibiyiz. Düşünmelerini isteriz elbette ki ve düşüncelerini hürriyet dairesi içerisinde serdetmelerine sözümüz olamaz. Velakin, düşüncelerine iştirak etmek gibi bir mecburiyetimiz bulunmamaktadır. Tenkit etmekte bizim hürriyetimizdir, düşüncelerini serdetmek bu tiplerin hürriyetleri olduğu kadar. Müşahede ettiğimiz, anladığımız ve idrak ettiğimiz kadarıyla, bu milletin dini ve kimliği ile organik bir bağlarının olmadığı aşikâr. Öyle, kimliğimde şu yazıyor demekle, o kimlikten ve dinden olunmuyor bebeğim! İlk evvelde bunu idrak edeceğiz. Ki, bu milletin çocukları artık bu gerçeği kahir ekseriyetle idrak etmiş durumdadırlar. Bu tiplerin, bu milletin ruhuyla ve bedeniyle kimyaları bir türlü uyuşmamıştır. Ki, bunu saklama gereği de duymamaktadırlar. Şimdi soruyorum; bunlar, bu millete ve ümmete ne vermişlerdir? Bu millet ve ümmet için hangi hayırlı işe imza atmışlardır? Siyonizm’e karşı cesurca dövüştükleri, Siyonizm’in mezalimlerine karşı isyan ettikleri vaki midir? Bu milletin ve ümmetin evlatlarının katledilmemeleri, topraklarımızın talan edilmemesi, kaynaklarımızın yağmalanmaması, ahlaki değerlerin tahrif ve tahrip edilmemesi, milli birlik ve beraberliğin tahkim edilmesi gibi mevzularda hangi adımı atmışlardır, hangi sözü söylemişlerdir? Ya da adım atmak, söz söylemek gibi bir niyetleri olmuş mudur? Dinle ve kimlikle hatta bu vatanla, devletle bir merbudiyetleri var mıdır? Ahlakla ve adaletle bir bağları var mıdır? Adalet uğruna kavgaları vaki midir? Terör konusunda tek söz etmişler midir? Terörü bir kez de olsa lanetlemişler midir? Bilakis, söylediklerimizin tam da zıttını yaptıklarını bizatihi müşahede ettik, biliyoruz, duyduk, okuduk. Ki, ihanet illa apaçık şekilde yapılmaz, bazen zımni yollarla yapılır. Aklı olup alık olmayan bunu sarahaten fark eder. Bunların aydınlıkla ilişkileri, ancak aydınlığı karanlığa tedvir etmek bağlamında olur. Gelelim sadede! Şimdi elinizi vicdanınıza koyunuz, kalbinizle hissederek, kafanızla tefekkür ederek, kıvırtmadan, cerbeze yapmadan, laga luga etmeden söyleyiniz; bir Müslüman bunları gönülden sevebilir mi? Bir Müslüman alın teriyle bunları besleyebilir mi? Doğmamış yetimin hakkını bunların kasalarına su gibi akıtıp, çarçur edebilir mi? Evini yani medyasını bunlara açıp, neslin zihnini iğdiş etmelerine ve zihin kodlarıyla oynamalarına fırsat tanıyabilir mi? Kendi evinde yani medyasında bunlara yer tahsis ederek, kendisine küfretmelerine müsaade edebilir mi ve bunu vicdanlar sindirebilir mi? Bunları yapanlar hakikaten gönülden, kafadan Müslüman olarak görülebilirler mi? Müslüman olduklarını iddia ediyorlarsa şayet, sahtekâr ve riyakâr olmazlar mı? Allah’a, Önder’e, Kur’an’a tahkiki ve sahih bir imanla iman etmiş olanlar, böyle bir şey yapmaya tevessüle edebilirler mi? Lütfen namuslu olalım ve doğru anlayalım; malum tiplere küfretmiyorum, hakaret etmiyorum, hürriyetlerini gasp etmiyorum. Münhasıran fikirlerimi serdediyorum. Aklım, kalbim, vicdanım eşliğinde mülahazalarımı izhar ediyorum ve bu tipler üzerinden bir sorgulama yapıyorum Müslüman iddiasında olanlara matuf olarak. Böyle bir şey de benim en tabii hakkımdır, hürriyetimdir. Kati surette söyleyebilirim ki, bir Müslüman’ın, bu tipler muvacehesinde, komplekse girmeye, ezilmeye, büzülmeye hakları yoktur olamaz. Müslüman, bu tiplere özenemez, sempati duyamaz, lüzumsuz saygı gösterisinde bulunamaz. Müslüman böyle yaparsa, izzetini, şerefini, haysiyetini kaybeder. Bu tiplerin, Müslümanlara, verebilecekleri zerre miskal bir hayır ve iyilik yoktur, badema da olmayacaktır. Bilakis, vermeleri muhtemel olan ciddi zararlar mevcuttur. Bunları kendi hallerine bırakacaksınız ama bu meyanda kontrol altında da tutacaksınız açık bir ihanete yeltenmemeleri, fitne ve fesada yol açmamaları için. Tekrar ifade ediyorum ki; bu tiplere saygı duymayacaksınız. Bunları evinizde yani medyanız tavassutu ile beslemeyeceksiniz, bunlara itibar etmeyeceksiniz, nesillerinizi bunlardan koruyacaksınız, alın terinizi bunların kasalarına akıtmayacaksınız. Bu bizim en doğal hakkımızdır!
DİPLOMA CEHALETİ YOK ETMEZ
Maalesef okumuş olmak cehaleti alıp götürmüyor. Cehaleti yok etmek apayrı bir gayret istiyor. Söyleyince kızılıyor. Kızmayacaksın bebeğim, akıllı olacaksın ya akıllı! Ki, kızsan kaç yazar? Gerçek değişir mi? Değişmez bebeğim değişmez. Okuyorsun. İlkokul bitiriyorsun. Ortaokul bitiriyorsun. Lise bitiriyorsun. Üniversite bitiriyorsun. Ama cahil kalıyorsun. Bir iletişim kuracak kabiliyetten yoksunsun. Söylenen bir sözü idrak edecek kapasiteden mahrumsun. Okuduğunu ve dinlediğini anlayamayacak kadar çapsızsın. Böyle bir şey olamaz bebeğim, olamaz. Ama oluyor. Niye oluyor? Çünkü okumuyoruz, diploma sahibi oluyoruz. Yani diplomalı cahiller sürüsüyüz. Tabi herkes için değildir bu sözüm. Bu sözü hak edenler içindir. O kadar! Anlama çabamız var mı? Yok. Öğrenmek çabamız var mı? Yok. Dinlemek çabamız var mı? Yok. Okuma çabamız var mı? Yok. Eee böyle olunca tabi ki diploma sahibi olsan bile cahil kalırsın. Alık alık yaşarsın. Bön gibi kalırsın öylece. Önce dinleyeceksin, sonra anlayacaksın, en sonunda konuşacaksın. Bilakis, ahmakça hareket etmeyeceksin. Adama bir şey söylüyorsun, adam tutuyor, sen işte Cumhuriyet düşmanı mısın? Ulan öküz, daha söylenilen şeyi anlayacak çapın yok, kapasiten yok, tutuyorsun bir kelimeyle yargıya varıyorsun. Sonra da gidip ileri geri konuşuyorsun. Karşında ki de kuvvetle muhtemel aynı senin eşdeğerinde biri ki, senin gibi bir öküze inanıyor. Bilmiyor ki gerçek Cumhuriyet, cumhurun ta kendisidir. Keza, bir söz ediyorsun, adam sözü dinlemiyor, anlamıyor, çap yok ki, kapasite yok ki, tutuyor sen İslam düşmanı mısın diyor? Ne dersiniz şimdi böyle bir öküze? Bilmiyor ki, biz, uydurulmuş dine değil, indirilmiş dine tabiyiz. Sonra da aynı önce ki gibi, gidip ileri geri konuşuyor. Karşısındakini de inandırıyor, ne garip, sanki aynı tornadan çıkmışlar. Hakeza, bir şey söylüyorsun, bir değerlendirme yapıyorsun, öküz tutuyor seni vatan haini yapıyor. Ulan daha vatan nedir diye sorsan bir cümle kuracak kapasitesi yok, ama en büyük vatansever kesilir başınıza. Gider bunu dağıtır ara yerde ve sen olursun toplumun gözünde vatan haini. Bu öküze mi kızacaksın, buna inanan öküze mi bir şey diyeceksin?
Bir şeye inanırım bebeğim! İnsanları kendiniz dinleyecek, anlayacak ve tanıyacaksınız. Kimseyle kimseyi tanımayacaksınız. Çünkü hem öküzlük başa bela hem de kahpelik başa bela. Bu yüzden hayatımda edindiğim bir felsefem vardır; HERKESİ KENDİN TANI. Birileri birilerinin hakkında sana bir şey söylese de, son tahlilde yine kendin tanı insanları. Çünkü bu âlemde, kimse kimseyi namusluca tanıtmaz, tanıtmıyor ve bu gidişle bademada tanıtmayacak. Gerçeği söylemek için önce insan evladı olacağız. Adam olacağız adam. Birini tanıtırken, nasıl olurda onu kötü tanıtabilirim ve işte şu haktan mahrum edebilirim diye ya da onun hakkında kötü konuşamıyorsam bile, iyi de konuşmam ve akıllarda kalmasına engel olurum diye haysiyetsizlik, şerefsizlik yapmayacağız. İnsan olmak, insan kalmak, insanca yaşamak ne de zormuş meğer bebeğim! Daha ne diyeyim ki? Denilenlerden denilmeyenlere de ulaşılabilir.