Kur’an’ın bilgisi ile aydınlanmayan bir toplum, insanlık tarihinin dününde, bugününde ve yarınında karanlığın tutsağı olmaya mahkûmdur. Kur’an’ın bilgisi ile aydınlanan bir toplumda tarihin tekerleğini döndürmeye muktedirdir. Çünkü Kur’an, karanlığa tutulan, insanlığın görüp görebileceği en kuvvetli ışıktır. O ışık, insanlığı ve evreni mazide aydınlatmıştır, atide de aydınlatmaya devam edecektir, yeter ki insanlık o ışığa yüzünü dönebilme cesareti göstersin. Geçelim! Aklımız var, kalbimiz var, vicdanımız var, gözümüz var. Âlemi şöyle temaşa ediyoruz da; ideolojik guruplar ayrı bir dünyada yaşıyorlar, gerçek dünyadan bihaberler ve işin garibi gerçek dünyayı hissetmekten ödleri patlıyor, kendi sazlarını çalıp, kendileri oynuyorlar; aydın dediklerimiz camekân içinde sıkışıp kalmışlar, dış dünyadan ve insanlardan kopuk bağırıyorlar ama kimse duymuyor; basın dünyası dersen zaten çürümüş ve kokmuş bir halde; kelamcılar, kendi dünyalarına gömülmüşler kendi şarkılarını terennüm ediyorlar; mezhepçiler bir yana savrulmuşlar kafalarına göre yaşıyorlar; tarikatlar aynı şekilde, bir hırka ve bir lokmayı dillerine pelesenk etmişler; cemaatler, benden başkası yalan borusunu öttürüyorlar; sivil toplum örgütleri derseniz diğerlerinden farkları yok, girdaplar içinde kıvranıp duruyorlar; partiler derseniz hakeza aynı terane, bir türlü, bu vatan, bu din ve kadim medeniyet değerleri ekseninde birleşip aynı ideale yönelemiyorlar. Saydıklarımızın hepsi de kendi küçük, basit ve ucuz menfaat hesaplarının peşinde hiçbir değer üretmeden, üretilen ya da mevcut olan değerleri tüketiyorlar. İnsanlığa ise verdikleri hiçbir şey yok, ideal düzlemde. Allah’a, Önder’e, Kur’an’a ihanet içindeler. Hepimiz kendi küçük dünyamızda varolmak için boğuşup duruyoruz. Var kılmak ve yaşatmak adına ise bir adım bile atmıyoruz. Hesap kitap yapıyoruz biteviye. Feragat, fedakârlık, diğerkâmlık gibi ulvi erdemler ise bizden sonsuz uzak. Ne grupsal olarak ne de bireysel olarak bilinç düzeyi yönünden yüksek bir yerde değiliz, bilakis dipteyiz. Cehaletin zifiri karanlık gecesinin iflah olmayan tutsaklarıyız. Şeytan içimize öyle bir sızmış ki, çıkarın çıkarabilirseniz, mevcut halinizle. Şeytaniler, her kitle üzerinde gizli ve derinleşmiş bir egemenlik kurmuşlar. Mevcut durumla kurtulun kurtulabilirseniz. Kalp ve kafada devrim yapmadan asla kabil değildir kurtuluş. Ellerimizde olan kurtuluş için, irade, sabır ve cesaret lazım bize. Münhasıran bir dokunuş lazım ama kim yapacak o dokunuşu? Herkes kendi dışındakini itham ediyor ama kendini ve kendi bulunduğu yeri itham etme, sorgulama iradesinden, cesaretinden mahrum, böyle olunca da karanlığın tam ortasına düşüyoruz. Herkes, hakikat temelinde, kendi tarihi, kültürü ve kadim kaynakları üzerinde, adalet ve ahlak pratiği mücadelesi ekseninde; kendi partisini, ideolojisini, cemaatini, mezhebini, sendikasını vs. tenkit edebilme asaletini gösterebilmelidir mutlaka. Sürü psikolojisinden kurtulmalıyız ki; bizleri temsil edenleri değiştirme ve dönüştürme iradesi gösterelim. Onların, bizleri, diledikleri gibi yönlendirebilecekleri sürüler olmayalım. Onların, her dediklerini tasdik etmek zorundaymışız gibi hareket etmeyelim. Ama maalesef bu olmuyor. Oysa insanları ve gurupları değerlendirmeye tabi tutacağımız şaşmaz bir kaynağımız olmalıdır ve bu da vardır. Ama zihnimiz işgal altındadır, irademiz ve cesaretimiz, bir olma bilincimiz yoktur!
Ah be ah! Keşke Kur’an’ı anlayabilsek. Keşke Kur’an’ı hayat yapabilsek ve Kur’an’la hayatlanabilsek. Hayatı, Kur’an ile hakikatlendirebilsek. Keşke vicdan, akıl, kalp, ruh eksenli tefekkür edebilsek. Birbirimizi dinleyebilsek, anlayabilsek. Birbirimizi dinlemeden, anlamadan birbirimize garezlenmesek. Keşke Kur’an’ın hakikatlerinden gocunmasak. İşte o zaman her şey güzel olacak. Kilitlenmiş zihinler açılacak. Körleşmiş zihinler görmeye başlayacak. Durmuş zihinler yeniden harekete geçebilecek. Suskun vicdanlar konuşacak. Katılaşmış ve kararmış kalpler, yumuşayacak ve aydınlanacak. Olmuyor be gözüm olmuyor. Açık ve net; Kur’an bizi rahatsız ediyor. Öyle rahata alışmışız ki, Kur’an, rahatımızı, konforumuzu bozuyor. Kur’an’dan bahsetmekten korkuyoruz. Çünkü Kur’an aydınlatıyor, sarsıyor, bozuyor, değiştiriyor, dönüştürüyor, uyandırıyor, harekete geçiriyor. Kur’an, kurduğumuz çarkı kırıyor. Zincirleri, bukağıları, prangaları parçalıyor. Kur’an özgürleştiriyor. Kur’an közü alevlendiriyor. Kur’an, yıkıyor ve yeniden kuruyor. İşte bu yüzden bizi rahatsız ediyor. Zira öyle bir hayat yaşıyoruz ki, Kur’an ile tezat. Ah be ah! Doğruları söyleyenlere kızıyoruz. Silip atıyoruz hayatımızdan. Kardeşliği bile katletmeyi göze alıyoruz. Hatta daha ağırı ve acısı; zulmediyoruz Kur’an’la konuşana. Offf… niye böyleyiz ki? Hani biz Müslümandık ya, hani biz Allah’a söz vermiştik ya, hani biz Önder’e tabi olmuştuk ya, nerede kaldı bunlar? Vicdan dayanamıyor, akıl sükûta geçiyor. Geçelim be! Her gurup, klik, fraksiyon, kendisine, omuzlarında yükseleceği ve sömüreceği bir kitle var etmiş ve o kitlelerin varlığıyla çarkını döndürüyor. Menfaatlerine kısa yoldan kolayca mülaki oluyor. Keyfince yaşıyor. Çünkü hakikatlerden uzaklaştırarak koyunlaştırıp, sürüleştirdiği kitle ne kadar çok olursa o kadar güce malik oluyor, o kadar nimete erişiyor. Çünkü güç, dünya nimetlerine ulaşmayı kolay kılıyor. Kitlelerin niteliği hiçbir zaman önemsenmiyor, nicelik kifayet ediyor. Nitelikli bir kitleyi sürüleştiremezsiniz çünkü. Koyunlaştırılan, sürüleştirilen kitleler rant ve egemenlik kavgasında edilgen duruma düşen bir aracı oluyor ancak. Ellerine geçen hiçbir şey olmuyor. Ne maddi, ne de manevi olarak bir kazanım elde etmiyorlar. Hakları olan şeyi bile alamıyorlar. Bilakis, uyutuluyorlar ve uyku modundayken her şeyleri alınıyor. Kimiyle uğraşsın garip Müslüman? Dışarıdan tazyikte bulunan şeytanilerle mi? Yoksa içeriden kendisine karşı ayıp eden kendinden olanlarla mı? Allah, bu millete ve ümmete yardım etsin, bu millete ve ümmete hakikatle gelmeyenleri ıslah etsin. Âmin.
AİLENİN YUVAYA DÖNÜŞMESİ
Bir erkek, bir kadın tanışırlar, zamanla birbirlerini severler, nihayet bir ömür birlikte olmaya karar verirler. Neticede aile olarak tanımlanan kutsal yapı tezahür eder. Ve çocuklar! Aile, kadın ile erkeğin birlikteliğinin ve bu birliktelikten meydana gelen çocukların teşekkülden hâsıl olmuş en küçük toplum organizmasıdır. Temelinde sevgi olması iktiza eder normal şartlarda. Ki, sevgide vardır zaten ilk aşamada. Erkek ve kadın bir aile olur ve ev kurar. Ailenin bir arada olması için bir evin oluşması önkoşul gibi bir şeydir. Çünkü yaşamak için evlenmiş olmak kifayet etmez, meta anlamında ki evinde bulunması icap eder. Fakat modern zamanlar aileyi handiyse yok olma aşamasına getirmiştir. Tabi ailenin mahiyetinden bahsettik ama bu kurum, bugün, mahiyetinden uzaklaşmıştır maalesef. Zamanımızda aile denildiği zaman bir anonim şirket akla gelmektedir. Zira dünya nimetlerine daha kolay, çabuk ve üst düzeyde ulaşabilmek adına bir araya gelinmekte ve aileler kurulmaktadır. Yani artık sevgi temelli değil, çıkar temellidir. İnsanlar sırf meta bazlı düşünerek evlenmektedirler. Yani birbirlerini sevmemektedirler ama yine de evlenmektedirler. Çünkü zamanımızda baştan itibaren çıkara odaklı olarak bir araya gelinmekte, birlikte olunmakta ve aile teşekkül ettirilmektedir. Böyle olunca da, bitevi çıkar çatışmalarına sahne olmaktadır ailelerin yaşadıkları evler. Artık severek bir araya gelen, birlikte olan ve aile kuran handiyse yok denecek kadar azdır. Fakat ‘’elbet bir gün herkes sadece sevdiği için ve sadece sevdiğiyle evlenebilecektir, zira o zaman meta hiçbir işe yaramayacaktır’’ bir filozofun dediği gibi. Maateessüf henüz hakiki manada ne aile kurabildik ne de ailelerimizi bir üst aşama olan yuvaya dönüştürebildik. Ne ailemizi koruyabildik ne de yuva kurabildik işin hülasası. Zira böyle bir şey, metaa odaklı yaşamların olduğu bir dünyada kabil de değildir. Aile, tabir caizse bir anlamda bedeni yani kalıbı ifade eder. Ailenin yuvaya dönüşmesi için o bedene ruhunda konulması olmazsa olmazdır. Peki, nedir yuva? Eğer kendinizi rahat, huzurlu ve mutlu hissediyorsanız ve bunu ruhunuzun dip derinliklerinde duyumsuyorsanız işte o zaman yuva kurmuşsunuz demektir. Mahremiyetinizi ve sırrınızı muhafaza edebiliyorsanız, aileniz yuvaya dönüşmüştür. Başkaları size ihtimam gösteriyorsa ve siz de başkaları tarafından ihtimam görüyorsanız, işte yuvanız teşekkül etmiştir. Yalnız kalabiliyorsanız, bunu bir hak olarak telakki ediyorsanız ve bu hürriyetinize kimse müdahale edemiyorsa, böyle bir yer artık yuvadır. Münhasıran sevgi egemense, metaa geri planda kalmışsa, çıkar kavgaları aileyi terk etmişse, işte orası bir yuva olmuştur. Binaenaleyh, insançocuklarının hayatları boyunca kurma gayreti içerisinde oldukları, düştüğü demlerde ayağa kaldırmaya çalıştıkları ve ayakta tutmak için varoldukları, bunun içinde amansız bir mücadele verdikleri, hayati öneme ve kutsal mahiyete haiz olan, şahsi ve kolektif bir sanat eseridir yuva. Bu harikulade ve görkemli sanat eseri mahiyetinde ki benzersiz şey, hala sırlar ülkesinin hâkimiyeti altındadır. Ne insiyaki davranışlar ne de yersiz mukallitlikler, aileyi yuvaya dönüştürmek için kifayet etmez. Bu kabil değildir. Bu hakikatin fevkinde olursak, neyi, nasıl, niçin ve kim için yapacağımı idrak ederiz ve gerekeni yapmak için hemen harekete geçeriz. Yuva olamadığımız için, çocuklarımızı da yetiştirememekte ve an be an kaybetmekteyiz. Bugün çocuklarımıza sahip değiliz. Başıboş, serseri bir mayın gibi toplum tarlasına fırlatılmış gibidirler çocuklarımız. Sefaletin dehlizlerinde çırpınmakta ve toplum tarlasına pislik saçmaktadırlar. Kendin yandın madem, evladını yakman niye diyor büyük şair Akif! Doğurman ve doyurman marifet değil, marifet edeple yoğurmandır diyor bir Diyarbakır atasözümüz! Son tahlilde; bu milletin kurtuluşu, yuvanın, sağlam ve kadim kökler üzerinde kuruluşuna merbuttur.