Şimdi bizim bir marşımız vardır değil mi? İstiklal Marşı. Şöyle baktığımız zaman her milletin kendi dünyasında, özel durumlarda coşkuyla okuduğu bir marşı vardır. Ve herkeste marşını büyük bir coşkuyla, yüksek bir heyecanla okumaktadırlar. Buna her an tanıklık ve şahitlik etmekteyiz hem büyük mikyasta hem de küçük mikyasta. Bunun herhangi bir sakıncası var mıdır? Varsa nasıl bir sakıncası vardır? Bizim marşımızın yazıldığı dünya şartları ve ülke şartları malumdur. Marşımızı kaleme alan şahsiyeti çok iyi biliriz. Hangi halet-i ruhiye ile yazdığını da çok iyi biliriz. Üstelik ücret talep etmediği ve verilen ücreti kabul etmediği de hepimizin malumudur. Yani millete hediyedir bir nevi. Yalan mıdır bunlar? Fert olarak, millet olarak, devlet olarak, ümmet olarak yekpare bütünü rahatsız edecek bir durumu var mıdır marşımızın? Varsa şayet, nasıl bir rahatsızlık olabilir bu? Bu marş bir kitleye mahsus yazılmamıştır. Bu marşı yazanda bir kitleye ait değildir. Yani büyük resme aittir, hem yazan hem de yazılan. Bu yüzden birileri çıkıpta şu sebepten bu marşı ittihaz etmiyoruz diyemezler. Eğer böyle bir şey diyorlarsa, marşın ruhuna olan kinlerinden, düşmanlıklarından dolayı diyorlardır. Bilakis, hiçbir sebep ileri süremezler. Hayır, marşımızın bir kötülüğü var mıdır? Marşımız laf olsun diye mi yazılmıştır, hiçbir şey yokken? Marşımız bu milletin aleyhine bir durum mu teşkil etmektedir? Gayr-ı milli midir? Peki, niye kabul edilmesin? Niye coşkuyla söylenmesin gönül rahatlığı içinde? Bu marş, adaletin ikamesine mi yoksa ahlakın ikamesine mi handikap teşkil etmektedir? Hürriyeti tahdit eden bir marş mıdır? Manda ve himayeye mi davet etmektedir? Özünde böyle bir davetiyeyi mündemiç ise şayet, adı niçin İstiklal Marşı olarak telaffuz edilmiştir? Bu marş özünde insanlığa mugayir anlam mı taşımaktadır? Bu marşa muhalif olanın haklı gerekçeleri olabilir mi? Bu marşa muhalif olan, bu millete, bu devlete, bu dine, bu vatana, bu ümmete dost olabilir mi? Bu marşa muhalif olan Müslüman olabilir mi? Türk olabilir mi? İslam Ümmetinden olabilir mi? Bu marş, küfre mi kanalize etmektedir insanları? Bu marş zalimler için mi kaleme alınmıştır yoksa küfür milletlerine karşı bağımsızlık kavgası veren bir millet için mi?
Bölecek ve bölünecek şekilde değil, bütünleştirecek ve bütünleşecek şekilde hareket etmeliyiz. Bu da ortak değerlerin tolere edilmesine merbuttur. Ortak değerler hiçbir kavgaya handikap teşkil etmezler. Ayrıca mücadelelerin zaferi intaç etmesi, vahdet ruhunu iktiza eder. Vahdet tahakkuk etmemişse, zafer bir hayalden ibarettir. Vahdette, ortak ruhu, fikri ve hareketi iktiza eder. Vatanımız, marşımız bellidir demiş ve kısa izahlar serdetmiştik naçizane. Bayrağımız da bellidir. Bayrağımız da, dini-milli bir değerimizdir. Bayrağımız bir kitleye, kliğe ait değildir. Tüm milleti kuşatan ve gölgesinde kardeşçe yaşamamızı sağlayan bir değerdir. Keza bağımsızlığımızı ve hürriyetimizi simgeleyen bir değerdir. Üzerinde ki ay ve yıldız dünyevi bir durumu ifade etmezler. Hiçbir insan teki tarafından biçimlendirilmiş, renklendirilmiş, çizilmiş değildir. Bildiğim kadarıyla hilal Allah’a, yıldız Muhammed’e, kırmızı ise şehit kanına tekabül etmektedir. Ve bu durum mantığa da münafi gelmemektedir. Görüldüğü gibi, olduğu haliyle tamamen doğaldır. Yani hiçbir yönüyle özel bir zümreyi temsil etmemektedir, bilakis büyük milleti temsil etmektedir. Ne adalet, ne ahlak, ne de hürriyet kavgasına handikap teşkil etmemektedir. Her kavgada şanlı şanlı dalgalanan bir bayraktır o. Kutsal kavgaların bayrağıdır. Vahdet ruhunu temsil eder. Bayrağa muhalif olabileceğimiz ya da muhalefetimizi haklı gösterebilecek bir durum var mıdır? Muhalefetimize hangi sebebi gösterebiliriz? Bayrak ve ezan bu milletin en önemli simgesi değil midir? Hem bu değerlerden rahatsız olmak hem de bu dini, devleti, milleti, vatanı sevmek kabil midir? Bu değerlere düşman olarak, vahdeti gerçekleştirebilmek nasıl mümkün kılınabilir, mümkün kılınması mümkün müdür? Hangi kavgayı vereceğiz de, bu değerler handikap teşkil edecek? Bu değerlerin çıkarılıp atıldığı bir kavganın ruhunun olması kabil-i mümkün müdür? Bu değerleri ref etmeye ya da pasifize etmeye tevessül edenlerin, ortak ruhun parçası olmaları mümkün müdür? Böyle yapanlar, karşılarında tek vücut ve tek ruh olmuş bir milleti bulmazlar mı? Böyle bir şeyde vahdete handikap teşkil etmez mi? Vahdeti sağlamadan verilen hangi kavgada samimiyet olabilir ya da böyle bir kavganın zaferi intaç etmesi kabil midir? Bu millet değerleri ile baştır, değerlerinden tecerrüt ettiği vakit ayak olacaktır. Binaenaleyh, bu milletten koparılan her değer, bu milleti ayak derekesine düşürmeye yeltenmedir. Böyle bir şeye de bu millet müsaade etmeyecektir. Bu milletin marşına, bayrağına, ezanına, toprağına matuf her suikast teşebbüsü, milletin yekpare kuvvetini karşısında bulacaktır. Bu millet, kendisini ayakta tutan ve varlığını garanti eden hiçbir değeri çiğnememelidir, çiğnetmemelidir, çiğnemeye yeltenenleri ayakları altında çiğnemelidir. Zira ruhunu çiğneten bir milletin, ne şerefi, ne haysiyeti kalır. Onun bedenen ayakta olması da hiçbir anlam ifade etmez. Bizim sırtımızı yasladığımız hiçbir değerimiz arızi değildir, tabir caizse fıtridir. Köklerimizle merbutiyeti vardır her bir değerimizin. Dinimiz ve kimliğimiz, bu değerlerden ilham alırlar ve bu değerlere özlerini verirler. Evet, muayyen ve sabit değerlerimiz bellidir. Her şey muvakkattir, değerlerimiz muhakkaktır. Her şey fanidir, değerlerimiz bakidir. Bu değerler üzerinde kalarak, bu vatan sathında, ahlak ve adalet kavgası vermek boynumuza borçtur. Bu milletin ve vatanın payidar kalması için bu şarttır. Şeytaniyetin, yerli maskeli, maddi ve manevi kılıflı ama bu milletin değerlerine muhalif olan tüm baronlarına diz çöktürülmelidir. Yüce değerlerimizi çürütmeye çalışan her türlü hareket, olması gereken şekilde bastırılmalıdır, diskalifiye edilmelidir. Bu ülkede, şeytaniyetin sözcüsü olan lanet basın kesinlikle hizaya sokulmalıdır. Yine bu ülkede şeytaniyetin kasası olma görevi gören tüm kodamanlar hizaya sokulmalı, bunlara diz çöktürülmelidir. Devletimizin gücünü heba eden, milletimizin enerjisini çalan ve kardeşliğini zehirleyen, ülkemizin kaynaklarının yağmalanmasına neden olan her türlü terör şebekesi acımadan ezilmelidir. İskeletsiz insan ne ise, değersiz insan da odur. Değer, iskelet gibidir. Gayrısı angaryadır, hikâyedir, martavaldır, saçmalıktır.
Hakikat çürütülemez çünkü hakikat hayattır; hayat yalanlanamaz çünkü hayat hakikattir. Hayat; basit, sığ, alelade gibi gözükse de, dip derinliklerinde hakikati gizler. Zevahir çoğu kez aldatıcıdır, bu yüzden zevahire aldanmamak iktiza eder. Bir şeyi, aklına, kalbine ve vicdanına vurmalısın. Eğer o şey muvacehesinde, aklın, kalbin ve vicdanın ıskat oluyorsa, o şeye diyecek hiçbir şeyin olmaz. Yalanla hakikat bir olmaz. Çünkü hakikat yıkılmaz, yalan ise ayakta duramaz. Bunu yapmalısın, yapmıyorsan yaşamanın hiçbir anlamı ve kıymeti olmaz. Yaşamını sorgulamıyorsan sadece yaşadığını zannedersin. Okuduklarını, bildiklerini, hareketlerini, değerleştirdiklerini, din mesabesine yükselttiğin inançlarını, uğruna kendini adadığın ideallerini sorgulayabilmelisin. Çünkü sorgulamak, yenilenmektir, tazelenmektir, yeniden dirilmektir, bitevi müteyakkız olmaktır. Geçelim! Değerlerimizden bahsettik. Değerlerimizin bekamızın sigortası olduğunu izhar ve izah ettik. Değerlerimiz en üst düzeyde devlet nezdinde temsil edilir ve vücut bulur. Binaenaleyh, değerlerimizi muhafaza etmek, yaşamak, yaşatmak ve maziden atiye taşımak en kutsal ödevlerimizdendir. İşte bu sebeple, devlet denilen mekanizmanın tüm çarklarının, değerlerimize göre dönmesini temin etmeliyiz. Bir devletin, tıpkı değerler mesabesinde olan ve varoluşunun idamesini sağlayan muayyen çarkları da vardır; mektep, kışla, cami gibi. Bu çarklar dahilinde, dinimize ve töremize mütenasip bir çalışma hayatı tanzim etmeliyiz. Tabi burada akıl ve bilim mutlaka devrede olmalıdır. Yani pozitif bilimlerle maneviyatı mezcedebilmeli, insicam içerisinde ilerlemelerini sağlayabilmeliyiz. Bilakis, tevlit edecek sonuçların bedeli sonsuz ağır olacaktır. Hayat ne münhasıran bilimdir ne de münhasıran maneviyattır. Hayat ikisinin insicam içerisinde raksıdır ve terakki, böyle bir raksın meyvesidir. Bilimsiz din kör bir taassubu, dinsiz bilim kör bir şiddeti tevlit edecektir ve etmektedir. İnsanlığın kaybetmesinin nirengi noktası burasıdır. Batı Uygarlığının kör, sağır ve şedit şiddeti intaç etmesinin nedeni dinsiz bilimdir. Doğu’nun kör, sağır ve şedit cehaletin kurbanı olması bilimsiz dindir. Oysa evren, bilim ve din üzerindedir. Tabir caizse duygu ve düşünce üzerindedir. Maneviyat ve maddiyatın mezcidir, insicamıdır. Bu derin ve ince hakikati idrak etmeden gerçekleştirilecek her hareket boş ve neticesiz kalmaya mahkumdur. Devlet çarkları bu ikisiyle beslenmeli ve milleti de bu ikisiyle beslemelidir. İşte o zaman zafer güneşi bizim için tulu edecektir ve dünyamızı saran karanlığın perdesi yırtılıp atılacaktır. Tüm gövdemizi saran zincirler tek tek çözülecektir.
Hakikat; olabildiğince sarih ve beliğdir. Açıkça var olma kavgası vermekten asla imtina etmez yani açık yaşar. Yalan ise; kapalıdır, korkaktır, ürkektir, her an afişe olma ve yok olup gitme tereddütleriyle var olmaya devam eder ama var kalabilme korkusu sinmiştir hücrelerine bir kere. Binaenaleyh, ortada görünmekten feci ürker. Bu yüzden yalan, şeylerin dip derinliklerine dalış yapılmasından imtina eder; hakikat ise, şeylerin dip derinliklerine dalış yapıldıkça kuvvet kesbeder. Yani hakikatin, korkusu, tereddütleri olmaz. Hakikat spontane var olur, var kalır, varlığını idame ettirir. Müzaherete, payandaya ihtiyaç hissetmez. Yalan ise, hakikatten kırıntılarla beslenmek, var olmak arzusundadır. Ki zaten, yalanın, hakikatmiş gibi algılanmasına neden olan ve yalancıları bir şey yapan durum da budur. Hakikat, canlıdır ve direnir. Yalan ise, ölüdür direnç gösteremez, bitevi uyku modundadır, bilakis hareket ederse sorgulanacağını düşünür, bu da yalan için felaket bir son demektir. Hakikat, hayatın ruhudur. Yalan ise, hayata yapılan yamadır. Bu yüzden yalanı söküp atabilirsiniz ve hiçbir zarar sadır olmaz fakat hakikati söküp atamazsınız, böyle yaparsanız kendinizi de söküp atmanız icap eder, zira hakikat; hayatın, evrenin, insanın hücrelerine sirayet etmiştir ve sökülüp atılması muhal ender muhaldir. Hakikat, zincir kırıcıdır; yalan, zincir üreticidir. Hakikat, İslam’dır; yalan ise, İslam dışında kalan her şeydir. Geçelim! Devlet çarkları, din ve töre ekseninde tanzim edilmeli, şekillendirilmeli, biçimlendirilmeli demiştik. Bu durum bağımsızlıkla doğrudan ilintilidir. Devlet denilen mekanizma ne kadar kendi kadim olgularınızdan besleniyorsa ve o olgulardan şeklini, rengini alıyorsa bağımsızlığınız o kadar tezahür eder ve devlet çarkları o mesabede millet için döner. Kimliğinizin ve dininizin damgasını taşımıyorsa hayatınız, o hayatın size ait olduğu söylenemez, iddia edilemez, zira ispatı kabil değildir. Çünkü davalar, tanıklara ihtiyaç duyarlar. Binaenaleyh, bir milletin, kendi dünyasını, kendi ulvi değerleri ekseninde şekillendirmesi en tabi hakkıdır. Buna müdahale etmek faşizmin dik alasıdır. Ve faşizm, hakikatte, işte tam da budur. Başkalarının değerleri ve inançları temeli üzerinde şekillenen bir hayat asla bizim hayatımız olamaz, böyle bir devlette bağımsızlıktan dem vuramaz. Bir bireyin de, bir milletin de, bir devletin de, kendi kadim ve kök değerleri, dinamikleri, inançları ve töresi temelinde var olmaya çalışması, hayat mekanizmasını bu eksende tanzim etmek istemesi sonsuz hakkıdır. Aksi bir durumu tolere etmek kabil-i mümkün değildir. Ev kime aitse, o evi dizayn etmek, tanzim etmek o evin sahibinin en tabii hakkıdır, bu minvalde ki herhangi müdahaleyi icap ediyorsa zecri yöntemlerle püskürtmek en kutsal vazifesidir, ev sahibinin. Herkes haddini ve hududunu bilmek zorundadır.
NOT: Şeytanın çocuklarına en güzel cevap; tek yumruk olmak ve o yumruğu şeytanlaşmışların tepesine indirmektir. Tefrikaya düşmezseniz ve Allah'ın ipine sımsıkı sarılırsanız, hiçbir şeytan size zarar veremez. Acı doluyuz, hüzünlüyüz ama sabretmek zorundayız. Lanetlemek artık basit geliyor. Yapmamız gereken, gerektiği şekilde cevap vermekte tereddüt etmemektir tüm şeytanlara. Devletimin, milletimin, ailelerin başları sağolsun.