Filozoflar, mütemadiyen; bilginin, ıstırabın kaynağı olduğunu ama o ıstırabın içinde derin bir gücün gizli olduğunu, o gücün de insanı rahatsız ettiğini söylerler. Bilgi şüpheyi artırır, şüphe de bilgiye kanalize eder insanı. Ama bilen biri ile bilmeyen, hele bilmediğini de bilmeyen biri asla denk olamaz. Yüce Kur’an’da teyit eder bu hakikati, ki bu hakikatin kaynağı da bizatihi kendisidir. Bilgi acayip bir şeydir hakikaten. Hele bir de bildiğinizi anlamışsanız, dağları yüklenmişsiniz demektir. Ama o dağları yüklenmek size ağır gelmez, ağrıtmaz sizi, bilakis sizi kuş gibi hafifletir, tahminsiz haz verir size. Hani Spinoza demişti ya; gülmene gerek yok, ağlamana da gerek yok ama anlaman gerek diye, işte o misal. Bilmek bir şey ise, anlamak her şeydir. Ha, ödülü yok mudur hiç? Elbette ki vardır? İnsansan ve hürsen, daha başka ne istersin ki? Bilinç ve şuur sahibisin, anlıyorsun ve bilenlerce anlaşılıyorsun; işte sana en muhteşem, fevkalade, aliyyülala ödül. Bu meyanda, gülü seviyorsan, onun dikenlerinin batmasına da tahammül göstereceksin. Aydınlık bir yolda yürüyorsan, o yolda ki handikaplara da katlanacaksın. Bilgi, korku dağlarını da eritir ve bir suyoluna döndürür o dağları. Yaşamak, korkudan ari olduğunuz da tat alınan bir şeydir, hatta yaşamak, korkulardan kurtulduğunuz zaman başlayan bir şeydir. Korkunun soylu celladı da bilgi olduğuna göre, o zaman bilginin peşine düşmek, bilmek, bilmeyenlerden ayrılmak kaderimizdir. Tecessüs içinde olduğumuz müddetçe soracağız, sordukça sorgulayacağız, sorguladıkça kitaplarla hemhal olacağız, kitaplar dostumuzsa, elbette ki bize bilgilerini sunacaklardır, elde ettiğimiz bilgiler de bizi kuşatan korku zincirlerini paramparça edeceklerdir. Korku zincirleri parçalandığı zaman hür ve bağımsız kul bireyler olacağız ve kula kulluktan kurtulup sadece Allah’a kul olacağız. Ve bu istikamette de hayatımızı, tevhid-adalet-özgürlük aşkı, emek-vatan-bağımsızlık kavgası uğrunda, hak sözün hâkim olması yolunda, ülkemiz, milletimiz, ümmetimiz ve insanlık yararına ve hayrına istimal edeceğiz ki, ulvi ve mukaddes mesuliyet davasının mümessilleri olan şahsiyetleriz. Bir medeniyet inşası peşinde olan kul bireyleriz. Yeryüzünün Halifesi olmak kolay değildir, kolay hak edilecek bir şeyde değildir. O şerefe nail olup, o payeyi hak etmek her insana nasip olmaz, her insan da o payenin hakkını veremez, altından kalkamaz. Allah bize hem o payeyi hem de o payeyi şerefle taşımayı nasip etsin. Âmin.
Hayatımda, fikir ve okuma serüvenim dâhilinde, tafsilatlı olarak tanımadığım, saflarına iltihak etmediğim, düşüncelerini okumadığım, ideologları hakkında bilgi sahibi olmadığım, müntesibi bulunmadığım fikir handiyse yok gibidir. Elbette tek biri üzerinde yoğunlaşmadım, kahir ekseriyetle karmaşık bir fikir ve okuma serüvenim oldu. Ama her fikre derin okumalarım; geceli gündüzlü tefekkürlerim; tüm mevcudatı doğal gözleme tabi tutmalarım; tafsilatlı tetkiklerim, tahkiklerim, analizlerim ve çaplı senkronize yapmalarım neticesinde iltihak ettim ve aynı şekilde ihtida ettim. Fikri düzeyde, ateist oldum, komünist oldum, sosyalist oldum, anarşist oldum, nihilist oldum, faşist oldum, kemalist oldum, milliyetçi oldum, egzistansiyalist oldum, islamcı oldum fakat hiçbir zaman liberalist, demokrasisit, kapitalist, emperyalist, siyonist ve klasik cemaatçi olmadım. Çünkü ömrüm adaletsizliğe karşı kavgayla geçti. Binaenaleyh, adaletsizliğin müsebbibi hatta ta kendisi olan fikirlere iltihak edemezdim. Böyle bir şey, mazlum, mustazaf, ezilen ve sömürülen milletime, ümmetime ve insanlığa ihanet olurdu. Çünkü bendeniz ömrüm boyunca ezilenlerin, sömürülenlerin, emekleri, terleri, yaşları, kanları gasp edilenlerin ve yaşamlarında bir kerecikte olsa gülemeden solup gidenlerin, bu vatan, bu millet, bu ümmet ve insanlık için tereddütsüz can verenlerin yanlarında oldum ve kavgamı onlar için verdim. Binaenaleyh, asla, liberalist, demokrasisit, kapitalist, emperyalist, siyonist ve klasik cemaatçi olamazdım. Cemaat derken, tevhid eksenli bir mücadele içerisinde olan muvahhid guruplarla, kitleselleşmiş ve kitleselleştiği içinde dinden bazı yönlerde inhiraf etmiş, dini tahrif ve tahrip etmeye yeltenmiş cemaat guruplarını karıştırmamak iktiza eder. Kavgamı kendi küçük dünyamda verdim. Acı çekerek fikir sahibi oldum, yine acı çekerek sahip olduğum fikirle kendi derunumda kavga verdim, keza acı çekerek fikirlerimden döndüm. Bazen sahip olduğum fikri cerh ettim bazen de doğruladım. Öylesine, laf olsun diye, şuradan buradan duymalarla, kof cerbezeleri dinlemelerle, herhangi bir toplumsal teşekküle dâhil olmayla fikir sahibi olmadım. Ter akıttım, yaş akıttım, kafa yordum, göz yordum, kalp yordum. İkinci hayatıma Kur’an okumayla başladım, akabinde İncil’i, Tevrat’ı, Zebur’u okudum. Ahiret Bilinci diye bir kitapla buluştum bir dost vesilesiyle ve hayatım değişti, okudum, okudukça ağladım, ağladıkça hislerim, düşüncelerim garip bir şekilde değişime uğradı, sanki bir vicdan yüklemesi yapmış gibi oldum, saf akılcı eksende ilerleyen küçük dünyama. Sorular, sorgulamalar geldi ardı sıra. Merak ettikçe, sordukça, sorguladıkça okuma arzum depreşti ve okudum, okudum, okudum, mütemadiyen okudum ve her an tefekkür modunda yaşadım. Ali Şeriati’yle tanışınca değişimim hakikatli anlamda ve hakikat temelinde ivme kazandı. O farklı biriydi, onu okudukça sarsılıyor, sarsıldıkça tüm dünyam altüst oluyordu. Köhne düşünceler bir bir yıkılıyordu beynimin göklerinde. Kafam ve kalbim sanki ferahlıyordu. Küçük dünyamda boğulmama neden olan aykırı sorularım bir bir cevap buluyordu. Din anlayışım, hayata bakışım temelden değişmeye başladı. Dine tam anlamıyla iltihakım da kendisi vesilesiyle oldu. Ki, derin sevgimin, saygımın, muhabbetimin sebeb-i hikmeti de budur soylu, aziz ve mümtaz varlıklarına. Onda hem aklı gördüm hem de kalbi. Duyguyla düşüncenin meczinin müşahhaslaşmış hali gibiydi. Hani Jean Paul Sartre diyordu ya; ‘’eğer şu evrende bir din kabul edecek olsaydım, bu din hiç şüphe yok ki Ali Şeriati’nin dini olurdu.’’ Ali Şeriati başkaydı, kendisini tanıdığım ana kadar ki tanıdıklarımdan çok farklıydı, tüm tanıdıklarımı fikren devirmişti, yerle yeksan etmişti. O hakikat adamıydı, biteviye hakikatin peşindeydi ve hakikati anlatıyordu. Hiçbir lahza fikir dikte etmeye ve bir yöne kanalize etmeye çalıştığını hissetmedim. Şimdi Allah’tan başka sahibi olmayan bir muvahhidim, kul bireyim. Hiçbir zaman fikrin namusuna ihanet etmedim. Asla fikir yobazı olmadım. Her daim düşünceyle savaştım. Düşünen herkese saygı duydum. Dünyalık ikbal peşinde koşmadım ve böyle süfli bir ihtiras uğruna fikir sahibi olmadım, fikrimi bu minvalde kullanmadım. Hangi fikre intisap edersem edeyim, asla, milletime, ümmetime, vatanıma, devletime düşman olmadım, ihanet etmedim. Zira böyle yapmak için fikir sahibi olmadım. Böyle yapanları da dar kafalı, sekter olarak telakki ettim. Zira devlete, millete, ümmete, insanlığa düşman olmak için fikir sahibi olunmazdı. Kavgamı önce kendi içimde verdim. Bir fikre o fikri bilerek girdim, bir fikirden o fikri cerh ederek çıktım, tabi kendi derunumda. İltihakım nasıl bilinçli idiyse, ihtida edişimde bilinç temelinde gerçekleşti. Çünkü fikrin namusu bunu iktiza ederdi.