Nedir ki ömür dediğin? Dün, bugün, yarın. Üç günlük dünya. Dün, her şeyiyle geçti gitti, elinden gidene dövünmek, elinde kalana sevinmek beyhudedir. Bugün her şeyiyle elinde, aklın varsa kıymetlendir. Yarın, karanlık bir kuyu, ne getireceği bilinmez, ne elinde ne de elinde olacağı belli. Faniliğe hüküm giymiş sürecin mahkûmuyuz. Hüzün, keder yüklü bir ömrün yolcularıyız. Kaç yıl hayat sahibidir ve kaç yıl yaşar insan dediğin? Yazarken bile hüzün çöküyor küçücük yürek üstüne, ağlamaklı oluyor insan. Üç günlük dünyada kimler geliyor, geçiyor. Ardımızda kaldı nice bıraktıklarımız. Kimler var bilemeyiz karşımıza çıkacak. Böyle bir dünyada kötülük niyedir, anlamayız. İnsanlığa doğru yürümektense, insanlık yürüyüşünden ricat niyedir, çözemeyiz. Ömrün matematiği çok kolay haddizatında. 25 yaşına kadar olan dönemi hadi 20 yaşına kadar olsun, saymayalım. Zira bu yaşa kadar olan süreçte ne bir konumunuz, ne bir mülkünüz, ne bir ekonominiz, ne de bir sözünüz vardır ne de hayata etkiniz ve katkınız söz konusudur. 50 yaşından sonra da hadi bu da 60 yaş olsun, bundan sonrasını da saymayalım. Zira bu zaman sürecinin de ilk süreçten pek farkı yoktur. Her insanın bir dönemi vardır ve bir zamandan sonra döneminiz biter, miadınız dolar ve hükümsüz kalırsınız. Ne var 60 ile 20 arasında? 40 yıl. Ki, haddizatında, burada ki 5 yılı da çekip alınız, filhakika geriye 35 yıl kalır. Hülasa; olan biten, yaşadım yaşamadım diyeceğiniz 35 yılla mukayyettir. Bu zamanı uzatmanız da, kısaltmanız da muhaldir, kaderin tecellisi haricinde. Doğuyorsunuz, ağlıyorsunuz, konuşuyorsunuz, gülüyorsunuz, hareket ediyorsunuz, üzülüyorsunuz, acı çekiyorsunuz, kederleniyorsunuz, hüzünleniyorsunuz, eğleniyorsunuz, neşeleniyorsunuz, karar veriyorsunuz, isyan ediyorsunuz, başarıyorsunuz, düşüyor ve kalkıyorsunuz, yiyorsunuz, içiyorsunuz, giyiyorsunuz, geziyorsunuz, seviyorsunuz, evleniyorsunuz, paylaşıyorsunuz, kardeş oluyorsunuz, abi ve abla oluyorsunuz, anne ve baba oluyorsunuz, dede ve nine oluyorsunuz, amir ve memur oluyorsunuz, işveren ve işçi oluyorsunuz, komutan ve asker oluyorsunuz, hâkim ve savcı oluyorsunuz, muallim ve talebe oluyorsunuz, mürşit ve mürit oluyorsunuz, sanatçı oluyorsunuz, izleyici oluyorsunuz, doktor oluyorsunuz, yazar ve aydın oluyorsunuz, zayıf ve güçlü oluyorsunuz, suçlu oluyorsunuz, akıllı ve alık oluyorsunuz, hasta ve sağlıklı oluyorsunuz, kaybeden ve kazanan oluyorsunuz, yöneten ve yönetilen oluyorsunuz, politikacı oluyorsunuz, zengin ve fakir oluyorsunuz, hür ve esir oluyorsunuz, dinli ve dinsiz oluyorsunuz, ezen ve ezilen oluyorsunuz, zalim ve mazlum oluyorsunuz, şehit ve şahit oluyorsunuz ve daha başka şeyler de oluyorsunuz ve nihayet gözlerinizin gördüğü, kalbinizin hissettiği, kafanızın düşündüğü, kulaklarınızın duyduğu her şeyle vedalaşıyorsunuz ve dönüyorsunuz geldiğiniz sonsuzluğa, dokunduğunuz ve size dokunan yaşam artık hitam buluyor. Harcanıp, savrulup gidiyor anlayacağınız ömür dediğiniz şey. Öyleyse bu ömrü neye vereceğiz, vermeliyiz, veriyoruz, bunun üzerine düşünmeliyiz.
Bazen duyumsayarak, bazen düşünerek, bazen de başkaldırarak yaşamakta olduğumuz hayata bir göz atalım. Gün gün yaşıyoruz ve tükeniyor ömrümüz. Yani gün gün ölüme doğru koşuyoruz. Ya günler ölürken bizi de öldürüyor ya da biz günleri de diriltiyoruz, her günle dirilirken. Bir gün 24 saat. Gece de bizim için, gündüz de. Gündüz, say ve cidal zamanı. Gece, uyku ve dinlenme demi. Ne yapıyoruz bir gün sürecinde? Gün doğmadan kalkıyor, doğan güne merhaba diyor, nefes aldığımızı hissediyor, iradene ve ihtiyarına bağlı olmayan vazifeni ifa ediyorsun, ifa ediyorsan tabi. Sonra sofrana oturuyor kahvaltını yapıyorsun. Gerek toplu, gerek münferit. Nihayet hayat sahasına atılıyorsun ve hareket moduna geçiyorsun. Şayet aile isen, sen bir yola, eşin bir yola, çocukların bir yola gidiyorsunuz. Ya da hep birlikte aynı yola çıkıyorsunuz. Zira bazen aynı adreste oluyor işlerimiz, bazen farklı adreste ama ne kadar da bir ya da ayrı olunsa da zaten ayrı yolların insanıyız. Yuvadan çıkınca yollar farklılaşıyor, ta ki yuvaya dönünceye dek. Farklı duyguların, düşüncelerin, hayallerin insanları olduğumuz gibi yollarımız da farklı. Biliriz ve hissederiz ki, insan, mutlak anlamda yalnızdır hayat yolunda. Ne kadar da hayat sürecinde sevdikleri ve sevenleriyle birlikte de olsa. Eğer ki, insan dediğimiz varlığın paylaşamadığı bir şeyler varsa bu hayatta, yalnızlıktan kurtulması muhaldir, ki öyledir, badema da öyle olacaktır. Ta ki en yakınındakilerle bile paylaşamadığı şeyler olmaktadır. Yani yalnızlık mukadderattır. Dünyaya girerken yalnızdı, dünyadan çıkarken yalnız olacak, Mahkeme-i Kübra’da yine yalnız olacak. Fakat yalnızlığı, hayatının karşılığını bulunca hitam bulacaktır. O da ya cennet bahçesi ya da cehennem kuyusu olacak. Bendenize göre böyle bebeğim! Evet, ta ki gün batıp, akşam çökünceye değin ayrı dünyaların insanları oluruz, akşam sofra başında buluşup aynı dünyaların insanları olasıya değin. Ya birimiz gelmiş ve bizi beklemektedir. Ya da birlikte ayrıldığımız yuvaya birlikte buluşarak gireriz. Hepimiz gün içerisinde yorulmuşuzdur. Ayrıldığımız yuvada yeniden buluşana değin, farklı rollerin aktörleriyizdir. Hepimizin çalıştığımız bir işimiz, deruhte ettiğimiz bir sorumluluğumuz vardır. Yuvamızdan şereflice çıkmalı, işimizde şereflice çalışmalı, benzerlerimizle şereflice iletişim ve ilişki kurmalı, yuvamıza şereflice dönmeliyiz. Hanemizin dışında, yaşamın içinde bulunduğumuz yerlerde, onlarca insanlarla karşılaşırız. Paylaştığımız ve paylaşmadığımız şeyler vardır. Kimi zaman acılarımızı paylaşırız dostlarımızla, kimi zaman sevinçlerimizi. Görev alanımızda da arkadaşlarımız vardır elbette, onlarda iş yerinde ki ailemizdirler. Yapay ve doğal ilişki ve iletişim halindeyizdir onlarla. Sabah ailemizden ayrıldığımız gibi akşamda bir nevi ailemiz gibi saydığımız iş ortamımızdan ayrılırız tekrar dönünceye değin. Ve büyük meydana da uğrarız az da olsa. Bütün insanların ortak yaşam alanı olan sokaklara, caddelere. Yaşamsal gereksinimlerimizi karşıladığımız dükkânlara uğrarız, bu insanlarla da direkt ya da endirekt olarak ilişki ve iletişimimiz vardır. Yani güne şereflice başlayıp günü şereflice ikmal etmeliyiz. Bizim asıl vazifemiz budur; şereflice yaşamak, var olduğumuz müddetçe.
Gün tükendi. Vakit doldu. Akşam oldu. Hareket son buldu. Abbas yolcu! Dinlenme moduna geçildi. Rızk için dağılınmıştı, yeniden toparlanma oldu ve yuvaya dönüş gerçekleşti. Kısa süreli ayrılık nerde başlamışsa kısa süreli birliktelik orada vuku buldu. Yemek hazırlanmıştır ya da hazırlanacaktır, sofra kurulur ve hep birlikte yemek yenir. Okullu çocuklar varsa, ödevleri yapılır. Biz bizeysek sohbet edilir, ailenin muhtelif durumlarla ilgili planları üzerinde konuşulurken veyahut aile içi sorunlar çözümlenirken çaylar içilir. Misafir geldiyse ağırlanır. Misafir vardıysa ve ayrıldıysa yine biz bize kalmışızdır ama sohbet vakti geçmiştir. Dem uyku demidir, küçük ölümle buluşma demidir. Gece, yorgunluğun atılacağı, bedenin dinlendirileceği zaman sürecidir ve bunun için lütfedilmiştir. Yarısını ikmal ettiğimiz bir günün diğer yarısı da uyku modunda iken bitecektir ve nihayet bir gün tamamıyla ikmal olunacaktır. Ve işte bir ömür de böyle bir gün gibi gelir geçer, harcanıp, savrulup gider. Farkına bile varamayız bazen. Keza, yıl içerisinde kullanacağımız izin sürelerini geçirebilmek için tatile çıkarız, maddi gücümüz kifayet ediyorsa şayet. Yoksa o da yok. Biraz dinlenme, rahatlama, deşarj olma, enerji şarj etme. Biraz değişik atmosfer, faklı bir hava soluma. Farklı mekânlar, farklı yerler, farklı güzellikler. Farklı insanlar. O da biter ve aynı yaşama geri döneriz. Normal, sıradan, bitevi tekrar edip duran yeknesak yaşamımıza geri döneriz. Hülasa, insançocukları bir şekilde, iyi kötü yaşar gider böyle. Hayat bir tekrardan ibarettir. Her bir kişinin birden fazla rolü bulunabilir. Her insanın, şayet başarabiliyorsa, damgasını vurduğu bir dönem olur ve sonra bir hayal olur. Tabi kalıcı bir damga vurmuşsa, iz bırakmışsa, yol açmışsa kalıcılaşır. Ama hep insan görünümündedir yaşarken. Fakat insanın insanlığını görünümü değil yaşantısında durduğu yer, bulunduğu yerdeki duruş şekli, o duruşla ortaya koyduğu tavır, sergilediği davranış belirler. Bilakis, iki ayak üzerinde duran, bir gövde üzerinde bir baş taşıyan ve dik duran canlı türü zevahirde insandır ama batında belki hayvandan bile aşağı olabilir. İnsan, kendisine bir armağan olan ömre dikkat etmelidir, ömrü harcanıp giderken kendisi de harcanıp gitmemelidir. Ömür bir kerdir, tekrarı yoktur, olmayacaktır!
İnsan dediğin, savrularak harcanıp giden bu kısacık ömürde eğilerek yaşıyorsa; en hafif bir rüzgâra direnemiyor kırılıyorsa; küçük bir zorlukta ihanetin karanlık sokaklarına sapıyorsa; cefada en arkada ama vefasızlıkta en önde ise; uhuvvetin değerini bilmiyor ve kardeşlerine yapılan zulümlere başkaldıramıyorsa; bitevi milletini ve ümmetini öteliyor ve küresel şeytani siyonist emperyalist zalimlerin yanında saf tutuyorsa; apaçık hakikati menfaatlerine engel görüp taammüden üzerini örtüyorsa; davdan, idealden, rüyadan yoksun yaşıyorsa; küçücük yüreği büyük kinlerle lebalepse; yüreği katılaşmış ve gözlerinden tek damla yaş akmıyorsa; tutsaklıktan hazzediyor ve tüm insanlarında tutsak olmasına eyvallah ediyorsa; hissizse, hassas değilse, haysiyetsizse; tanrılığa yeltenecek kadar haddini ve hududunu aşıyorsa; doğruyu eğri, eğriyi doğru yapıyorsa; hakkı batılla gizliyorsa; tevhid, vahdet, adalet, ahlak, hürriyet, uhuvvet, müsavat, bağımsızlık gibi değerler uğruna kavga vermiyorsa; ter, yaş, kan ve emek sömürüsü yapıyorsa; yeryüzünde kibirlenerek yürüyorsa; garibi ve yetimi hor görüp, korumuyor ve gözetmiyorsa ve üstelik yetimin hakkını gasp ediyorsa; ihtiyacı olana vermiyorsa; kazandıklarını paylaşmıyorsa; cesur olup bir kere öleceğine, korkaklıkla bin kere ölüyor ve buna yaşamak diyorsa; zalimlerin yanında olup, zalimler lehine kararlar alıyor ve veriyorsa; dertlilere deva, hastalara şifa, borçlulara eda olmaya tavassut etmiyorsa; kendi evladına acımasız davranıyorsa; iyilikleri engelleyip, kötülüklere yol açıyorsa; kötülerle yoldaşlık yapıyorsa; yalanı ve yanlışı öğretip, hakikate düşman ediyorsa; şefkatten ve merhametten yoksunsa; millet içinde fitne ve fesat ateşi yakıyorsa; tefrikayı körüklüyor ve birliği bozuyorsa; şeytanın adımlarını takip ediyorsa ne kadar da insan görünümünde olursa olsun bu şekilde yaşayan insan değildir ve insan olamaz hatta hayvan bile bu türlerden daha değerlidir, itibarlıdır.
Mevzubahis olan 35 yıllık ömrümüzü –ki, insançocuklarının bu kadar yaşayacaklarının ya da yaşadıkları süreç içerisinde sağlıklı yaşayacaklarının bir garantisi yok maalesef- bir önce ki yazımızda bahsettiğimiz gibi yaşayıp, ikmal etmeye değer mi? Hani bu dünya da ölüm diye bir şey olmasa ve baki olsanız, hiç düşmeyecek olsanız, hep sağlıklı ve dimdik yaşayacak olsanız eyvallah diyeceğim de, böyle de bir şey yok maateessüf. Öyleyse haysiyetli, şerefli, namuslu yaşayamaz mıyız? Mutlak, kök, kadim kanunlara göre istikamet tayin edemez miyiz? Kalp kırmadan, hak gasp etmeden, zulmetmeden ya da zulme aracılık etmeden var olamaz mıyız? Hülasa; insanca yaşayamaz mıyız? Elbet birgün gelecek ve biz gideceğiz. Yerimizi başkaları alacak. Başkaları söz sahibi olacak, başkaları hüküm verecek, başka başka meslekleri başkaları yapacaklar. Belki dünya farklı boyutlarda bir yer olacak. Belki insan da çok değişecek. Ama biz olmayacağız, bunlar olduğunda. Hüzün doluyor yürek! İnsan zalim, cahil ve de nankör. Kendine acımıyor, başkalarına da acımıyor. Oysa bir rüzgar gibi gelip geçiyor. Ya kırıp döküyor ya da boğulanlara bir iki nefes aldırıyor. Hangisini tercih ederdiniz? Nefes aldırıp hayat vermeyi mi yoksa kırıp, döküp hayat almayı mı? Elbet hayatı veren de alan da Allah’tır ama bizim hangi bağlamda sorduğumuz da malumdur. O saat gelecek, geri dönüş zili çalmış olacak, o an saat duracak, tüm ışıklar sönecek, göç davulu çalacak, sessiz göç start alacak, artık her şey bitmiş olacak, ne ahlar kar edecek ne vahlar kurtuluş vaat edecek, bu böyle oldu ve badema böyle olacak, yaşayan herkes gördü ve yaşayacak olan herkes görecek. ÇÜNKÜ DÖNMEK İÇİN GELDİK BİZ! Ve elbet döneceğiz. Dinsiz olsakta döneceğiz, dindar olsakta döneceğiz, kafir olsakta, müşrik olsakta, münafık olsakta döneceğiz. Karun olmamız bir şey ifade etmez, firavun olsakta fark etmez, belam olsakta değişmez mutlak yasa; DÖNECEĞİZ! Kurtuluş yok yani, ne ölmekten ne de dönmekten. Rolümüz, konumumuz, gücümüz, servetimiz ne olursa olsun fark etmez. Kaçamayız, kaçamayacağız. Burada, bu dünya da karşı çıktığımız, hiçbir dem icrasına imkan tanımadığımız eşitlikte buluşacağız. Allah’ın adaletine teslim olacağız. Ne şah olmamız bir şey ifade edecek ne de piyon olmamız bizi zelil kılacak. Oyun bitecek, aynı çukura gireceğiz. Sonsuzlukta uyandığımızda ne şah kalacak ne piyon. Belki piyonlar şah olacak, şahlar piyon. Zenginde girecek açılan çukura, fakirde girecek. Kimse ben girmem diyemeyecek. Hani bazı yerler vardır, çok güçlüsünüzdür, servetiniz Karun’un serveti kadardır, o yerleri kerih görür girmezsiniz, tiksinti duyarsınız, oranın ahalisi ile yüz göz olmak istemezsiniz, zira elbisenizin ütüsü bozulur, fiyakanız ve karizmanız alt üst olur. Ama velakin, erkekseniz, yürekliyseniz, gücünüz ve servetiniz kifayet ederse hadi açılan çukura girmeyin de göreyim sizi kibir budalası, insan kılıklı, zalim, kafir, müşrik, münafık, mürai, müptezel ve pespaye pislikler. Hadi göreyim sizi! EŞŞEK GİBİ GİRECEKSİNİZ.
Öyleyse eğilmeyelim, dik duralım, dik yürüyelim, dik yaşayalım. Nasıl emrolunduysak öyle olalım. Hassas, hisli, haysiyetli olalım. Tabir caizse ölüm gelmeden biz ölüme gidelim. Hülasa; insan gibi yaşayalım. Adam gibi yaşayalım. İt gibi yaşamayalım. Kötülük tohumları ekmeyelim insanlık toprağına. Masiyetlerle kirletmeyelim kulluk toprağını. İyiliği neşredelim, kötülüğü ref edelim. Kötülüğe ne kadar engel olabilirsek, iyiliği ne kadar duyurabilirsek, hakkı ne kadar ayakta tutabilirsek o kadar iyi. Kötü olup biteviye arkamızdan küfrettireceğimize, iyi olup arkamızdan biteviye dua ettirelim. Biz, bize tevdi edilmiş ve bizim deruhte ettiğimiz vazifeyi namusluca ifa edip, ikmal edelim, nihayete erdirmek bizim dışımızda olan iştir. Biz, ille de seferi ya da vazifeyi hitama erdirmek bizim işimiz olduğu varsayımıyla hareket ediyoruz ve eğiliyoruz, kırılıyoruz, şereften, namustan, haysiyetten taviz veriyoruz, hakikati yalanla örtüyoruz. Böyle bir şey kesinlikle yanlış, daha ötesi insan olmaklığa ihanettir. Bizi sonsuzluğa götürmeye vesile olacak olan bir sonluluğu, sonsuzmuş gibi algılamayalım. Ki, bu dünyada ki kötülüklerin en büyük sebeplerinden biri de bu algıdır haddizatında. Devran bizi aldatmasın, aldatıpta namussuzca yaşatmasın. Doğruyu söyleyelim. İhanet etmeyelim. Sadık olmasını bilelim. Düz çizgide duralım. İnsanlık çizgisinin ne üstüne çıkalım ne de altına düşelim, tam üzerine yürüyelim. Üç günlük dünya ve üç kuruşluk dünya menfaati uğruna eğrilmeyelim, eğilmeyelim, kırılmayalım. Nefsimizi zapt edelim. Şeytanın ve şeytanilerin azgınlığa teşvikine onay vermeyelim, onların azgınlıklarına da engel olalım. Dünyanın muvakkat cazibesine kapılıp sapıtmayalım, sapmayalım, saptırmayalım. Çünkü ahirete olan inançsızlık ya da şüphe ile dünyanın can alıcı cazibesi birleşince insanı buhrandan buhrana sürüklüyor ve perişan ediyor. Münhasıran dünya nimetleri uğruna acılardan acılara sürgün olmaya değmez, değmez, değmez. İnsanlığı kirletmeye, insanlığa zulmedip acı çektirmeye değmez ucuz, küçük, basit ve bir leşten farkı olmayan dünya nimetleri.
Bazen bazı saiklerle öyle yanlışlar yapıyoruz ki, telafisi kabil olmuyor. Haddizatında kendi nefsimizi düşünerek yapıyoruz ama reddi muhal olsun kabilinden olayı genele şamil kılıp, kendimizi temize çıkarıyoruz. Güya istikbalin nesli adına diyerek bir şeyler yapmaya çalışıyoruz ama işin içine nefsi hesaplar giriyor ve olay farklı bir boyut kesbediyor. Güya nesli koruyacağız derken, kendimizi koruma derdine düşüyoruz ve koruyacağımız neslinde yanmasına yol açıyoruz. Oysa her insançocuğu kendi devrinin çocuğudur ve kendi devrinin genel yapısı içerisinde yaşayacaktır, binaenaleyh yaşayacağı devrin icaplarına göre yetiştirilmelidir. Bizim hiçbir kimseye devir yaratma derdimiz olamaz. Ama bizim, insanlık kaideleri muktezasınca vazifemizi layığı ile ifa etmemiz iktiza eder. Biz vazifemizi namusluca ifa edelim, deruhte ettiğimiz sorumluluk mucibince hareket edelim, bırakalım herkes kendi devrini yaşasın. Yaşayarak yansınlar, pişsinler, olsunlar. Biz, üzerimize düşeni yapalım kifayet eder. Bizim insanlık vazifemiz budur, münhasıran budur. Geriden gelenleri ve gelecek olanları hazıra kondurma derdimiz olmamalıdır, bu sebeple de insanlık çizgisinden sapılmamalıdır. Bilakis, böyle yaptığımız zaman geriden gelenlere iyilik değil kötülük etmiş oluruz. Çünkü bu şekilde bir yol izlediğimiz takdirde, onlara bu hareket tarzımızı miras bırakmış oluruz. Zira geldikleri zaman, devirlerine yetiştikleri dem, öğreneceklerdir bırakılan mirasların nasıl bırakıldığını mutlaka. Oysa fani bir âlemde, ömrün bir rüzgâr gibi gelip geçtiği, harcandığı, hazan yaprağı gibi savrulup gittiği bir âlemde dümen kırmaya, nefsi doyurma derdine düşmeye, nefsimizin tatmini için kötülük yapmaya değmeyecek bir hayatı yaşıyoruz. Gün gelecek çekip gideceğiz. Belki her daim hatırlanacağız belki de unutulup gideceğiz. İşte bu bize bağlı! Öyleyse ADAM gibi yaşamaktan başka bir yol yoktur.
Son tahlilde; insançocukları kahir ekseriyetle hala insanlık sürecinin beşer aşamasında iken kendini olmuş sanıyor. Kemale erdiği düşüncesiyle kendi kendini aldatıyor. Kendini her şeye seza görüyor. Bilmediği bir şey olmadığını sanıyor. Şeyler bitevi bir oluş sürecine tabidirler oysa. Bu âlemde tamamlanma yoktur. Bu âlem kusurlar, eksiklikler âlemidir. Ama tamamlanmaya doğru yürümek vardır. İnsançocukları tamamlanmışlık algısıyla hareket etmektedirler ve yanılmaktadırlar. İnsançocuklarının tamam olma yerleri burası değildir. Neresi olduğu ise bellidir. İnsançocukları son durağa ya tamamlanmış olarak ya da nakıs olarak varacaklardır. Bu ise kendi ihtiyarları, iradeleri ve akılları sayesinde olacaktır. Varlık âleminde ki en hakikatli mücadele, tamamlanma mücadelesidir. İnsan gerçek mücadelesini bırakıp, işi olmayan mücadeleye giriyor, yoruluyor, bunalıyor, dağılıyor ve tükeniyor. Karanlıktan kaçacağına karanlığa kaçıyor. Yolunda uyanık kalacağına yolunda uyuyor. Kendi öz nedameti ile baş başa kalıyor. Uyanıyor ama geç kalıyor. Kendi peşinden koşacağına hep başkalarının peşinden koşuyor. Ve ansızın yolun sonuna geliyor. Farkına varmak faydasız. Firavun’u anımsayın! Lütfen düşünelim şimdi. Hissedelim ve idrak edelim. Böyle fani bir âlemde, böyle savrulup, harcanıp, tükenip giden bir ömürde, haysiyetsizlik, namussuzluk, ahlaksızlık, vicdansızlık yapmaya değer mi? Hakikati, menfaatlere değişmeye değer mi? Yükselmek varken düşmeye değer mi? Allah, Önder, Kur’an aşkına söyleyin değer mi? Vallahi de, billahi de, tallahi de değmez, değmemelidir, değdirilmemelidir. İnsan doğduk, insan olalım, insan kalalım, insan yaşayalım ve insan ölelim. Ağlayarak ama güldürerek geldiğimiz bir dünyadan, gülerek ama ağlatarak gidelim. İNSANCA, NAMUSLUCA, ADAMCA!
Öleceğiz birgün hepimiz
Göçüp gideceğiz bu dünyadan
İnsanlık kervanında kopacağız teker teker
Göç yüküyle doğduk biz
Ruhumuzda taşırız o yükü sessiz sessiz
Vakti saati gelince koparız kervandan sessiz çaresiz
İsteriz ki kalalım evet
Velakin yücelerden gelir reddi imkânsız davet
Ve görevli geldiğinde hazırdır emanet
Vermemeye ne kudret
Göç davullarına vurulduğunda tokmak nihayet
Kaçmak ne mümkün, karar mutlak ve net
Demiyor mu ki, Kur’an’ı Kerim’de yüce ayet
Külli nefsin zaikatül mevt