Evet – Hayır yarışı başlıyor…
16 Nisan 2017 Pazar günü halkımız, bir defa daha sanık başına gidecek. TBMM’de geçtiğimiz Ocak ayında, hiç de hoş olmayan, kavga ve görüntüler arasında kabul edilen 18 maddelik anayasa değişikliğini oylayacağız. Tercihlerimizi oy sandıklarına yansıtacağız. Sandıktan evet veya hayır şeklindeki ortaya çıkan sonuca göre işlem yapılacak. Evet oyları fazla çıkarsa, yapılan anayasa değişikliklerinin kabul edildiği, hayır oyları fazla çıkarsa, değişikliklerin benimsenmediği ortaya çıkacak. Daha doğrusu başkanlık sisteminin halk tarafından kabul edilip, edilmediği anlaşılacak.
Bizim için evet diyenler de, hayır diyenler de aynıdır ve değerlidir. Herkesin inancına, düşüncesine, tercihine saygı duyarız.
Başkanlık, başkanlık sistemi dendiği zaman insanın aklına, hep Amerika gelir. Amerika Birleşik Devletleri, çok sayıda eyaletin bir araya gelmesiyle kurulmuş devletler topluluğudur. Amerikan halkı geçtiğimiz Kasım ayında 45. Başkanını seçmek üzere sandık başına gitmiş ve yapılan seçimlerinden Trump zaferle çıkmıştı. Amerika’da Cumhuriyetçiler ve Demokratlar olmak üzere benzer görüşlere sahip iki parti etkindir.
ABD’de başkanlık seçimleri her dört senede bir yapılıyor. Bir kişi en fazla iki defa başkan seçilebiliyor. Belli bir kural veya engel olmamasına rağmen, Amerika’da iki dönem Demokratlardan, sonra iki dönem de Cumhuriyetçilerden başkan seçiliyor. Obama iki dönem demokratların başkanı idi. Yeni başkan Trump Cumhuriyetçi. Başkan yardımcıları, bakanlar ve üst düzey yöneticiler başkanla birlikte gelip, yine başkanın görev süresi dolunca gidiyorlar. Başkan atama yetkisini kullanırken veya kararname çıkarırken kafasına göre işlem yapamıyor. Atamalar temsilciler meclisi ve senatodan onaylanmak zorunda. Kararnameleri de yüksek mahkeme denetliyor, gerekirse iptal edebiliyor.
Amerika’da olduğu gibi dünyanın birçok ülkesinde uygulanmakta olan başkanlık sisteminin, ülkemizde gündeme gelmesi ve tartışılması çok eskilere dayanır. Birinci Dünya Savaşından sonra Osmanlı Devletinin yıkıldığı ve topraklarının galip devletler tarafından paylaşıldığı dönemlerde, zamanın ileri gelenleri ve aydınlar arasında Amerikan mandacılığı veya İngiltere himayesine girme taraftarlığı bir hayli yaygındır. Mustafa Kemal Paşa, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde İngiliz himayesi ve Amerikan mandacılığına karşı çok çetin mücadeleler vermiş, konu enine boyuna tartışılmış ve kabul edilmemişti.
İkinci Dünya Savaşından sonra, Sovyetler Birliğinin Yalta şehrinde Amerikan ve Rus Devlet Başkanları arasında gerçekleştirilen zirvede, birçok ülke gibi Türkiye de Amerika’nın etki alanına bırakılmıştı. Bu tarihlerden itibaren Amerika ile imzalanan işbirliği antlaşmaları ile Türkiye, ABD’nin askeri, ekonomik, sosyal, kültürel sömürgesi haline geldi.
1980 askeri darbesi ile küresel sermeye ülkemize öyle bir saldırdı, öyle bir istila hareketine girişti ki, adeta sudan çıkmış balığa döndük. Vahşi kapitalizm kuralları ile zengin daha zengin, yoksul daha yoksul hale geldi. Ülkemizde kişi başına düşen milli gelir artarken, en zengin ile en yoksul arasındaki gelir farkı uçurumu korkutacak seviye yükseldi. Çiftçi üretemez, esnaf, sanatkâr iş yapamaz, memur çalışamaz hale geldi. İşsizlik milyonlarla ifade edilmeye başlandı. Öte yandan ülkemizin ticaretini, sanayisini, tarımını, hizmet sektörünü ele geçiren yerli ve yabancı ortaklı şirketler büyükçe büyüdü.
1950’lerde zamanın iktidarının Türkiye’yi küçük Amerika yapma gibi uçuk kaçık iddiaları vardı. Türkiye’nin, Amerika merkezli Nato’ya katılmasını ve Türk Ordusunun komutasını onlara bırakmasını da bu çerçevede görmek ve yorumlamak gerekir. O günlerde Türkiye’nin Natoya girişi, ordunun yabancı komutanların emrine bırakılması büyük bir başarı gibi halka anlatılmıştı. Bundan sonra ülkemizin birçok yerinde NATO ve Amerikan üsleri kurulmuş, içeriden ve dışarıdan kaynaklanan pek çok terör olayları patlak vermişti.
Bütün bunlar bilinmeyen şeyler değil. Sıradan insanlara bile sorsanız benzeri şeyleri konuşur. Ancak iş uygulamaya gelince roller değişir. Uşaklık, kölelik ruhuna işlemiş, bunu bir yaşam şekli gören ezilmiş kesim, efendilerine uşaklık etmede adeta yarışa girerler. Bu nedenle solcusu da, sağcısı da, dincisi, laiki de, kürtçüsü, türkçüsü… aklınıza kim gelirse, Amerika’ya, Avrupa’ya, Rusya’ya, Araplara, İsraillilere yaranmaya çalışırlar. Sonra kalkıp en hızlı Atatürkçü, en hızlı dindar, en hızlı sosyal demokrat, en hızlı milliyetçi, solcu, kürtçü ayaklarına yatarlar. İşte asıl bunlardan korkmak gerekiyor.
Ülkemizdeki ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal, dini ve ahlaki, değişmelerin ve bozulmaların hiç birini küresel sömürge anlayışından bağımsız düşünmemek gerekiyor. Türkiye ekonomisi nasıl bir seyir izleyecek, toplum nasıl bir şekil alacak, siyaset nasıl şekillenecek… hepsi, hepsi bizim dışımızda belirlenip, roller dağıtılıyor ve oynayın bakalım diyorlar. Oynuyoruz da.
Bir konu ortaya atıp televizyonlarda saatler boyu tartıştırıyorlar. Akla, mantığa, dine ve ahlaka uymayan dizilerle, filmlerle insanlarımızı uyutuyor, bozuyorlar. İnsani değerleri yerle bir olmuş milyonlara sokağa çıkın birbirinizi boğazlayın diyorlar. Bizler de sanki bir şey varmış gibi ortaya çıkıp, sen-ben, sağcı-solcu, devrimci-ülkücü, dinar-laik, sünni-alevi, kürt-türk gibi akla hayale gelmedik kavgalara girişiyor, ölüyor, öldürüyor, yakıp, yıkıyoruz.
Sonucu çok önceden belirlenmiş seçimlere, halk oylamalarına gidin oy kullanın diyorlar, koşup oy kullanıyoruz. Düşman geriye çekilmiş, bu tiraji komik halimize gülüyor.