İnsanlar, akıllarını
kullanıp birazcık zahmet edip düşünürlerse gerçekleri fark ederler ve yalanı
sezerler, yalancıyı deşifre ederler. Düşünmezlerse bir şeyi fark edemezler ve
mütemadiyen yalan rüzgârlarında savrulurlar hazan yaprağı gibi. Bu meyanda küçük
bir nüans vereyim; onurlu yaşayan ve şereflerini taşıyan insanlarda düşünen
insanlardır. Olguları hakiki mahiyetlerine mütenasip olaylaştıranlarda
düşünenlerdir. Geçelim! Düşünen insanın zihni her an açıktır ve aktiftir ve her
an sorularla sorgulama pratiği yaparlar. Böylece düşünen bir zihni hiçbir kimse
aldatamaz, yönlendiremez ve sürü gibi güdemez. Düşünen zihin duygusal davranıp,
kimlik ve din gibi yüksek ve yüce olgularla istendik biçime sokulmaz ve
yalanlarla yönünü tayin etmez, kimseyi layüsel görmez. Çünkü düşünen zihin
arayan zihindir ve arayan zihin hareket halindedir. Binaenaleyh bitevi spontane
doneler toplar, olguları algılar, olayları anlar. Bu durum açık ve aktif
zihinde seri şekilde tahakkuk eder. Düşünen bir zihinde hayat bir film şeridi gibi
olabildiğince seri olarak akıverir vehleten. Olgular önceden olaylaşırlar,
olaylar kendine uygun olguları çabuk bulurlar. Düşünen zihin bir yerdeyken ve
bir andayken, milyonlarca yerde ve anda olur. Düşünmeyen zihin boşlukta kalır,
donuk kalır, düşünmeyen insan alık gibidir, bön gibidir. Mesela, yoksulluk
olgusuna dokunuşlarda bulunalım. Yoksulluk, yoksunluktur. Yani yokluktur.
Yoktur işte! Münhasıran isteklerden değil, ihtiyaçlardan da yoksunluktur.
İnsan, istekleri telafi edilmeyince yaşamını idame ettirebilir ama ihtiyaçları
temin edilmediği zaman yaşam cehenneme döner. Yoksul insan için hayat bazen
çekilmezdir. Çünkü varoluş gereksinimlerini karşılayamayan insan için hayat
ıstıraptır, kederdir mütemadiyen. Yoksulluk yönetilmeyi intaç eder. Bu bildiğimiz
yönetilmek değildir. Yoksul, her boyuttan yönetilmeye yani istese de istemese
de emredilmeye açıktır. Yoksul için hür irade, intihap etmek, bilinç
anlamsızdır. Çünkü yoksulun derdi başkadır. O muhtaçtır ve ihtiyaçlarını
gidermeye takılıdır aklı. Elbette her insan muhtaçlıkla maluldür ama yoksulun
muhtaçlığı farklıdır. Yoksul gariptir. Haddizatında o gizli bir tutsaktır.
Yoksulların hayatı acı doludur. Yoksulluğu yok etmenin tek çaresi; çalışmaktır,
üretmektir ama aynı anda adalet için kavga vermektir. Aslında yoksullukta bir
üretimdir. Efendilerin üretimidir; insanları kendilerine bağımlı kılabilmek
için özel olarak üretilmiş bir konumdur. Yoksullaşan insan, paraya daha çok
ihtiyaç hisseder. Ev kirası ödemek, elektrik, su ve yakıt faturaları ödemek vb.
hayati gereksinimler hep parayla olan işlerdir, para için de çalışmak şarttır,
çalışmak ise bir işin olmasını koşul kılar. İş ise, efendilerin tekelindedir.
İş isteyen insan, şartların kölesi olmak zorundadır. Böylece efendilerin kulu
olacaktır. Yoksullar için ayrıca özel üretimler yapılır. Muhtelif eğlenceler,
zevk araçları vs. gibi şeyler yoksulları düşünmekten uzak tutar. Efendiler için
yoksulların düşünmesi tehlikelidir. Çünkü düşünen bir yoksul, içinde bulunduğu
durumdan kurtulmak için imkânlar keşfedecektir. Bu durum yoksulun özgürleşmesi,
efendinin de bir köleden mahrum kalması demektir. En büyük bedeli yoksullar
öder. Sanatçı denilen şarlatanlar; efendiler için, yoksulları eğlendirirler.
Demagog denilen şarlatanlar; efendiler için, yoksulların sınırı aşmamaları
adına umdeler tanzim ederler. Yoksulların tek kurtuluş yolu; yoksulluklarının
farkına varmaları, yoksulluklarının nedenlerini fark edebilmeleridir. Nihayet,
hakikatte vahdeti, vahdette tevhidi tahakkuk ettirebilmeleridir. Özel bir durum
aktarmak istiyorum; bugün sabahın karanlığında rızk aramak için hayatın içine
atıldığımda, okula giden liseli gençleri gördüm, gerçi her gün görüyorum ama
bugün dikkatimi celbetti ve aklıma garip düşünceler düştü, kalbimde garip
duygulanımlar tezahür etti. Hava malum, buz kesiyor. O gençlerin üzerinde
montları yoktu. Pantolonları belli, ipinceydi. Belli ki yoksul çocuklardı.
Keşke içmeseler, içmek zorunda da değiller ama bir sigarayı dört kişi
içiyorlardı. Henüz hayatlarının ilk çağlarında olan çocuklar bunlar. Bunları
görürken, aklım ve kalbim çok farklı hayatlardaydı. İki dünyayı bir an da bir
arada görüyordum. Milyonlarca düşünceler beyin göklerimde, çok derin acılar ve
duygulanımlar gönül toprağımda. Ruhum derin ıstıraplara gark oldu. Ama naçarım
napayım. Şöyle düşündüm; bugün lisedeler ve yoksullar, yoksunlar. Aynı
standartla büyüyecekler ve kol gücüyle hayat mücadelesi verecek olan birer
emekçi olurlarsa yine yoksullar, yoksunlar. Askere gidecekler ve şehit
olacaklar yine bunlar. Yaşarlarsa yine yoksul bir yaşlılık. Garip, çok garip.
Ruh sızlar. Hem de öyle sızlar ki, dil kifayetsiz kalır izahta. Allah diyen
yürekler anlar beni!
Ne garip bir dünya, ne
acayip bir insan. Sonlu bir cansız dünya içinde sonsuzluk duygusuna sahip bir
canlı insan. Bir yerde bulunuyorsun, bulduğun yerden bir an, bir gün, bir zaman
sonra ayrılacağını biliyorsun, ama aklın, ruhun, gözlerin uzaklara takılıp
kaldığında sanki bitmeyen, sürekli türeyen bir sonsuzluk duygulanımları
yaşıyorsun, bittikçe ardı geliyor duygulanımların yani hiç bitmiyor. Sen
bitiyorsun ama o bitmiyor, kalıyor, uygun zamanda yine devam ediyor. İçin
hüzünle dopdolu oluyor, burkuluyor, garipsiyorsun her şeyi. Bir an bitiveriyor
tahayyülünde her şey, aklın çıkıveriyor, ruhun boğulur gibi oluyor. Çok ince,
naif duygulanımlar yaşıyorsun. Günahların geliveriyor aklına. Sanki bir anda
arınıveriyorsun. Bir bakmışsın nefsin yine galip. Bir yandan iyileşiyorsun
aslında. Çünkü hakikatin farkına varıyorsun. Ya da çok farklı âleme ait bir
şeyler seziyorsun. Kötülük yapmanın kötülüğü aklına geliveriyor. Tüm gövdenle,
bilincinle iyiliğe yöneliyorsun. Kötülerden tiksiniyorsun. Niye kötülük
yaptıklarına, nasıl kötü olabildiklerine şaşıyorsun. Onlar bilmiyorlar
diyorsun. Garipsiyorsun. Garipsin. İnsanın, kendi varlığını hissetmesi, varlığının
bilincine varması devasa bir adımdır insan için. Çünkü varoluş uğruna atılan en
büyük adımdır kendisinin varolduğunu hissetmesi, fark etmesi. Kendisinin
farkına varmayanın varoluş kavgası vermesinin imkânı yoktur. Hissetmeyeninde
böyle bir şeyi başarabilmesi muhaldir. Niçin kavga vereceğini hissetmeyenin,
bilmeyenin varoluş adına bir adım atabilmesi olabilecek şey değildir. Kendinin
farkına varan, neye ihtiyacının olduğunun farkına da varacaktır. Böylece ne
yapması gerektiğini düşünmeye başlayacak ve içinde bulunduğu durumdan çıkmanın
imkânlarını keşfedecektir. Kendi varlığının farkında olmayan insan, ne
yapacağını da bilemez. İnsanın, kendini aşarak dışa yönelmesi, hareket
edebilmesi, düşünmesi ve bir iş yapması, kendinin farkına varmasından sonra olabilecek
şeylerdir. En görkemli eylemler, en soylu varoluş kavgaları; kendinin farkında
olan insanlarca ortaya konulmuş eylemler ve varoluş kavgalarıdır. Kendi olma
savaşını, ancak kendinin farkında olan insanlar verebilirler. ‘’Hayatta en
büyük facia, insanın, kendisinin farkına varamamasıdır’’ diyor Tagore, sonsuz
haklı olarak. Hissetmeyi bir başar, başaramayacağın hiçbir şey olmadığını fark
edeceksin ey insan. İnsanlık hissetmeyle başlar! Yaratıcı, sen hissettiğin
zaman seni hisseder ve Yaratan seni hissettiği zaman başardığın andır!
Hissetmeyen insan, modern
insandır. Modern çağın oyuncaklarının, his duygusunu iptal ettiği insan
tipidir. Duygusuz ve acımasızdır. Bu da hissiz olmasından dolayıdır. Modern
insan (her kesimden bir kısımın dâhil olduğu tanımlamadır, bir kesime münhasır
bir vasıf değildir) hastalıklı insandır. Kendini bulamamıştır. Aramaz ki
bulsun, kendini aramayandır modern insan. Bedenci, hazcı insandır. Karakteri
oturmamıştır, çok karakterlidir. Hercaidir. İstekleri, arzuları an be an değişir.
Hazza ulaşmaktır tek derdidir. Değerleri yoktur. Çıkar odaklı yaşar. Bu yüzden
de derin düşünmeyle ilgisi yoktur. Tüketmek, varoluşunun biricik olgusudur.
Paraya tapar. Ki taptığı daha çok putları vardır. Tüketmek için yaşar.
Tükettiği kadar, var olduğunu düşünür. Saygınlığını maddi gücünden alır,
makamından, şöhretinden, servetinden vs. Kendini ispat edebildiği tek alan,
tüketim alanıdır. Güven, sadakat, paylaşım, adalet, ahlak, gibi olgulara yer yoktur hayatında. Aynı
zamanda cahildir modern insan. Bildiğini sanır ama bilmez, bilmediğinin de
farkında değildir. Bildiğini sanır sadece. Modern insan, tükenmiş ve her şeyi
tüketmiş insandır. Kirlenmiş ve kirletmiş insandır. Değeri, insanlığı, doğayı
ve her şeyi tüketmiş ve kirletmiştir. Modern insandan, insanlığın umabileceği
hiçbir iyilik ve güzellik yoktur. Çünkü o, kötüdür ve çirkindir. Modern insan,
hayvanlaşmayı insanlaşmak olarak telakki eder. Yükseldiğini sanır, alçaldıkça.
Alçaktadır, alçaktır ama yüksekte olduğu varsayımıyla yaşar. Çünkü bilemez nerede
olduğunu, nasıl olduğunu, kim olduğunu. Düşünmez de bilmek için. Varolması
kazanmasına bağlıdır, daha çok kazanmasına, hiçbir sınır, kural tanımadan
kazanmasına. Çünkü kazanamadığı zaman kaybettiği zamandır, kaybedişi ise yok
oluşu demektir. İnsanlığın geldiği evre,
modern insanın tükendiğinin, tükendikçe tükettiğinin, tükettikçe tükendiğinin
hüccetidir.
SÖZLER:
‘’’’Betonlaşan bir dünya,
betonlaşan insanlar, betonlaşan duygular ve ağır ağır solan güzellikler. Berrak
bir pınar akardı oysa derunumda, ne sular aktı şimdi bilinmedik çürümüş
topraklardan o pınara ve kirlere bulandı pınar. Ağır geliyor taşımak. Çekip gidesi
geliyor bazen insanın ama nereye? Yeni bir dünya, yeni bir hayat mümkün mü?
Gittiğin yerde farklı olan ne olacak? Niçin böyle olduk, nasıl geldik buraya?
Bilmiyorum, sadece üzülüyorum. Şu yufka yüreklilikten de bıktım, öldürecek
beni. Bazen hissetmek istemiyorum. Hissetmek çok yoruyor çünkü. Tıpkı anlamak
gibi. Tıpkı merhamet etmek gibi. Eziliyorsun, eziliyorsun, eziliyorsun. Ne
garip, Niçe merhamete düşmandı, ölümü merhametten oldu. Merhamet dedik,
merhametsizlikten ölecez bizde sanki. Kader garip, meçhul, kaotik bir şey.
Meçhul olmuş metruk mazi. Karanlık, kabus, heyula. Acı dolu hatıralar. Onca yol
kat etmişken, geri dönmek nasıl mümkün? Nerden geldik, nasıl geldik, neler
yaşadık? Nasıl bu kadar kirlendik, çürüdük, koktuk? En iyisini yiyoruz ya da yemek
için kavga veriyoruz. En iyisini içiyoruz ya da içmek için kavga veriyoruz. En
iyisini giyiyoruz ya da giymek için kavga veriyoruz. En iyisine biniyoruz ya da
binmek için kavga veriyoruz. En iyisini kullanıyoruz ya da kullanmak için kavga
veriyoruz. En iyisine oturuyoruz ya da oturmak için kavga veriyoruz. En iyisini
seviyoruz ya da sevmek için kavga veriyoruz. En iyisini geziyoruz ya da gezmek
için kavga veriyoruz. Cebimiz dolu olsun istiyoruz ve daha daha daha çok dolsun
diye kavga veriyoruz. Peki, bunları gerçekten biz mi yapıyoruz? Tüm bunların
öznesi kendimiz miyiz? Evet, her şeyin en iyisini buluyoruz bir şekilde ama
kendimiz kayıbız. Kazandıkça kaybediyoruz aslında!’’’’
Bendeniz
""Dil her şeydir.
Sözü, insanlığa duyurmanın vasıtasıdır. Söz; esaretin de, hürriyetinde
anasıdır. Dilden düştüğü an artık sözün sahibi sen değilsindir. Bu yüzden
diline dikkat edeceksin. Gerçi ruhun çürükse, dilinden lağım akar. Tutarsın üç
kuruşluk dünya için, ulvi olana karşı ruhunda ki pisliği sıçratmaya çalışırsın.
Ama boğulursun, sonra da içine battığın pislikten çıkmaya çalışırsın, böyle
yaptıkça daha da batarsın. Önce kendini bi tartacaksın, çapın ne, kaliten ne,
kaç okkasın, etkin ne, kapsadığın alan ne? Ondan sonra konuşacaksın. Bir
hiçsen, sözün bile yoksa, haddini bileceksin. Nereye, kime, nasıl ve niçin
konuştuğuna dikkat edeceksin. Eğer içinde ki pisliği attığın yer tutmayacaksa,
o pislik suratına yapışır, ki yapıştı.""
Bendeniz
""Haritalar
çiziyor ruhum. Acının, utancın, hıncın ve hüznün haritalarını…""
Sezai Karakoç
POLİTİKA
Politik olmak, insana
özgüdür. Politik olmaktan maksat; bireyi, içerisinde yaşadığı toplumun
yazgısına bağlayan görüş, eğilim ve ilgidir. Tabii bu bağlılık, insanın irade,
bilgi, bilinç ve seçiminin göstergesi sayılıyor. Hem sosyal, hem de doğal
konumunu hisseden ve bunun farkında olan sadece insandır. Toplumuna veya doğaya
müdahalede bulunabilen sadece insandır. Bu müdahale, itiraz veya destek
şeklinde olabilir. Sonuçta insan, doğanın ve toplumun yapısının değişmesine
karışmış oluyor ve müdahalede bulunuyor. Dolayısıyla siyasi olmayan bir insan,
kendine özgü en yüce yetenek tecellisini boşa çıkaran insandır. Ne yazık ki,
toplumların yazgısına musallat olan güçler, sürekli, halkların siyasi
olmasından ürkmüşlerdir. Halkın depolitize edilmesi; sömürgecilerin, baskı
güçlerinin, halk karşıtı ve insanlık dışı güçlerin, siyasi otoriteyi kendi
inhisarlarına almak için bugün keşfettikleri bir yol değildir. Politikadan
uzaklaşan halk, sömürgeci güçlerin tezgahlarıyla ilgilenmeyecek, kendi yazgısından
uzaklaşacak ve sömürgeci güçlerin egemenliğini kabul etmiş olacaktır. Çarpık
sanatları yaygınlaştırma, sporun bir çok çeşidinde ifrata varma, cinsel
özgürlükleri alabildiğine artırma, ekonomik ve ailevi yaşamda süfli eğilimler
oluşturma, sapık sorunları yayma, tüketimperestlik, dini-felsefi-edebi ve
sanatsal yollarla kitleleri narkozlamayı hedefleyerek, düşünceleri, kendisinin
ve kendi toplumunun yazgısından uzaklaştırma olayı bugün ortaya çıkmış yeni bir
durum değildir.
Kapitalizim ve emperyalizm
de, bugün aynı şekilde hareket ederek rengarenk ideolojiler oluşturmuş, grup,
kabile, mezhebi ve ırki düşmanlıkları birleştirerek fesadı yaymış; aile
yaşamında ve bireysel ekonomide binbir çeşit tutkular oluşturarak
tüketimperestliği doğurmuş; sportif ahmaklıkları arttırmış; hastalıklı ve süfli
sanatlar icat etmiş; boş ve anlamsız felsefe, sinema, tiyatro, radyo, müzik,
televizyon gibi etkinlikleri sağlamış; meyhane, moda ve cinsel özgürlük ile göz
bağlama yoluna gitmiş; her türlü hokkabazlığı ve hatta danışıklı dövüşü bile
gerçekleştirmiştir. İşte bütün bu yollarla kapitalizim ve emperyalizm,
arzuladığı hedefe ulaşmıştır.
Politik savaş, en yüce
sosyal yeteneğin tecelli etmesinin yanında, aydın için, yapıcı ve kendini
yetiştirici bir iştir. Sosyal mücadele bir aydının bilinçlenmesinde en büyük
faktör olarak kabul edilir. Masa başı değerlendirmelerinde bulunan, etrafı bir
çok kitapla çevrilmiş, sınıfdaşları ile düşünce mübadelesi yapan, kendisini
halkın yanında bir devrimci sanan, çözüm yollarını kelimeler, teoriler ve
ideolojik metinler arasından bulmaya çalışan bir aydın; sadece "siyasi
pratik" sayesinde hem düşüncelerini düzeltebilir, hem lafazanlık
hastalığından kurtulabilir, hem de kendini deneyerek tecrübe sahibi olabilir.
Siyasi mücadele, aydının, genellikle yazınsal ve lafzi olarak öğrendiği ya da
öğrenmekte olduğu kavramların gerçek, pratik ve deneyimsel alanıdır. Siyasi
mücadele vasıtasıyla aydın, halkın istek, ihtiyaç, ideal, güç ve zaaflarına
aşina olur. Sosyal mücadele, iş imkânlarını, aydının karşısına apaçık bir
şekilde ortaya çıkarır; aydını, halktan uzak ve geri kalmaktan koruduğu gibi,
genellikle aydınların yakalandığı halktan ileri gitme hastalığından da
kurtarır. Siyasi mücadelenin temel fonksiyonu, bir toplum yaratmak, bir toplum
yetiştirmektir.
Ali Şeriati