‘’Düşmanlarla kavga ederken,
kafalarımıza hükmeden ideolojik farklılıklarla iştigal etmek, ideolojileri
birliğin önüne barikat yapmak, zamanı ve gayreti boşa tüketmekten başka hiçbir
anlam ifade etmez ve kaybeden biz oluruz’’ der Nelson Mandela sonsuz haklı
olarak. Aşağıda ki dile getireceklerim bir hedefe matuf değildir yani genele
matuftur. Zira bir tarafa matuf olursa verilmek istenen mesaj dar alana
hapsedilmiş ve etkisi tahdit edilmiş olur. Bendeniz hedef belirleyecek biri
değilim. Öncelikli olarak hedef, hedef olabilecek kadar etkili ve yetkili
olmalıdır. Yani sağlam bir düşman olmalıdır. Bu meyanda kafası basan, hayatın
ulaştırdığı doneleri kavrayan biri olmalıdır. Yüreğimin en dip derinliklerinden
gelen samimi ve deruni terennümlerimdir bu sözlerim. Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin bir vatandaşı ve Türk Milletinin bir ferdi olarak omuzlarımızda ki
sorumluluğu hafifletmek adına yapılan sessiz ve sözlü bir eylemdir. Spontane
deruhte edilmiş milli bir vazifenin ifasından başka bir şey değildir. Ki, haddizatında
zoraki yapılan izahlardır bir anlamda. Birilerinin zorlaması değildir, yapılmak
zorunluluğunun neticesidir. Binaenaleyh, yapmamız iktiza edeni ifa ediyoruz.
Her birimiz, kendi çapımızda, gücümüzün kifayet ettiğince, bu vatandan, bu
devletten, bu milletten, bu dinden, bu ordudan, bu emniyetten sorumluyuz. Ki,
Mustafa Kemal Atatürk’ün de ifade ettiği gibi; ‘’sorumluluk yükü çok ağırdır,
ölümden bile.’’ Ülke ve millet olarak netameli bir süreçten geçiyoruz.
Devletimizin bekası, milletimizin mevcudiyeti tehdit ve tehlike altındadır.
Dört koldan düşman tazyikatına maruz kalmış durumdayız. Devletimizin
bağımsızlığı ve tümlüğü hedeftedir. Ordumuzun millet nezdinde itibarı
zayıflatılmak, emniyet mensuplarımızın güvenilir olmadığı algısı oluşturulmak
istenmektedir. Çok kontrollü, denetimli ve disiplinli uluslararası bir
organizasyonla karşı karşıyayız. Bu vatan parçalara bölünmek istenmektedir.
Görünenin ardında görünmeyen büyük tehlikeler vardır ve milletin görmesi
istenmemektedir. Nesillerimiz tehdit ve tehlike altındadır. Türk Milletinin
uluslararası sorunlara müdahale etmesi istenmemektedir ve bu sebeple geri plana
çekilmeye zorlanmaktadır. Din üzerinde tehlikeli algılar oluşturularak dinin
gönüllerden çekilmesi ya da gönüllerin dine mesafeli kalması sağlanmaya
çalışılmaktadır. İster istemez bazı izahlar yapmak şart oluyor. Elbette
serdedilen düşünceler üzerinde düşünmek, düşünceleri tetkike, tahlile, tahkike
tabi tutmak, derinlemesine bilmek, anlamak ve hissetmek, nihayetinde de bir
yargıya ulaşmak kendi bileceğimiz iştir. Fakat şunu bilmeliyiz ki; bu topraklar
bizim topraklarımız, bu millet biziz, bu devlet bizim, ordu ve emniyet biziz ve
bu vatanı, bu milleti, bu devleti, bu orduyu ve emniyeti sevmek ve bu vatan, bu
millet, bu devlet, bu ordu, bu emniyet uğrunda çalışmak ve dövüşmek bizim en
öncelikli vazifemizdir. Şunu bilelim ki, hayatta kusursuz tek bir şahıs yoktur.
Buradan yola çıkarak, öznesi insan olan ve insan eliyle sevk ve idare edilen
hiçbir kurumda kusursuz olamaz diyebiliriz. Hatta devletin de kusurları
olabilir. Nihayetinde saydıklarımızın hiçbirisi ne Allah’tır ne de Peygamber.
Yanlış varsa düzeltmek, doğru varsa idamesini sağlamak için gayret etmeliyiz.
Yanlış var diye vazgeçemeyiz, düşman olamayız. Doğrudur ve nasılsa böyle devam
eder diyerekte vurdumduymazlık edip kendi haline bırakamayız. Şöyle
örnekleyelim; çocuğumuzun yanlışı var diye onu ölüme terk edebilir miyiz? Ya da
çocuğumuz nasıl olsa doğru yolda diye, onu yalnız başına bırakabilir miyiz?
Faraza düşman olduk, elimize ne geçer diye düşünmeliyiz. Ama bilmeliyiz ki,
hiçbir şey geçmez, geçmeyecektir de. Geçer diye düşünmek alıklığın, ahmaklığın,
bönlüğün dik alasıdır. Bilakis, zımnen kendi kendimizi ateşin içine atmış
oluruz. Binaenaleyh, devletin, milletin, ordunun, emniyetin kusurları var diye
bu olgulara düşman olamayız, bilakis yanlış varsa düzelmesi adına çaba
içerisinde olabiliriz. Uluslararası şeytani şebeke, Türk Milletini geri plana
atmak, Türk Devletinin gücünü kırmak için her türlü kanlı, kirli ve karanlık
tezgâhı tertip etmekten imtina etmemektedir. Bir şekilde de amaçlarına
ulaşmaktadırlar. Çünkü içeride de uzantıları ya da maşaları mevcuttur. Maksat,
bu milleti ayakta tutan, dik, diri ve iri tutan kadim kolonları sarsmaktır.
Çünkü kolonlar sarsıldığı zaman binanın ayakta kalması muhaldir ya da o binada
yaşamak bitevi tedirgin yaşamaktır. Bu milletin başına bir tezgâhta bin türlü
çorap örmektedir düşman ve bu durum bugünkü bir mesele değildir, kadim bir
meseledir. Algılarla yönetilmeye çalışılıyoruz. Çünkü düşman direkt olarak
zihnilerimize hitap ediyor öncelikli olarak. Çünkü zihinde kazandığı vakit,
istediği hedefe de ulaşacağını biliyor. Olabildiğince müteyakkız olmak iktiza ediyor.
Bazı olguların, istendik şekilde olaylaşması yönünde zımni dikteler her zaman
olagelmiştir. Fakat her olgunun istendik şekilde olaylaşması muhaldir.
Haddizatında bu da bir tezgâhtır. Çünkü olgular istendik şekilde olaylaşmadığı
vakit farklı algılarla zihinler kontrol edilmeye çalışılmaktadır, eğer olgular
istendik şekilde olaylaşırsa da zaten hedefe mülaki olunacaktır. Küresel
Şeytani Siyonist Haçlı Emperyalizminin her alanda ki etki ajanları eliyle
tahakkuk etmektedir tüm söylediklerimiz. Kurşuna iman etmiş kitlelerden
insanlar seçilmektedir algıların etkili olması ve hedefin yaklaşması için.
Düşman olgularla, olguları istendik şekilde olaylaştırıp algıları
yönlendirmekle hedefine ulaşmaya çalışır. Olgular kimi zaman dine, kimi zaman
kimliğe, kimi zamanda ortaklaşmış bir değere isnat edilmeye çalışılır. Maksat
olguların istendik şekilde olaylaşması değildir. Karanlık emellerin tahakkuk
etmesidir. Çünkü bazı olgular vardır ki, düşman için yumuşak argümanlardır. Bir
olgunun, kadim bir kolona dayandırılması, o olgunun istendik şekilde
olaylaştırılmasını asla haklı çıkarmaz. Ki, filhakika düşman da bunu çok iyi
bilmektedir ama kadim kolonları istimal ederek bu milleti narkozlamak
istemektedir. Millet olgularla tefrikaya sürüklenmek istenmektedir. Bunlar birer
itham ve iftira değildir. Bunlar saf gerçeklerdir. Maksadım sizleri
yönlendirmek, sizlere masal anlatmak değildir. Ki, haddime de değildir. Böyle
bir şey düşünerek, zımnen böyle bir yola başvurmam da terbiyesizliktir. Bundan
emin olabilirsiniz. En ufak aksi bir durum mevzubahisse insan evladı değilim.
Sadece aynı gemideyiz ve su alırsa hep birlikte batarız. Gerisi angaryadır!
Kalbinize hükmeden
duygularınızın, kafanıza hükmeden düşüncelerinizin ve duygularınızın ve
düşüncelerinizin mezcolunmasından tevlit eden hayat felsefenizin rengi ne
olursa olsun, vatanınızı sevmek, milletinize bağlı olmak, devletinize sadık
kalmak, kutsal değerlerinizin mücmel ifadesi olan dininize saygı duymak,
ordunuza ve emniyetinize manen ve madden müzaherette bulunmak zorundasınız.
Bunları yapmanızın düşüncenizle bir alakası yoktur. Zaten insansanız bunları
yapmaktan başka çareniz yoktur. Çünkü bunlar ortak yaşamın önkoşullarıdır.
Kimsenin inhisarında olan olgular değildir ve hiçbir kimse de inhisarına
alamaz. Bu söylediklerim elbette bu topraklardan doğan bu toprağın çocukları
için geçerlidir. Şuurlu, bilinçli, farkında olarak ihanet içinde olanları
dışarıda tutuyorum. Çünkü hainlerin değeri olmaz ve hainler kirli, kanlı,
karanlık emelleri için her şeyi yaparlar. Hainlerin muayyen bir yerleri de
olmaz, her yerde bulunurlar ve bulundukları yere göre şekil alırlar.
Binaenaleyh, hainliğin, kanın damarlarda dolaştığı dolaştığı gibi, damarlarında
ve hücrelerinde dolaşanlara değildir sözüm ve onlara karşı böyle şeyler
söylemeyi düşünmem bile. Hainliğin, damarlarına sindiği birilerine karşı
yapılacak şey bellidir ve mutlaka yapılır, yapılması icap eder ve yapılacaktır
da. Her davranışın kendine göre ya ödülü ya cezası mutlaka vardır. Ne vazife
ihmal edilir ne de ecel gecikir. Her şeyin bir vakti zamanı mutlaka vardır ve
mutlaka o vakit er ya da geç gelecektir. Faraza vatanımızı sevmiyoruz,
milletimize bağlı kalmıyoruz, devletimize ihanet ediyoruz, dine saygı
duymuyoruz, ordumuzu ve emniyetimizi yalnız bırakıyoruz, ne geçer elimize, ne kazanırız,
düşüncemizi herkes kabullenir mi, saygın bir insan mı oluruz? Hayır bunların
hiçbirisi olmaz, bilakis tam tersi olur. Bu sözlerimi düşman gördüğüm
birilerine yönelik mi söylüyorum? Asla ve kata. Zira bendenizin, basit, sığ,
dar kafalı, sekter, bön ve alık bir düşmanım olamaz. Dostunda, düşmanında asili
ve soylusu yeğdir. Hatta soylu düşman, alık ve bön dosttan yeğdir. Düşmanın
kalitelisini severim şahsen. Ki, bendeniz, mezkûr vasıflara malik türleri
düşman sınıfına bile sokmam. Zira böyle bir şeyi zül addederim. Benim düşman
olarak gördüklerim kendi çapında bir yere sahip olanlar, düşmanlıklarında
bilinçli olanlar, uşaklıklarını çok ustaca yapanlar ve sağlam tezgâh
kuranlardır. Sağlam düşmanla yapılmayan kavgayı kavga saymam, çünkü insanı
yüceltip, yükselten kavgalar vardır, düşürüp, alçaltan kavgalar vardır. Ki, bu
meyanda bir nüansı da vereyim; bendeniz, her Sosyalistim diyeni Sosyalist, her
Ülkücüyüm diyeni Ülkücü, her İslamcıyım diyeni İslamcı gören biri de değilim.
Çünkü bir paradigmaya, düşünce örgüsüne sahip olmak öyle kolay ve basit bir şey
değildir. Binaenaleyh, ben şucuyum, bucuyum diyen herkesi ciddiye de, dikkate
de almam. Zira bir düşünceye sahip olmak büyük bedelleri iktiza eder. Bedelini
ödeyen kendisini o düşünceden sayabilir. Zaten bu topraklarda sırf bu sebeple
kavga eksik olmuyor ya. Bilenler konuşurlar, bilmeyenler kavga ederler. Düşman
olarak gördüklerime karşı da en amansız ve pervasız şekilde kavga vermek bu
milletin evladı olan bendenizin üzerine kutsal bir vazifedir. Namusluca kavga
etmeyi de severim işin gerçeğini söylemek icap ederse hani! Ve her daim
düşünceyle kavga etmenin yülcelticiliğine inanmışımdır.
Şimdi bir baş, bir öncü olur
mu? Olur. Her şeyde olur. Bir devletin başı vardır. Bir gurubun öncüsü vardır.
Bir yapılanmanın sevk ve idaresini deruhte etmiş biri vardır. Bir ordunun başı
vardır. Bir ideolojinin ideoloğu vardır. Bir camide bir imam olur. Bir ümmet
içinde ki bir milletin de o ümmet içinde daha dominant unsur olması gibi bir
vakanın olması da doğaldır vs. vs. vs. Bu topraklarda da muayyen bir insanlık
ailesi vardır ve bu insanlık ailesi içerisinde tarihsel bağlamda öne çıkmış
dominant bir unsur vardır. Bu topraklarda ki topluluğun teşekkülüne vesile olan
dominant unsurun öncü güç olması gayet tabiidir. Bu vakanın, yekpare ümmet ve
insanlık ailesi nezdinde tolere edilmiş bir gerçekliği vardır. Ve bu durum
metazori bir durum değildir, spontane tezahür etmiş bir durumdur. Baş koptuğu
zaman gövdenin anlamı kalmaz. Mezkûr topluluğun teşekkülüne kim sebep olduysa o
sebep olan, burada baştır ve bu baş, spontane deruhte ettiği sorumluluklarını
devredebilir mi ya da bu baş olmasa böyle bir teşekkül olur muydu veyahut
muayyen bir nizam dâhilinde bu topluluk burada işlevini yerine getirebilir
miydi? Elbette başsız kabil değildi. Yani illaki bir baş, bir öncü olur, bu
tabiatının değişmez yasasıdır. Bunu tolere etmekte kimseye bir şey
kaybettirmez. Binaenaleyh, düşmanlar mütemadiyen başı koparmaya çalıştılar bu
topraklarda. Ki tarih boyunca da böyle olmadı mı? Tespihin imamesi kopsa ne
olur? Baş ya da öncü olmasaydı kaotik bir yapı, kaosa mahkûm bir yaşam olurdu.
Nihayetinde de bir inhitat, inkıraz yaşamamız şaşırtıcı olmazdı. Tabiat boşluk
kabul etmez. Yani bir idari mekanizmanın, bir öncü gücün olması şarttır, her
şeyin yerli yerine oturması ve bir insicam içinde varlığını idame ettirmesi
için. Elbette bu baş, bu öncü güçte, varlığın tabii ve mutlak yasalarına
intisap etmesi neticesinde, kendisine spontane münasip görülen role seza olması
iktiza eder ve deruhte ettiği vazifeyi bihakkın ifa etmesi iktiza eder. Aksini
düşünmek, ahmaklığın, alıklığın, bönlüğün saf hüccetidir. Yani burada ki idari
mekanizma, her önüne gelenle idari yapıyı paylaşabilir mi ya da her önüne
gelene istediği şeyi yapma imkânı verir mi? Bu eşyanın tabiatına münafidir.
Dürüst ve namuslu olmak icap ediyor. Erdemsiz olmanın lüzumu yok. Boşboğazlığın
da lüzumu yok. Her şeyi tarihi bağlamıyla değerlendirirsek daha kolay
anlayabiliriz, önyargısız, önkoşullandırmasız, hesapsız, olabildiğince nesnel
temellerde bakarsak daha iyi farkına varabilir ve kavrayabiliriz. Zihnimizin
zehirlenmesine müsaade etmeden, zihnimizin en doğal haliyle olguları ve
olayları tarihsel bağlamından koparmadan ve nesnel temellerde tetkike, tahkike,
tahlile tabi tutarsak her şey olanca sarahatiyle ve gerçekliğiyle tebeyyün
edecektir. Ki, birliğin mayasıdır da söylediklerimiz bir anlamda. Çünkü bir
insanlık ailesini ayakta tutan kadim kolanlar olmadan bir arada yaşamak kabil
olmaz. Kayı Boyunu düşünelim, mevcudiyetiyle sair topluluklara vücut
kazandırmasaydı ve diğerleri de vücut bulmuş halleriyle başın mevcudiyetine
eyvallah etmeseydi bugünlere gelmek kabil olur muydu? Olgulara ve olaylara
keşke sahici bir mantık örgüsüyle bakabilsek, her şey spontane deşifre
olacaktır. Ama bizler aklımızı kendimiz kullanmıyoruz ve gerçeğe ulaşma çabası
göstermiyoruz. Düşünmüyoruz! Keşke mazi ile bugünü mezcedebilsek ve atiye bu
minvalde bakabilsek.
‘’Tüm yenilgilerimizin,
yanılgılarımızın, yanlışlarımızın tek bir sebebi vardır; gerçeğe muhalefet ve
gerçeğe ihanet!’’ Geçelim! Alığa alık demek, gerçeğin direkt ifadesidir. Keza
at attır, itte it. Çok basit ve kısa bir misal verelim; ülkesine küfreden bir
ite, insan nazarıyla bakılır mı? Geçelim! Alığa akıllı, ite at diyemeyiz.
Diyebilir miyiz? Akıl var, izan var. Bilakis gerçeği tahrip ve tahrif etmiş
oluruz. Güneş var ve dünyayı aydınlatıyor, ısıtıyor, böyle bir şey yok
diyebilir miyiz? Hasta, doktorun verdiği ilaca itiraz edebilir mi? Doktor,
hastalığa aykırı ilaç verebilir mi? Gerçekle yüzleşmek iyidir, iyileştiricidir.
Gerçek, şifadır! Ama ne garip, gerçekle yüzleşmeyi de hiç sevmeyiz. Gerçeği
izhar etmek hakaret değildir. Çünkü pozitif etkisi vardır. Gerçek,
uyandırıyorsa, bilinçlenmeyi ve şuurlanmayı hızlandırıyorsa gerçeğin izharı
hakaret değil nimettir. Asıl iftara etmek, hem hakarettir hem de gerçeğin
örtülmesidir, tahribidir, tahrifidir ve hakeza kötülüktür. Gerçeğin izharı,
ahlakın muktezasıdır. Evet, belki alığa alık derken gerçek çok sert şekilde
izhar edilmiş olabilir ve tek hata da bu olur ama burada kesinlikle hakaret
yoktur. Faraza hakaret olarak algılandı diyelim, böyle bir şey hitap edilen
hedef şahsa zarar vermez, bilakis fayda verir her hâlükârda. Velakin iftira,
hedef olan şahsa muhakkak zarar verir. Binaenaleyh, hakaret değil iftira daha
muzır bir tavırdır. Ki, zaten ahlaksızlığın da dibidir. Bu meyanda hakarette
gerçeğin sert hali vardır belki ama iftira yoktur, oysa iftira da aynı zamanda
hakarette mündemiçtir. İşte bu derin ve ince teferruatı iyi ihsas ve idrak
edebilmek lazımdır, bunun içinde zekâya ihtiyaç vardır. Şayet alık, alıklığının
fevkinde olmazsa, kendisine alık denilmesini hakaret olarak algılar. Yapması
gereken ise, niçin bana böyle olumsuz bir vasfı seza görüyorlar diye sorup,
sorgulaması icap eder. Bilakis aynı düzlemde yaşamaya devam edecektir ve
mütemadiyen de zarar görecektir. Bu durum da, kendisi için ciddi bir tehdit ve
tehlike olarak kalacaktır. Hepimiz hakikat güneşine dönmeliyiz ve yüzümüz
ısınmalı, gönlümüz ısınmalıdır. Çünkü gerçek uyandırıcıdır, hürleştiricidir.
Gerçeğe sırt dönen, karanlıkta kaybolur. Yanlış yolun doğru olduğunu sanıp
bilmeden gidenler ancak vartanın kenarına varırlar. Gerçeği kabul etmekten
başka çaremiz yoktur uyanmak, aydınlanmak, zincirlerimizden kurtulmak, kula
kulluktan azade olmak için. Bizim, gerçeğe sırt dönmemiz, göz yummamız, kulak
tıkamamız, vicdanımızı örtmemiz gerçekten kıymık bile koparamaz. Gerçek yine
gerçek olarak kalacaktır ama kaybeden biz olacağızdır. Bununda farkına varmak
ayrı bir zekâyı koşul kılar elbette. Bunun farkına varamayıp hala kendini
akıllı sanmak ve alık deyince kızmakta daha dehşetli bir alıklık ve bönlüktür.
Biz, gerçekten korkuyoruz bebeğim, kim ne derse desin. Gerçeği izhar ve izahtan
imtina etmeyenleri de düşman belliyoruz. Çünkü alıklığımızın tezahür edeceği hiçbir
durumdan ya da alıklığımızın spontane tebeyyün etmesine tavassut eden hiçbir
kimseden hazzetmiyoruz. Çünkü biz iyileşmek istemiyoruz! Karanlığın, köleliğin
ve kula kulluğun zincirlerini bizatihi gerçeğin ta kendisi kıracaktır. Peki,
biz buna hazır mıyız? Buna hazır olsaydık, Allah’ın ayetlerinden korkmazdık,
Allah’ın ayetlerinin ifade edilmesinden ürkmezdik, Allah’ın ayetlerini apaçık
haliyle izhar edenleri düşman bellemezdik, hatta girdaplara mahkûm olduğumuz da
yol işaretlerimiz Allah’ın ayetleri olurdu. Ahlaksızız! Bu gerçek mi? Gerçek.
Peki, bu gerçeğin izharına kızıyor muyuz? Eğer kızıyorsak kızmamalıyız, bilakis
gerçekle yüzleşip, hatamızı görüp düzeltme yoluna gitmeliyiz. Tüm
yenilgilerimizin yegâne sebebi; gerçeğe muhalefet ve ihanettir! Gayrısı angaryadır.
Yazımın ikmalinden sonra üç
dünyaya müteallik üç örnek vereceğim. Birincisi Solcu dünyayla ilgili; malum
Barbaros isimli nevzuhur bir züppe var. Şimdi bu züppe bir pislik yaptı. Yaptı
mı? Yaptı. Yaptığı pislik mi? Pislik. Bu gerçek mi? Gerçek. Aksi, akla
ihanettir. Bu züppeyi ya da herzelerini Sol dünyanın sahiplenmesi, şayet
sahipleniyorsa, nedir? Mutlak alıklıktır. Ya bu züppe yaptığını bilinçli yaptı
ise ve sizin sahiplenmeniz sizin zararınıza ise ne yapacaksınız? Veyahut
gerçekten sizin sahiplenmeniz için yapıldıysa ne olacak? Kaybetmeniz mukadder
olacaktır. Yapılanları iktiza ediyorsa en sert şekilde tenkit etmeniz ve
pisliği yapanı pisliğiyle baş başa bırakmanız gerekmez mi ve gerçeklik bunu
iktiza etmez mi? İkincisi İslamcı dünyayla ilgili; malum Cübbeli hocamız var,
tuttu tam beş yıl önce söylediğini inkar edercesine tam tersi bir şey söyledi.
Üstelik çok ağır laf etti. İslam umdelerince yasanın ne olduğunu kati bilgimiz
olmadığı için bilemiyoruz ve karar verme yetkimiz de yok. Ama bilgimizin
kifayet ettiğince ve mantığımızın yettiğince olaya baktığımız zaman gariplik
olduğu net. Hayır, madem böyle, niye beş yıl önce öyle? Ya da niçin garip bir
zamanda böyle bir çıkış, üstelik alakasız bir çıkış, zira ümmetin derdi ne ve
bu ne demek oluyor? Şimdi İslamcı dünyanın böyle garip zamanlı garip çıkışı
savunması, tabi savunuyorsa, kabil midir? Ya derinliklerinde derin bir bilinç
gizli ise ne yapacağız? Sahiplenmek, genel üzerinde yanlış bir algı
oluşturacaksa bedeli ne olur? Ya da zaten gerçek maksat bu ise ne olacak?
Gerçeklik tedbirli yaklaşmayı iktiza etmez mi? Üçüncüsü Milliyetçi dünya ile
ilgili; diyelim ki birisi çıktı ve örtü ile ilgili galiz bir tavır takındı ve
acayip laflar etti, şimdi bu adam bizim adamımız diye laflarına garip yorumlar getirerek
bu adamı sahiplenmek, tabi sahiplenilirse, akıllıca mıdır? Ya bu adam bu
lafları art niyetli olarak söylüyorsa ve sizin kabullenmeniz neticesinde
muhatap olduğunuz toplumsal fay hatlarınızda şiddetli kırılmalara sebep
olacaksa ne olacak? Ya da zaten niye başlı başına bu ise napacağız? Öyleyse
gerçeklik, temkinli ve teennili yaklaşmayı iktiza etmez mi? Her türlü olayda
gerçekliğe ve gerçeklere göre tavır almalıyız ve laf ile laf edeni iyi
tartmalıyız ki, attığımız adımları ona göre bilerek ve sağlam atalım. Bilakis
yenilgilerimize sudan bahaneler üretmeyelim. Ki, her şey de böyledir
haddizatında vakıa ve bu örneklemeleri yaşanan ya da yaşanması muhtemel
vakıalara göre çoğaltabiliriz. Geçelim!
Her olayın olgusal temelleri
vardır. Her düşüncenin de muayyen temeller üzerine inşa edilmesi zorunluluğu
vardır. Yani bazı temeller vardır ki her düşünce kendisini o temellere göre
tayin etmek zorundadır. Hepimiz, hangi düşün minvalinde yaşarsak yaşayalım,
kabul etmek zorundayız ki bu toprakların müşahhaslaşmış bir adı vardır:
Türkiye. Namuslu ve şerefli tek bir kişi buna muhalefet edemez. Herkes için
değişmesi muhal gerçekliktir bu. Faraza karşı çıksanız da değişmez. Ha tabi ki,
karşı çıkanın da hainliğinin resmi olur karşı çıkışı. Bazı gerçeklikler vardır
ve bizim kaderimiz o gerçekliklerle ve o gerçekliklere göre yaşamaktır. Çünkü
gerçekliklerden koptuğumuz zaman üzerinde yaşadığımız topraktan da, içinde
yaşadığımız milletten de koparız. Bu durum kendimizi inkâra kadar gider ve
düşüncemiz da çölleşmekten kurtulamaz. Bu toprakların vatanlaşması ve üzerinde
bir devletin inşası durumu vardır. Elbette bu durumlarda etkin olan, öncü olan,
dominant olan, katalizör olan bir unsur vardır. Bu unsur, nesnel bazda İslam
Milleti, öznel baza ise Türk Milletidir. İslam Milletinin müntesibi olan Türk
Milleti yani. Evet, Türk Milleti ile birlikte muhtelif unsurlarda vardır hem
bizim özümüzü oluşturan unsurlar hem de bizim dışımızda olan ama burada
misafirimiz olan unsurlar. Tarihsel bir gerçekliktir ki, kahir ekseriyetçe de genel
kabul görmüş ismimiz Türk Milletidir. Akıllı olan, olaylara nesnel bakan,
tarihi bilen hiçbir kimse de bu gerçekliği olumsuzlayamaz ve reddedemez. Bunda
yadsınacak, garipsenecek bir durum da yoktur. Tolere edilemeyecek bir şey
değildir bu. Zira Türk’ün kendisi bile Türk Milletinin müntesibidir bir
anlamda. İslam Milleti bir şemsiyedir ve o şemsiyenin altında muhtelif
milletler barınır. Her milletin bir kimliği vardır ve tarih sahnesinde her
millet kendi kimliği ile tebarüz eder. Ve sair unsurlar da dominant kimlikte
temerküz eder ve öylece anılır. Gönüllerin ve kafaların ortak kabulü vardır.
Kimlik, varoluş kavgasında kadim ve değişmez bir olgudur. Tıpkı din gibi. Ki
zaten insanın kaderi genel anlamda iki şey üzerinde istikamet kesbeder; kimlik
ve din. Bu toprakların vatanlaşmasında dominant unsur Türk Milletidir. Türkiye
ile Türk Milleti birlikte telaffuz edilir tüm insanlık ailesi nezdinde. Bu
gerçeği benimsemek kimseye bir şey kaybettirmez fakat çok şey kazandırır ama
benimsememek kimseye bir şey kazandırmaz. Hayır yani her toplum, insanlık
ailesinin her parçası illaki bir isimle anılır, bir kimlikle tarih sahnesinde
varolur ve sair kimliklerle ilişkiler kurar. Türk Milleti, engin tecrübesiyle,
kadim tarihiyle, köklü töresiyle, sahip olduğu ulvi değerlerin olgusal ifadesi
olan İslam diniyle, tarih sahnesinde ki varoluş kavgalarıyla kendini ortaya
koymuş ve insanlığa hükümran olmuş bir millettir. Mührünü kanıyla vurmuş,
imzasını kanıyla atmıştır tarihe. Binaenaleyh silinmesi kabil-i mümkün
değildir. Haysiyetli ve namuslu her insançocuğu, ister Türk dostu, isterse Türk
düşmanı olsun bu gerçekliği yok edemez, yadsıyamaz. Güneşi yok sayabilir misiniz, yok edebilir
misiniz? Böyle yapanın aklından şüphe edilir ancak. Akıllılığın değil alıklığın
hüccetidir bu. Ve tarih boyunca liderlik vasfına sahip olmuştur Türk Milleti.
İnsanlığın kaderinin tayin edicisi olmuştur. Mazlumların hamisi ve umudu
olmuştur. Türk Milletini tarihten söküp atsanız tarih diye bir şeyin
kalmayacağı çok aşikârdır. Çoluk çocuğun çelik çomak oyunundan başka ne kalır
geriye Allah aşkına? Türk ve Türkiye düşmanı unsurların aksini söylemesi ve kıt
akıllarıyla izahlar getirmesi gerçeği değiştirmez. Yanlış, çoğunluk tarafından
savunulsa bile doğruluk özelliğini kazanamaz ve gerçek diye kabul edilemez.
Gerçekte, çok az kişi savunsa bile, gerçeklik özelliğinden zerre bir şey
kaybetmez. Müslüman Türk evladının
vazifesi, hiçbir zaman, Müslüman Türk Milletinin, Vatanının ve Devletinin
tarihsel konumunu ve vazifesini sorgulamak değildir ve olamaz. Zaten Türk
evladı olan biri de bunu asla yapmaz, yapmak için sudan sebepler bulmaya
çalışmaz. Bu yönlü hain tuzaklara aldanmaz ve çekilmez. Yapılacak olan şudur;
bulunulan konumun nasıl ve niçin kullanıldığıdır. Vazifenin nasıl yapıldığı ve
nasıl yapılması gerektiğidir. Türk Milletinin sorumluluğunu bihakkın ifa edip,
yüce emaneti temsil edip edemediği, taşıyıp taşıyamadığıdır. Aksi bir durum
düşünülemez. Yani konum ve vazife İslam temeline mi oturuyor, seküler temele mi
oturuyor, konuşulacak olan budur. Aksi bir durum söz konusu bile olamaz. Bunun
aksini yapanların Müslüman Türk evladı olarak ortaya çıkmaları absürttür. Bu
tiplere de inanmak alıklıktır. Çünkü bunlar asla ve asla Müslüman Türk evladı
olamazlar. Hiçbir milletin evladı, kendi milletinin tarihsel konumunu
sorgulamamıştır ve sorgulamaz. Çünkü böyle bir şey gaflet, dalalet ve ihanetle
eşdeğerdir. Bunu daha derin olarak izah edebiliriz ama zaten bugüne kadar
yazdıklarımızda detaylı olarak izah edildiği için lüzum görmüyoruz. Bu vatanın
evladı olanlara, bu milletin birlik ve beraberliğini yürekten savunanlara,
kadim milletin liderliğinden gocunmayarak en ileriyle hep birlikte yürüme
cesareti gösterenlere selam olsun. Ve herkes bilsin ki; bu millet sadık olanı
da hain olanı da mutlaka bilir. Kâfiri de bilir, müşriki de bilir, münafığı da
bilir ve mutlaka ekarte eder ve edecektir de Allah’ın izniyle. Bu millet bu
topraklarda ilelebet payidar kalmaya devam edecektir inşaAllah.
Haddizatında biz temel ve
ortak çıkış noktalarımızı kaybetmişiz. İşaretlerimizi yitirmişiz. Olgularımızla
merbutiyetimizi koparmışız. Bu yüzden de eylemlerimiz istikametinden şaşmış
durumdadır. Binaenaleyh, aynı hedefe yönelemiyoruz, vahdeti tahakkuk
ettiremiyoruz. Tıpkı millet gibi, vatan gibi, devlette bizim kadim bir
olgumuzdur. Devletin mücerretliğini ve filhakika hepimizin bir devlet
olduğumuzu unutuyoruz ve buna göre sapkın düşüncelere yöneliyoruz. Oysa devlet
yoksa nizam da yoktur. Devletsizlik kötü bir şeydir. Tabi bunu en ideal
bağlamda ifade etmiyoruz. Devlet bir dünya gerçekliğidir. Ve dünya
gerçekliğinde devletsiz bir millet yoktur. Devletsizlik, acımasız dünya
gerçekliğine göre kötüdür, vahimdir. Devletsiz millet, öksüz, yetim çocuk
gibidir. Babasız, anasız bir çocuğu düşünsenize! Keza milletsizlik,
vatansızlıkta kötüdür elbette. Yuvasız, ailesiz insanın olmasını bırakın hayvan
bile yoktur. Hakeza başsızlıkta kötüdür kuşkusuz. Koca gövdeyi düşünün,
muhtelif organlarla bir anlam taşımaz mı? Ve bu organları yöneten beyin değil
mi? Elbette kalpsiz de olmaz. Ki zaten kalp ve kafadır koca gövdeyi sevk ve
idare eden filhakika. Kafa kalpten bağımsız, kalp kafadan bağımsız hareket
ederse işler şirazesinden çıkar. Bir gemide, o gemiyi iyi bilen, açılacağı
denizlerden haberdar olan, gemide ki yolcuların güvenliklerini sağlama alabilecek
ve her türlü sorumluluğu üstlenebilecek bir kaptan olur değil mi? Yanlış mı
düşünüyorum? Denizde gidiyorsunuz, ne olacağınızı bilemezsiniz, deniz
fırtınasız olmaz, dalgasız olmaz, denizde hedefe gitmek zordur. Yolculuk
yaptığınız geminin direksiyonuna hâkim olan bir kaptan illaki bulunur,
bulunması iktiza eder. Müptedi ve tecrübesiz birini, denizi bilmeyen birini,
fırtınalı havalarda nasıl tavır alacağını bilmeyen birini kaptan koltuğuna
oturtur musunuz? İllaki hayır. Bilakis, gemi batar, istikamet şaşar ve yolcular
heder olurlar. İşte tıpkı bunun gibi dünya denizinde yüzen bir gemidir Türkiye
ve Türk Milleti de o geminin kaptanıdır ve gemide bulunan, bütünü tümleyici tüm
unsurların emniyetlerinden, huzurlarından, saadetlerinden, meserretlerinden,
birlik ve beraberlik içerisinde kardeşçe yaşamalarından sorumludur. Dünyayı iyi
tanıyan, milletlerin tarihlerini ve kimliklerini çok iyi bilen, handiyse yedi
kıta milletlerine hükmetmiş olan, gerek baş alan, gerek tek sözü ile savaş
bitiren bir millettir. Bu sebeple de bu gemiyi en ideal şekilde hedefe
götürebilecek yegâne kaptandır. Bu
gerçeği, birilerinin kabul etmemesi, bunun böyle olmadığı anlamına gelmez.
Bilakis, bunların gerçeklikle ilgilerinin olmadığının delaleti olur.
Türkiye’nin ve Türk’ün düşmanları elbette bunu kabul etmez ve etmeyecektir de.
Ve bu doğaldır. Çünkü düşmanlık diye bir gerçeklikte vardır dünyada. Bu
gerçekliği ıskalarsanız da yanarsınız. Düşman düşmanlığını elbette yapacaktır,
her türlü hileye, desiseye başvuracaktır bunu yapmak için ve muhtelif tuzaklar
kuracaktır aldatabilmek, yolundan çevirebilmek için. Ama dost olanlarda uyanık
kalmasını ve vazifelerinde ihmalkâr olmamasını bileceklerdir. Sen vazifeni
ihmal edersen, şeytanı itham edemezsin.
Saygıdeğer Güzelinsanlar!
Başsız olmaz. İnsan başsız olmadığı gibi devlette, millette başsız olmaz. Hatta
ümmette başsız olmaz. Ve hatta ilkel kabilelerde bile bir baş illaki vardı,
olurdu. Bunu devlet, millet bağlamında değil, küçük bir gurup bağlamında
değerlendirsek bile başsız olmaz. Bu gövde başsız olur mu? İnsanlık önderleri
Peygamberleri Allah niye gönderdi? Ya da bu gövdenin üzerinde baş var ama o baş
senin başın mı? İlla var diye senin olacak değildir. O başın içine kim, hangi
değer hükmediyorsa o baş oraya aittir ama sen, benim gövdemin üzerinde duruyor
diye kendi başın sanırsın. Bu, senin cehaletini, bilinçsizliğini,
şuursuzluğunu, basiretsizliğini ve ferasetsizliğini gösterir ancak. Başı
olmayana bir baş, kaptanı olmayana bir kaptan illaki bulunur. Ama senin iraden
haricinde bulunan baş ya da kaptan, devletinin, milletinin, vatanının, dininin
bekası ve payidarlığı için çalışır, varoluşunun kavgasını verir mi? İşte temel
mesele budur. Öyleyse senin bir başın, kaptanın varsa onun değerini bilmelisin,
düşmanın tezgâhlarına gelerek ona düşman olmamalısın, onu değiştirmeye tevessül
etmemelisin. Mademki dünya gerçekliğine göre bir baş, bir kaptan illaki,
muhakkak ki olur, olmalıdır, olacaktır, bu kaptan niye Türk Milleti olmasın?
Ki, nihayetinde tarihi gerçekliği, tecrübesi, mücadelesi malumdur ve varoluş
kavgasında kimlik en temel olgulardan biridir, öyleyse bundan niçin gocunulsun?
Bunun yorumu, izahı, tahkiki de olmaz ki. Tarihi gerçeklik nazarında böyle
olmuştur, badema da böyle olmasında sakınca yoktur. Yeter ki bu millet deruhte
etmiş olduğu vazifenin bilincinde olsun ve vazifesini bihakkın ifa edebilsin.
İşte burada yani eylemde sıkıntı olursa sorgulama başlar. Bilakis, böyle bir
iddiada, ifadede olumsuzluk, yanlışlık, iftira ve ihanet yoktur. Tolere eden
eder, etmeyen kendi bilir ve etmiyorsa saygı duyar. Saygı duymuyorsa ve illaki
ihanet edecem diyorsa yine kendi bilir. Çünkü zorlama yoktur, herkes kaderini
kendi çizer, Allah tarafından bahşedilen akıl, irade ve ihtiyar dâhilinde.
Başka da yol yoktur. Hayır, elbette fikir teatisi yapılabilir bir mevzudur ama
samimi ve namuslu bir teati olmalıdır bu. Nesnel temellerde ve tarihi
bağlamından kopartılmadan yapılmalıdır teati. Kafanda ihanet düşünceleri
taşıyarak, kalbinde ihanet duyguları gizleyerek yapılabilecek bir şey değildir
teati. Hainlerin kazandığı ve kazanacağı yegâne şey; bir metrelik bez ve bir
kulaç toprak olacaktır. Bu oyun değildir. Milletler, devletler vardır ve
onların bir nizamları vardır. Kötüyse düzeltilir, iyiyse daha iyiye götürülür
ama yok edilemez, kimse de yok etmek için çalışmaz, çalışamaz. Yok etmek için
çalışan eceline susamış it gibidir ve eceli eline verilir, boynuna asılır. Bu
son, mukadderattır tüm hainler için!
Herkes farazi bir eşitlik
masalı tutturmuş mütemadiyen okuyor. Kimse kimseden üstün değildir. Elbette hiçbir
kimse hiçbir kimseden üstün değildir, ki üstünlük takvadadır, insanlıktadır.
Ama burada kasıt başkadır. Herkese her türlü hak, her şeyi yapma imkânı
verilsin. Daha ne? Devleti de verelim, üstüne vatanı. Bu tür safsataların dip
derinliklerinde şeytani tuzaklar gizlidir. Bir kere herkes haddini ve hududunu
bilecektir. Bu ülkenin bir sahibi vardır ve misafir misafirliğinin icaplarına
mütenasip hareket eder. Ki zaten bu tür şeyler bu toprağın çocuklarına matuf
şeyler değildir, zira bu toprağın çocuklarının böyle şeylere ihtiyacı yoktur.
Faraza bu toprağın çocuğu olanlar böyle şeyleri dile getirsinler, onlar da
şeytanın tuzağına düşmüş olamazlar mı? Çünkü gerçeklikte onun böyle bir şeye
ihtiyacı yoktur, o bir kafa taşıyan ama kafası kendine ait olmayan biridir.
Maksat şeytana hizmettir. Bu türden
sayıklamalar, bu yurdun, bu devletin, bu milletin, bu dinin düşmanlarının
sayıklamalarıdır. İyi niyetli düşünceler değildir kesinlikle. Bu milletin
gücünü kırmak, bu milleti zımnen cüzlerine tefrik etmek, varlığını ve
egemenliğini sorgulatmak ve bu milleti geri plana atmak için tezgâhlanmış
hainane tertiplerdir. Bu millet geri plana düştüğü vakit, mevcudiyeti de
sorgulanır hale gelecektir ve o zaman öne kimin geçeceğini ve kimler eliyle
bunun kotarılacağını kimse kestiremez. Bu milletin çocukları bu kirli, kanlı,
karanlık tezgâhı çok iyi algılamalı, fark etmeli, ihsas etmeli, anlamalı,
kavramalı ve hissetmelidirler. Bir defa tabiat boşluk kabul etmez. Bu millet
geri plana itildiği vakit, mutlaka birileri ön plana geçecektir ve ön planda
olan asla bu milletin ve ülkenin dostu olan olmayacaktır. Onlar Küresel Şeytani
Siyonist Haçlı Emperyalizminin hedefleri için çalışan, çıkarları için
bağıranlardır. Bu millet baş olmadığı zaman, hiç baş olmayacak diye bir şey
yoktur, illa ki birileri baş olmaya çalışacak ve olacaktır. İmamesiz tespih,
imamsız namaz olursa başsızlıkta olur. Tabiatta her varlıkta bir baş mutlaka
vardır. Öyleyse başta olan, önde olan, liderlik mevkiinde bulunan niçin Türk
Milletinin kendisi olmasın? Öyle ya madem bir baş, bir öncü olacak, bu niçin
Türk Milletinin kendisi değilde, düşmanı olanlar ya da düşmanın maşalığını
yapanlar olsun? Akıllı olmak oyuna gelmemek lazımdır. Arkadaşlar! Düşmanı
tanıyoruz, tuzaklarını biliyoruz, öyleyse uyanık olmalıyız, aldanmamalıyız.
Okumalıyız, düşünmeliyiz ama kendi kafamızla gerçekleştirmeliyiz bu
eylemlerimizi.
Kim söyleyebilir, mevzubahis
gerçeklikler, herkesin ortak değeri olan olgular, insanlık kavgamıza mani
teşkil ediyor, adalet, ahlak, hürriyet, müsavat, vatan davamıza barikat oluyor
diye? Öyleyse herkes için ortak değer olan mezkûr olguları sahiplenmekten ve
savunmaktan kime ne zarar gelebilir? Hatta bu topraklarda kadim uhuvvet ve
muhabbet ikliminin oluşmasının da temellerinden biridir bu yöntem. Sen davanı
yine savun ama mezkûr olgulara, gerçekliklere muhalefet ve ihanet etmeden. Bilakis tersini yaptığın zaman davanın iflas
bayrağını çekmiş olursun ve kavganı itibarsızlaştırırsın. Hatta bu topraklarda
ki uhuvvet ve muhabbet iklimini de tagayyürata uğratırsın. Kavgamız ne olursa
olsun, kavgamızın daha sahici olması için, ayağının yere basması için, insanlar
nezdinde bir hüküm ve anlam kesbetmesi için mezkûr olgulara
(din-devlet-vatan-millet) sırtımızı değil yüzümüzü dönmemiz iktiza eder.
Geçelim! Dünya gerçeği diye bir şey var mı? Var. İdealizm var, bir de realizm.
İdeale, reel koşulların damalarından akarak gidilir. Realizmi ıskalayanın ve
umursamayanın bir ideale adanması absürttür, abestir, malayani ile iştigaldir.
Realizme kör ve sağır kalarak ideale yürünmez.
Amma velakin keza realizme takılıp kalmakla da ideale yürünmez. Bizler
ya realizme takılıp kalıyor ve orada boğuluyoruz ya da realizmi sarf-ı nazar
eyleyerek ideale yürümeye çalışıyoruz, bu da bizi ekstrem kılıyor. Dünya
gerçekliğinde mükemmellik yoktur, olması da kabil değildir, oldurmaya
çalışmakta alıklıktır. Dünya gerçekliğinde mutlak dostlukta yoktur. Ama mutlak
düşmanlık vardır. İnsanlar arasında mutlak ya da ideal dostluk olabilir ama
milletler arasında ideal ve mutlak dostluk diye bir şey olamaz, böyle bir şey
kabil değildir. Milletler arasında çıkarlar vardır. Milletler arasında illaki
düşmanlıklar olur ve olacaktır da. Ki nihayetinde bu dünya, tevhid ile şirkin,
insan ile şeytanın ezeli ve ebedi kavgasının meydanıdır. Bu bir dünya
gerçeğidir. Bu yüzden bir millet kadim değerlerini, kendisini ortaya çıkaran
değerlerini yaşamalı, yaşatmalı ve değerlerine mütenasip bir nizam kurmalıdır
ama bu arada milli varlığını yok edecek yanlışlara düşmemelidir. Düşmanın
oyununa gelmemelidir. Değerler iki ana kolondan teşekkül ederler; din ve
milliyet. Elbette bu değerler hiçbir zaman motomot icra edilmemiştir ve
edilemez. Edilseydi imtihan diye bir şey olmazdı. Alıklığın lüzumu yok. Hiçbir
kimse, bir değerden yola çıkarak, diğer değere düşmanlık güdemez. Her değeri
ayakta tutan formlar vardır. Bu formalar elbette hayatın içinde yaşatılırlar ve
yaşatılmalıdırlar da. Ve her iki değerde birbirlerinin varlık
garantileridirler. Bu bilinerek hareket edilmelidir. Bir milletin, milli
varlığının göstergesi ve nişanesi olan formlar, şayet dini varlığa, dini yaşama
handikap teşkil etmiyorsa, halel vermiyorsa sorun yoktur. Zaten o form, dini
formalara mugayir bir form değildir. Öyleyse herkes kalbini ve kafasını
kullanmalıdır. Bilakis ne yaparsak kendimize yaparız. Sevgili arkadaşlar!
Karmaşık olan bir şey yoktur, her şey olabildiğince nettir. Net olanı
karmaşıklaştırıp, kendi lehine netleştirmeye çalışan alıklara inanacak kadar
saf olmamalıyız. Bu vatana, bu millete, bu devlete, bu orduya ihanet edecek ve
bu unsurları yok edecek kadar ihanet içinde olamayız. Ancak yanlış varsa onu
düzeltmektir vazifemiz. Bir olguyu tümden yok etmek değil, ıslah etmek
insanlıktır. Çünkü ilk çözüm yolu, ıslah etmektir. Bu insan içinde
böyledir.