KENDİ AKLINI KULLANMA CESARETİ GÖSTER!...27...

Özgür DENİZ - 21.03.2017

‘’Düşmanlarla kavga ederken, kafalarımıza hükmeden ideolojik farklılıklarla iştigal etmek, ideolojileri birliğin önüne barikat yapmak, zamanı ve gayreti boşa tüketmekten başka hiçbir anlam ifade etmez ve kaybeden biz oluruz’’ der Nelson Mandela sonsuz haklı olarak. Aşağıda ki dile getireceklerim bir hedefe matuf değildir yani genele matuftur. Zira bir tarafa matuf olursa verilmek istenen mesaj dar alana hapsedilmiş ve etkisi tahdit edilmiş olur. Bendeniz hedef belirleyecek biri değilim. Öncelikli olarak hedef, hedef olabilecek kadar etkili ve yetkili olmalıdır. Yani sağlam bir düşman olmalıdır. Bu meyanda kafası basan, hayatın ulaştırdığı doneleri kavrayan biri olmalıdır. Yüreğimin en dip derinliklerinden gelen samimi ve deruni terennümlerimdir bu sözlerim. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir vatandaşı ve Türk Milletinin bir ferdi olarak omuzlarımızda ki sorumluluğu hafifletmek adına yapılan sessiz ve sözlü bir eylemdir. Spontane deruhte edilmiş milli bir vazifenin ifasından başka bir şey değildir. Ki, haddizatında zoraki yapılan izahlardır bir anlamda. Birilerinin zorlaması değildir, yapılmak zorunluluğunun neticesidir. Binaenaleyh, yapmamız iktiza edeni ifa ediyoruz. Her birimiz, kendi çapımızda, gücümüzün kifayet ettiğince, bu vatandan, bu devletten, bu milletten, bu dinden, bu ordudan, bu emniyetten sorumluyuz. Ki, Mustafa Kemal Atatürk’ün de ifade ettiği gibi; ‘’sorumluluk yükü çok ağırdır, ölümden bile.’’ Ülke ve millet olarak netameli bir süreçten geçiyoruz. Devletimizin bekası, milletimizin mevcudiyeti tehdit ve tehlike altındadır. Dört koldan düşman tazyikatına maruz kalmış durumdayız. Devletimizin bağımsızlığı ve tümlüğü hedeftedir. Ordumuzun millet nezdinde itibarı zayıflatılmak, emniyet mensuplarımızın güvenilir olmadığı algısı oluşturulmak istenmektedir. Çok kontrollü, denetimli ve disiplinli uluslararası bir organizasyonla karşı karşıyayız. Bu vatan parçalara bölünmek istenmektedir. Görünenin ardında görünmeyen büyük tehlikeler vardır ve milletin görmesi istenmemektedir. Nesillerimiz tehdit ve tehlike altındadır. Türk Milletinin uluslararası sorunlara müdahale etmesi istenmemektedir ve bu sebeple geri plana çekilmeye zorlanmaktadır. Din üzerinde tehlikeli algılar oluşturularak dinin gönüllerden çekilmesi ya da gönüllerin dine mesafeli kalması sağlanmaya çalışılmaktadır. İster istemez bazı izahlar yapmak şart oluyor. Elbette serdedilen düşünceler üzerinde düşünmek, düşünceleri tetkike, tahlile, tahkike tabi tutmak, derinlemesine bilmek, anlamak ve hissetmek, nihayetinde de bir yargıya ulaşmak kendi bileceğimiz iştir. Fakat şunu bilmeliyiz ki; bu topraklar bizim topraklarımız, bu millet biziz, bu devlet bizim, ordu ve emniyet biziz ve bu vatanı, bu milleti, bu devleti, bu orduyu ve emniyeti sevmek ve bu vatan, bu millet, bu devlet, bu ordu, bu emniyet uğrunda çalışmak ve dövüşmek bizim en öncelikli vazifemizdir. Şunu bilelim ki, hayatta kusursuz tek bir şahıs yoktur. Buradan yola çıkarak, öznesi insan olan ve insan eliyle sevk ve idare edilen hiçbir kurumda kusursuz olamaz diyebiliriz. Hatta devletin de kusurları olabilir. Nihayetinde saydıklarımızın hiçbirisi ne Allah’tır ne de Peygamber. Yanlış varsa düzeltmek, doğru varsa idamesini sağlamak için gayret etmeliyiz. Yanlış var diye vazgeçemeyiz, düşman olamayız. Doğrudur ve nasılsa böyle devam eder diyerekte vurdumduymazlık edip kendi haline bırakamayız. Şöyle örnekleyelim; çocuğumuzun yanlışı var diye onu ölüme terk edebilir miyiz? Ya da çocuğumuz nasıl olsa doğru yolda diye, onu yalnız başına bırakabilir miyiz? Faraza düşman olduk, elimize ne geçer diye düşünmeliyiz. Ama bilmeliyiz ki, hiçbir şey geçmez, geçmeyecektir de. Geçer diye düşünmek alıklığın, ahmaklığın, bönlüğün dik alasıdır. Bilakis, zımnen kendi kendimizi ateşin içine atmış oluruz. Binaenaleyh, devletin, milletin, ordunun, emniyetin kusurları var diye bu olgulara düşman olamayız, bilakis yanlış varsa düzelmesi adına çaba içerisinde olabiliriz. Uluslararası şeytani şebeke, Türk Milletini geri plana atmak, Türk Devletinin gücünü kırmak için her türlü kanlı, kirli ve karanlık tezgâhı tertip etmekten imtina etmemektedir. Bir şekilde de amaçlarına ulaşmaktadırlar. Çünkü içeride de uzantıları ya da maşaları mevcuttur. Maksat, bu milleti ayakta tutan, dik, diri ve iri tutan kadim kolonları sarsmaktır. Çünkü kolonlar sarsıldığı zaman binanın ayakta kalması muhaldir ya da o binada yaşamak bitevi tedirgin yaşamaktır. Bu milletin başına bir tezgâhta bin türlü çorap örmektedir düşman ve bu durum bugünkü bir mesele değildir, kadim bir meseledir. Algılarla yönetilmeye çalışılıyoruz. Çünkü düşman direkt olarak zihnilerimize hitap ediyor öncelikli olarak. Çünkü zihinde kazandığı vakit, istediği hedefe de ulaşacağını biliyor. Olabildiğince müteyakkız olmak iktiza ediyor. Bazı olguların, istendik şekilde olaylaşması yönünde zımni dikteler her zaman olagelmiştir. Fakat her olgunun istendik şekilde olaylaşması muhaldir. Haddizatında bu da bir tezgâhtır. Çünkü olgular istendik şekilde olaylaşmadığı vakit farklı algılarla zihinler kontrol edilmeye çalışılmaktadır, eğer olgular istendik şekilde olaylaşırsa da zaten hedefe mülaki olunacaktır. Küresel Şeytani Siyonist Haçlı Emperyalizminin her alanda ki etki ajanları eliyle tahakkuk etmektedir tüm söylediklerimiz. Kurşuna iman etmiş kitlelerden insanlar seçilmektedir algıların etkili olması ve hedefin yaklaşması için. Düşman olgularla, olguları istendik şekilde olaylaştırıp algıları yönlendirmekle hedefine ulaşmaya çalışır. Olgular kimi zaman dine, kimi zaman kimliğe, kimi zamanda ortaklaşmış bir değere isnat edilmeye çalışılır. Maksat olguların istendik şekilde olaylaşması değildir. Karanlık emellerin tahakkuk etmesidir. Çünkü bazı olgular vardır ki, düşman için yumuşak argümanlardır. Bir olgunun, kadim bir kolona dayandırılması, o olgunun istendik şekilde olaylaştırılmasını asla haklı çıkarmaz. Ki, filhakika düşman da bunu çok iyi bilmektedir ama kadim kolonları istimal ederek bu milleti narkozlamak istemektedir. Millet olgularla tefrikaya sürüklenmek istenmektedir. Bunlar birer itham ve iftira değildir. Bunlar saf gerçeklerdir. Maksadım sizleri yönlendirmek, sizlere masal anlatmak değildir. Ki, haddime de değildir. Böyle bir şey düşünerek, zımnen böyle bir yola başvurmam da terbiyesizliktir. Bundan emin olabilirsiniz. En ufak aksi bir durum mevzubahisse insan evladı değilim. Sadece aynı gemideyiz ve su alırsa hep birlikte batarız. Gerisi angaryadır!

 

Kalbinize hükmeden duygularınızın, kafanıza hükmeden düşüncelerinizin ve duygularınızın ve düşüncelerinizin mezcolunmasından tevlit eden hayat felsefenizin rengi ne olursa olsun, vatanınızı sevmek, milletinize bağlı olmak, devletinize sadık kalmak, kutsal değerlerinizin mücmel ifadesi olan dininize saygı duymak, ordunuza ve emniyetinize manen ve madden müzaherette bulunmak zorundasınız. Bunları yapmanızın düşüncenizle bir alakası yoktur. Zaten insansanız bunları yapmaktan başka çareniz yoktur. Çünkü bunlar ortak yaşamın önkoşullarıdır. Kimsenin inhisarında olan olgular değildir ve hiçbir kimse de inhisarına alamaz. Bu söylediklerim elbette bu topraklardan doğan bu toprağın çocukları için geçerlidir. Şuurlu, bilinçli, farkında olarak ihanet içinde olanları dışarıda tutuyorum. Çünkü hainlerin değeri olmaz ve hainler kirli, kanlı, karanlık emelleri için her şeyi yaparlar. Hainlerin muayyen bir yerleri de olmaz, her yerde bulunurlar ve bulundukları yere göre şekil alırlar. Binaenaleyh, hainliğin, kanın damarlarda dolaştığı dolaştığı gibi, damarlarında ve hücrelerinde dolaşanlara değildir sözüm ve onlara karşı böyle şeyler söylemeyi düşünmem bile. Hainliğin, damarlarına sindiği birilerine karşı yapılacak şey bellidir ve mutlaka yapılır, yapılması icap eder ve yapılacaktır da. Her davranışın kendine göre ya ödülü ya cezası mutlaka vardır. Ne vazife ihmal edilir ne de ecel gecikir. Her şeyin bir vakti zamanı mutlaka vardır ve mutlaka o vakit er ya da geç gelecektir. Faraza vatanımızı sevmiyoruz, milletimize bağlı kalmıyoruz, devletimize ihanet ediyoruz, dine saygı duymuyoruz, ordumuzu ve emniyetimizi yalnız bırakıyoruz, ne geçer elimize, ne kazanırız, düşüncemizi herkes kabullenir mi, saygın bir insan mı oluruz? Hayır bunların hiçbirisi olmaz, bilakis tam tersi olur. Bu sözlerimi düşman gördüğüm birilerine yönelik mi söylüyorum? Asla ve kata. Zira bendenizin, basit, sığ, dar kafalı, sekter, bön ve alık bir düşmanım olamaz. Dostunda, düşmanında asili ve soylusu yeğdir. Hatta soylu düşman, alık ve bön dosttan yeğdir. Düşmanın kalitelisini severim şahsen. Ki, bendeniz, mezkûr vasıflara malik türleri düşman sınıfına bile sokmam. Zira böyle bir şeyi zül addederim. Benim düşman olarak gördüklerim kendi çapında bir yere sahip olanlar, düşmanlıklarında bilinçli olanlar, uşaklıklarını çok ustaca yapanlar ve sağlam tezgâh kuranlardır. Sağlam düşmanla yapılmayan kavgayı kavga saymam, çünkü insanı yüceltip, yükselten kavgalar vardır, düşürüp, alçaltan kavgalar vardır. Ki, bu meyanda bir nüansı da vereyim; bendeniz, her Sosyalistim diyeni Sosyalist, her Ülkücüyüm diyeni Ülkücü, her İslamcıyım diyeni İslamcı gören biri de değilim. Çünkü bir paradigmaya, düşünce örgüsüne sahip olmak öyle kolay ve basit bir şey değildir. Binaenaleyh, ben şucuyum, bucuyum diyen herkesi ciddiye de, dikkate de almam. Zira bir düşünceye sahip olmak büyük bedelleri iktiza eder. Bedelini ödeyen kendisini o düşünceden sayabilir. Zaten bu topraklarda sırf bu sebeple kavga eksik olmuyor ya. Bilenler konuşurlar, bilmeyenler kavga ederler. Düşman olarak gördüklerime karşı da en amansız ve pervasız şekilde kavga vermek bu milletin evladı olan bendenizin üzerine kutsal bir vazifedir. Namusluca kavga etmeyi de severim işin gerçeğini söylemek icap ederse hani! Ve her daim düşünceyle kavga etmenin yülcelticiliğine inanmışımdır.

 

Şimdi bir baş, bir öncü olur mu? Olur. Her şeyde olur. Bir devletin başı vardır. Bir gurubun öncüsü vardır. Bir yapılanmanın sevk ve idaresini deruhte etmiş biri vardır. Bir ordunun başı vardır. Bir ideolojinin ideoloğu vardır. Bir camide bir imam olur. Bir ümmet içinde ki bir milletin de o ümmet içinde daha dominant unsur olması gibi bir vakanın olması da doğaldır vs. vs. vs. Bu topraklarda da muayyen bir insanlık ailesi vardır ve bu insanlık ailesi içerisinde tarihsel bağlamda öne çıkmış dominant bir unsur vardır. Bu topraklarda ki topluluğun teşekkülüne vesile olan dominant unsurun öncü güç olması gayet tabiidir. Bu vakanın, yekpare ümmet ve insanlık ailesi nezdinde tolere edilmiş bir gerçekliği vardır. Ve bu durum metazori bir durum değildir, spontane tezahür etmiş bir durumdur. Baş koptuğu zaman gövdenin anlamı kalmaz. Mezkûr topluluğun teşekkülüne kim sebep olduysa o sebep olan, burada baştır ve bu baş, spontane deruhte ettiği sorumluluklarını devredebilir mi ya da bu baş olmasa böyle bir teşekkül olur muydu veyahut muayyen bir nizam dâhilinde bu topluluk burada işlevini yerine getirebilir miydi? Elbette başsız kabil değildi. Yani illaki bir baş, bir öncü olur, bu tabiatının değişmez yasasıdır. Bunu tolere etmekte kimseye bir şey kaybettirmez. Binaenaleyh, düşmanlar mütemadiyen başı koparmaya çalıştılar bu topraklarda. Ki tarih boyunca da böyle olmadı mı? Tespihin imamesi kopsa ne olur? Baş ya da öncü olmasaydı kaotik bir yapı, kaosa mahkûm bir yaşam olurdu. Nihayetinde de bir inhitat, inkıraz yaşamamız şaşırtıcı olmazdı. Tabiat boşluk kabul etmez. Yani bir idari mekanizmanın, bir öncü gücün olması şarttır, her şeyin yerli yerine oturması ve bir insicam içinde varlığını idame ettirmesi için. Elbette bu baş, bu öncü güçte, varlığın tabii ve mutlak yasalarına intisap etmesi neticesinde, kendisine spontane münasip görülen role seza olması iktiza eder ve deruhte ettiği vazifeyi bihakkın ifa etmesi iktiza eder. Aksini düşünmek, ahmaklığın, alıklığın, bönlüğün saf hüccetidir. Yani burada ki idari mekanizma, her önüne gelenle idari yapıyı paylaşabilir mi ya da her önüne gelene istediği şeyi yapma imkânı verir mi? Bu eşyanın tabiatına münafidir. Dürüst ve namuslu olmak icap ediyor. Erdemsiz olmanın lüzumu yok. Boşboğazlığın da lüzumu yok. Her şeyi tarihi bağlamıyla değerlendirirsek daha kolay anlayabiliriz, önyargısız, önkoşullandırmasız, hesapsız, olabildiğince nesnel temellerde bakarsak daha iyi farkına varabilir ve kavrayabiliriz. Zihnimizin zehirlenmesine müsaade etmeden, zihnimizin en doğal haliyle olguları ve olayları tarihsel bağlamından koparmadan ve nesnel temellerde tetkike, tahkike, tahlile tabi tutarsak her şey olanca sarahatiyle ve gerçekliğiyle tebeyyün edecektir. Ki, birliğin mayasıdır da söylediklerimiz bir anlamda. Çünkü bir insanlık ailesini ayakta tutan kadim kolanlar olmadan bir arada yaşamak kabil olmaz. Kayı Boyunu düşünelim, mevcudiyetiyle sair topluluklara vücut kazandırmasaydı ve diğerleri de vücut bulmuş halleriyle başın mevcudiyetine eyvallah etmeseydi bugünlere gelmek kabil olur muydu? Olgulara ve olaylara keşke sahici bir mantık örgüsüyle bakabilsek, her şey spontane deşifre olacaktır. Ama bizler aklımızı kendimiz kullanmıyoruz ve gerçeğe ulaşma çabası göstermiyoruz. Düşünmüyoruz! Keşke mazi ile bugünü mezcedebilsek ve atiye bu minvalde bakabilsek.

 

‘’Tüm yenilgilerimizin, yanılgılarımızın, yanlışlarımızın tek bir sebebi vardır; gerçeğe muhalefet ve gerçeğe ihanet!’’ Geçelim! Alığa alık demek, gerçeğin direkt ifadesidir. Keza at attır, itte it. Çok basit ve kısa bir misal verelim; ülkesine küfreden bir ite, insan nazarıyla bakılır mı? Geçelim! Alığa akıllı, ite at diyemeyiz. Diyebilir miyiz? Akıl var, izan var. Bilakis gerçeği tahrip ve tahrif etmiş oluruz. Güneş var ve dünyayı aydınlatıyor, ısıtıyor, böyle bir şey yok diyebilir miyiz? Hasta, doktorun verdiği ilaca itiraz edebilir mi? Doktor, hastalığa aykırı ilaç verebilir mi? Gerçekle yüzleşmek iyidir, iyileştiricidir. Gerçek, şifadır! Ama ne garip, gerçekle yüzleşmeyi de hiç sevmeyiz. Gerçeği izhar etmek hakaret değildir. Çünkü pozitif etkisi vardır. Gerçek, uyandırıyorsa, bilinçlenmeyi ve şuurlanmayı hızlandırıyorsa gerçeğin izharı hakaret değil nimettir. Asıl iftara etmek, hem hakarettir hem de gerçeğin örtülmesidir, tahribidir, tahrifidir ve hakeza kötülüktür. Gerçeğin izharı, ahlakın muktezasıdır. Evet, belki alığa alık derken gerçek çok sert şekilde izhar edilmiş olabilir ve tek hata da bu olur ama burada kesinlikle hakaret yoktur. Faraza hakaret olarak algılandı diyelim, böyle bir şey hitap edilen hedef şahsa zarar vermez, bilakis fayda verir her hâlükârda. Velakin iftira, hedef olan şahsa muhakkak zarar verir. Binaenaleyh, hakaret değil iftira daha muzır bir tavırdır. Ki, zaten ahlaksızlığın da dibidir. Bu meyanda hakarette gerçeğin sert hali vardır belki ama iftira yoktur, oysa iftira da aynı zamanda hakarette mündemiçtir. İşte bu derin ve ince teferruatı iyi ihsas ve idrak edebilmek lazımdır, bunun içinde zekâya ihtiyaç vardır. Şayet alık, alıklığının fevkinde olmazsa, kendisine alık denilmesini hakaret olarak algılar. Yapması gereken ise, niçin bana böyle olumsuz bir vasfı seza görüyorlar diye sorup, sorgulaması icap eder. Bilakis aynı düzlemde yaşamaya devam edecektir ve mütemadiyen de zarar görecektir. Bu durum da, kendisi için ciddi bir tehdit ve tehlike olarak kalacaktır. Hepimiz hakikat güneşine dönmeliyiz ve yüzümüz ısınmalı, gönlümüz ısınmalıdır. Çünkü gerçek uyandırıcıdır, hürleştiricidir. Gerçeğe sırt dönen, karanlıkta kaybolur. Yanlış yolun doğru olduğunu sanıp bilmeden gidenler ancak vartanın kenarına varırlar. Gerçeği kabul etmekten başka çaremiz yoktur uyanmak, aydınlanmak, zincirlerimizden kurtulmak, kula kulluktan azade olmak için. Bizim, gerçeğe sırt dönmemiz, göz yummamız, kulak tıkamamız, vicdanımızı örtmemiz gerçekten kıymık bile koparamaz. Gerçek yine gerçek olarak kalacaktır ama kaybeden biz olacağızdır. Bununda farkına varmak ayrı bir zekâyı koşul kılar elbette. Bunun farkına varamayıp hala kendini akıllı sanmak ve alık deyince kızmakta daha dehşetli bir alıklık ve bönlüktür. Biz, gerçekten korkuyoruz bebeğim, kim ne derse desin. Gerçeği izhar ve izahtan imtina etmeyenleri de düşman belliyoruz. Çünkü alıklığımızın tezahür edeceği hiçbir durumdan ya da alıklığımızın spontane tebeyyün etmesine tavassut eden hiçbir kimseden hazzetmiyoruz. Çünkü biz iyileşmek istemiyoruz! Karanlığın, köleliğin ve kula kulluğun zincirlerini bizatihi gerçeğin ta kendisi kıracaktır. Peki, biz buna hazır mıyız? Buna hazır olsaydık, Allah’ın ayetlerinden korkmazdık, Allah’ın ayetlerinin ifade edilmesinden ürkmezdik, Allah’ın ayetlerini apaçık haliyle izhar edenleri düşman bellemezdik, hatta girdaplara mahkûm olduğumuz da yol işaretlerimiz Allah’ın ayetleri olurdu. Ahlaksızız! Bu gerçek mi? Gerçek. Peki, bu gerçeğin izharına kızıyor muyuz? Eğer kızıyorsak kızmamalıyız, bilakis gerçekle yüzleşip, hatamızı görüp düzeltme yoluna gitmeliyiz. Tüm yenilgilerimizin yegâne sebebi; gerçeğe muhalefet ve ihanettir! Gayrısı angaryadır.

 

Yazımın ikmalinden sonra üç dünyaya müteallik üç örnek vereceğim. Birincisi Solcu dünyayla ilgili; malum Barbaros isimli nevzuhur bir züppe var. Şimdi bu züppe bir pislik yaptı. Yaptı mı? Yaptı. Yaptığı pislik mi? Pislik. Bu gerçek mi? Gerçek. Aksi, akla ihanettir. Bu züppeyi ya da herzelerini Sol dünyanın sahiplenmesi, şayet sahipleniyorsa, nedir? Mutlak alıklıktır. Ya bu züppe yaptığını bilinçli yaptı ise ve sizin sahiplenmeniz sizin zararınıza ise ne yapacaksınız? Veyahut gerçekten sizin sahiplenmeniz için yapıldıysa ne olacak? Kaybetmeniz mukadder olacaktır. Yapılanları iktiza ediyorsa en sert şekilde tenkit etmeniz ve pisliği yapanı pisliğiyle baş başa bırakmanız gerekmez mi ve gerçeklik bunu iktiza etmez mi? İkincisi İslamcı dünyayla ilgili; malum Cübbeli hocamız var, tuttu tam beş yıl önce söylediğini inkar edercesine tam tersi bir şey söyledi. Üstelik çok ağır laf etti. İslam umdelerince yasanın ne olduğunu kati bilgimiz olmadığı için bilemiyoruz ve karar verme yetkimiz de yok. Ama bilgimizin kifayet ettiğince ve mantığımızın yettiğince olaya baktığımız zaman gariplik olduğu net. Hayır, madem böyle, niye beş yıl önce öyle? Ya da niçin garip bir zamanda böyle bir çıkış, üstelik alakasız bir çıkış, zira ümmetin derdi ne ve bu ne demek oluyor? Şimdi İslamcı dünyanın böyle garip zamanlı garip çıkışı savunması, tabi savunuyorsa, kabil midir? Ya derinliklerinde derin bir bilinç gizli ise ne yapacağız? Sahiplenmek, genel üzerinde yanlış bir algı oluşturacaksa bedeli ne olur? Ya da zaten gerçek maksat bu ise ne olacak? Gerçeklik tedbirli yaklaşmayı iktiza etmez mi? Üçüncüsü Milliyetçi dünya ile ilgili; diyelim ki birisi çıktı ve örtü ile ilgili galiz bir tavır takındı ve acayip laflar etti, şimdi bu adam bizim adamımız diye laflarına garip yorumlar getirerek bu adamı sahiplenmek, tabi sahiplenilirse, akıllıca mıdır? Ya bu adam bu lafları art niyetli olarak söylüyorsa ve sizin kabullenmeniz neticesinde muhatap olduğunuz toplumsal fay hatlarınızda şiddetli kırılmalara sebep olacaksa ne olacak? Ya da zaten niye başlı başına bu ise napacağız? Öyleyse gerçeklik, temkinli ve teennili yaklaşmayı iktiza etmez mi? Her türlü olayda gerçekliğe ve gerçeklere göre tavır almalıyız ve laf ile laf edeni iyi tartmalıyız ki, attığımız adımları ona göre bilerek ve sağlam atalım. Bilakis yenilgilerimize sudan bahaneler üretmeyelim. Ki, her şey de böyledir haddizatında vakıa ve bu örneklemeleri yaşanan ya da yaşanması muhtemel vakıalara göre çoğaltabiliriz. Geçelim!

 

Her olayın olgusal temelleri vardır. Her düşüncenin de muayyen temeller üzerine inşa edilmesi zorunluluğu vardır. Yani bazı temeller vardır ki her düşünce kendisini o temellere göre tayin etmek zorundadır. Hepimiz, hangi düşün minvalinde yaşarsak yaşayalım, kabul etmek zorundayız ki bu toprakların müşahhaslaşmış bir adı vardır: Türkiye. Namuslu ve şerefli tek bir kişi buna muhalefet edemez. Herkes için değişmesi muhal gerçekliktir bu. Faraza karşı çıksanız da değişmez. Ha tabi ki, karşı çıkanın da hainliğinin resmi olur karşı çıkışı. Bazı gerçeklikler vardır ve bizim kaderimiz o gerçekliklerle ve o gerçekliklere göre yaşamaktır. Çünkü gerçekliklerden koptuğumuz zaman üzerinde yaşadığımız topraktan da, içinde yaşadığımız milletten de koparız. Bu durum kendimizi inkâra kadar gider ve düşüncemiz da çölleşmekten kurtulamaz. Bu toprakların vatanlaşması ve üzerinde bir devletin inşası durumu vardır. Elbette bu durumlarda etkin olan, öncü olan, dominant olan, katalizör olan bir unsur vardır. Bu unsur, nesnel bazda İslam Milleti, öznel baza ise Türk Milletidir. İslam Milletinin müntesibi olan Türk Milleti yani. Evet, Türk Milleti ile birlikte muhtelif unsurlarda vardır hem bizim özümüzü oluşturan unsurlar hem de bizim dışımızda olan ama burada misafirimiz olan unsurlar. Tarihsel bir gerçekliktir ki, kahir ekseriyetçe de genel kabul görmüş ismimiz Türk Milletidir. Akıllı olan, olaylara nesnel bakan, tarihi bilen hiçbir kimse de bu gerçekliği olumsuzlayamaz ve reddedemez. Bunda yadsınacak, garipsenecek bir durum da yoktur. Tolere edilemeyecek bir şey değildir bu. Zira Türk’ün kendisi bile Türk Milletinin müntesibidir bir anlamda. İslam Milleti bir şemsiyedir ve o şemsiyenin altında muhtelif milletler barınır. Her milletin bir kimliği vardır ve tarih sahnesinde her millet kendi kimliği ile tebarüz eder. Ve sair unsurlar da dominant kimlikte temerküz eder ve öylece anılır. Gönüllerin ve kafaların ortak kabulü vardır. Kimlik, varoluş kavgasında kadim ve değişmez bir olgudur. Tıpkı din gibi. Ki zaten insanın kaderi genel anlamda iki şey üzerinde istikamet kesbeder; kimlik ve din. Bu toprakların vatanlaşmasında dominant unsur Türk Milletidir. Türkiye ile Türk Milleti birlikte telaffuz edilir tüm insanlık ailesi nezdinde. Bu gerçeği benimsemek kimseye bir şey kaybettirmez fakat çok şey kazandırır ama benimsememek kimseye bir şey kazandırmaz. Hayır yani her toplum, insanlık ailesinin her parçası illaki bir isimle anılır, bir kimlikle tarih sahnesinde varolur ve sair kimliklerle ilişkiler kurar. Türk Milleti, engin tecrübesiyle, kadim tarihiyle, köklü töresiyle, sahip olduğu ulvi değerlerin olgusal ifadesi olan İslam diniyle, tarih sahnesinde ki varoluş kavgalarıyla kendini ortaya koymuş ve insanlığa hükümran olmuş bir millettir. Mührünü kanıyla vurmuş, imzasını kanıyla atmıştır tarihe. Binaenaleyh silinmesi kabil-i mümkün değildir. Haysiyetli ve namuslu her insançocuğu, ister Türk dostu, isterse Türk düşmanı olsun bu gerçekliği yok edemez, yadsıyamaz.  Güneşi yok sayabilir misiniz, yok edebilir misiniz? Böyle yapanın aklından şüphe edilir ancak. Akıllılığın değil alıklığın hüccetidir bu. Ve tarih boyunca liderlik vasfına sahip olmuştur Türk Milleti. İnsanlığın kaderinin tayin edicisi olmuştur. Mazlumların hamisi ve umudu olmuştur. Türk Milletini tarihten söküp atsanız tarih diye bir şeyin kalmayacağı çok aşikârdır. Çoluk çocuğun çelik çomak oyunundan başka ne kalır geriye Allah aşkına? Türk ve Türkiye düşmanı unsurların aksini söylemesi ve kıt akıllarıyla izahlar getirmesi gerçeği değiştirmez. Yanlış, çoğunluk tarafından savunulsa bile doğruluk özelliğini kazanamaz ve gerçek diye kabul edilemez. Gerçekte, çok az kişi savunsa bile, gerçeklik özelliğinden zerre bir şey kaybetmez.  Müslüman Türk evladının vazifesi, hiçbir zaman, Müslüman Türk Milletinin, Vatanının ve Devletinin tarihsel konumunu ve vazifesini sorgulamak değildir ve olamaz. Zaten Türk evladı olan biri de bunu asla yapmaz, yapmak için sudan sebepler bulmaya çalışmaz. Bu yönlü hain tuzaklara aldanmaz ve çekilmez. Yapılacak olan şudur; bulunulan konumun nasıl ve niçin kullanıldığıdır. Vazifenin nasıl yapıldığı ve nasıl yapılması gerektiğidir. Türk Milletinin sorumluluğunu bihakkın ifa edip, yüce emaneti temsil edip edemediği, taşıyıp taşıyamadığıdır. Aksi bir durum düşünülemez. Yani konum ve vazife İslam temeline mi oturuyor, seküler temele mi oturuyor, konuşulacak olan budur. Aksi bir durum söz konusu bile olamaz. Bunun aksini yapanların Müslüman Türk evladı olarak ortaya çıkmaları absürttür. Bu tiplere de inanmak alıklıktır. Çünkü bunlar asla ve asla Müslüman Türk evladı olamazlar. Hiçbir milletin evladı, kendi milletinin tarihsel konumunu sorgulamamıştır ve sorgulamaz. Çünkü böyle bir şey gaflet, dalalet ve ihanetle eşdeğerdir. Bunu daha derin olarak izah edebiliriz ama zaten bugüne kadar yazdıklarımızda detaylı olarak izah edildiği için lüzum görmüyoruz. Bu vatanın evladı olanlara, bu milletin birlik ve beraberliğini yürekten savunanlara, kadim milletin liderliğinden gocunmayarak en ileriyle hep birlikte yürüme cesareti gösterenlere selam olsun. Ve herkes bilsin ki; bu millet sadık olanı da hain olanı da mutlaka bilir. Kâfiri de bilir, müşriki de bilir, münafığı da bilir ve mutlaka ekarte eder ve edecektir de Allah’ın izniyle. Bu millet bu topraklarda ilelebet payidar kalmaya devam edecektir inşaAllah.

 

Haddizatında biz temel ve ortak çıkış noktalarımızı kaybetmişiz. İşaretlerimizi yitirmişiz. Olgularımızla merbutiyetimizi koparmışız. Bu yüzden de eylemlerimiz istikametinden şaşmış durumdadır. Binaenaleyh, aynı hedefe yönelemiyoruz, vahdeti tahakkuk ettiremiyoruz. Tıpkı millet gibi, vatan gibi, devlette bizim kadim bir olgumuzdur. Devletin mücerretliğini ve filhakika hepimizin bir devlet olduğumuzu unutuyoruz ve buna göre sapkın düşüncelere yöneliyoruz. Oysa devlet yoksa nizam da yoktur. Devletsizlik kötü bir şeydir. Tabi bunu en ideal bağlamda ifade etmiyoruz. Devlet bir dünya gerçekliğidir. Ve dünya gerçekliğinde devletsiz bir millet yoktur. Devletsizlik, acımasız dünya gerçekliğine göre kötüdür, vahimdir. Devletsiz millet, öksüz, yetim çocuk gibidir. Babasız, anasız bir çocuğu düşünsenize! Keza milletsizlik, vatansızlıkta kötüdür elbette. Yuvasız, ailesiz insanın olmasını bırakın hayvan bile yoktur. Hakeza başsızlıkta kötüdür kuşkusuz. Koca gövdeyi düşünün, muhtelif organlarla bir anlam taşımaz mı? Ve bu organları yöneten beyin değil mi? Elbette kalpsiz de olmaz. Ki zaten kalp ve kafadır koca gövdeyi sevk ve idare eden filhakika. Kafa kalpten bağımsız, kalp kafadan bağımsız hareket ederse işler şirazesinden çıkar. Bir gemide, o gemiyi iyi bilen, açılacağı denizlerden haberdar olan, gemide ki yolcuların güvenliklerini sağlama alabilecek ve her türlü sorumluluğu üstlenebilecek bir kaptan olur değil mi? Yanlış mı düşünüyorum? Denizde gidiyorsunuz, ne olacağınızı bilemezsiniz, deniz fırtınasız olmaz, dalgasız olmaz, denizde hedefe gitmek zordur. Yolculuk yaptığınız geminin direksiyonuna hâkim olan bir kaptan illaki bulunur, bulunması iktiza eder. Müptedi ve tecrübesiz birini, denizi bilmeyen birini, fırtınalı havalarda nasıl tavır alacağını bilmeyen birini kaptan koltuğuna oturtur musunuz? İllaki hayır. Bilakis, gemi batar, istikamet şaşar ve yolcular heder olurlar. İşte tıpkı bunun gibi dünya denizinde yüzen bir gemidir Türkiye ve Türk Milleti de o geminin kaptanıdır ve gemide bulunan, bütünü tümleyici tüm unsurların emniyetlerinden, huzurlarından, saadetlerinden, meserretlerinden, birlik ve beraberlik içerisinde kardeşçe yaşamalarından sorumludur. Dünyayı iyi tanıyan, milletlerin tarihlerini ve kimliklerini çok iyi bilen, handiyse yedi kıta milletlerine hükmetmiş olan, gerek baş alan, gerek tek sözü ile savaş bitiren bir millettir. Bu sebeple de bu gemiyi en ideal şekilde hedefe götürebilecek yegâne kaptandır.  Bu gerçeği, birilerinin kabul etmemesi, bunun böyle olmadığı anlamına gelmez. Bilakis, bunların gerçeklikle ilgilerinin olmadığının delaleti olur. Türkiye’nin ve Türk’ün düşmanları elbette bunu kabul etmez ve etmeyecektir de. Ve bu doğaldır. Çünkü düşmanlık diye bir gerçeklikte vardır dünyada. Bu gerçekliği ıskalarsanız da yanarsınız. Düşman düşmanlığını elbette yapacaktır, her türlü hileye, desiseye başvuracaktır bunu yapmak için ve muhtelif tuzaklar kuracaktır aldatabilmek, yolundan çevirebilmek için. Ama dost olanlarda uyanık kalmasını ve vazifelerinde ihmalkâr olmamasını bileceklerdir. Sen vazifeni ihmal edersen, şeytanı itham edemezsin. 

 

Saygıdeğer Güzelinsanlar! Başsız olmaz. İnsan başsız olmadığı gibi devlette, millette başsız olmaz. Hatta ümmette başsız olmaz. Ve hatta ilkel kabilelerde bile bir baş illaki vardı, olurdu. Bunu devlet, millet bağlamında değil, küçük bir gurup bağlamında değerlendirsek bile başsız olmaz. Bu gövde başsız olur mu? İnsanlık önderleri Peygamberleri Allah niye gönderdi? Ya da bu gövdenin üzerinde baş var ama o baş senin başın mı? İlla var diye senin olacak değildir. O başın içine kim, hangi değer hükmediyorsa o baş oraya aittir ama sen, benim gövdemin üzerinde duruyor diye kendi başın sanırsın. Bu, senin cehaletini, bilinçsizliğini, şuursuzluğunu, basiretsizliğini ve ferasetsizliğini gösterir ancak. Başı olmayana bir baş, kaptanı olmayana bir kaptan illaki bulunur. Ama senin iraden haricinde bulunan baş ya da kaptan, devletinin, milletinin, vatanının, dininin bekası ve payidarlığı için çalışır, varoluşunun kavgasını verir mi? İşte temel mesele budur. Öyleyse senin bir başın, kaptanın varsa onun değerini bilmelisin, düşmanın tezgâhlarına gelerek ona düşman olmamalısın, onu değiştirmeye tevessül etmemelisin. Mademki dünya gerçekliğine göre bir baş, bir kaptan illaki, muhakkak ki olur, olmalıdır, olacaktır, bu kaptan niye Türk Milleti olmasın? Ki, nihayetinde tarihi gerçekliği, tecrübesi, mücadelesi malumdur ve varoluş kavgasında kimlik en temel olgulardan biridir, öyleyse bundan niçin gocunulsun? Bunun yorumu, izahı, tahkiki de olmaz ki. Tarihi gerçeklik nazarında böyle olmuştur, badema da böyle olmasında sakınca yoktur. Yeter ki bu millet deruhte etmiş olduğu vazifenin bilincinde olsun ve vazifesini bihakkın ifa edebilsin. İşte burada yani eylemde sıkıntı olursa sorgulama başlar. Bilakis, böyle bir iddiada, ifadede olumsuzluk, yanlışlık, iftira ve ihanet yoktur. Tolere eden eder, etmeyen kendi bilir ve etmiyorsa saygı duyar. Saygı duymuyorsa ve illaki ihanet edecem diyorsa yine kendi bilir. Çünkü zorlama yoktur, herkes kaderini kendi çizer, Allah tarafından bahşedilen akıl, irade ve ihtiyar dâhilinde. Başka da yol yoktur. Hayır, elbette fikir teatisi yapılabilir bir mevzudur ama samimi ve namuslu bir teati olmalıdır bu. Nesnel temellerde ve tarihi bağlamından kopartılmadan yapılmalıdır teati. Kafanda ihanet düşünceleri taşıyarak, kalbinde ihanet duyguları gizleyerek yapılabilecek bir şey değildir teati. Hainlerin kazandığı ve kazanacağı yegâne şey; bir metrelik bez ve bir kulaç toprak olacaktır. Bu oyun değildir. Milletler, devletler vardır ve onların bir nizamları vardır. Kötüyse düzeltilir, iyiyse daha iyiye götürülür ama yok edilemez, kimse de yok etmek için çalışmaz, çalışamaz. Yok etmek için çalışan eceline susamış it gibidir ve eceli eline verilir, boynuna asılır. Bu son, mukadderattır tüm hainler için!

 

Herkes farazi bir eşitlik masalı tutturmuş mütemadiyen okuyor. Kimse kimseden üstün değildir. Elbette hiçbir kimse hiçbir kimseden üstün değildir, ki üstünlük takvadadır, insanlıktadır. Ama burada kasıt başkadır. Herkese her türlü hak, her şeyi yapma imkânı verilsin. Daha ne? Devleti de verelim, üstüne vatanı. Bu tür safsataların dip derinliklerinde şeytani tuzaklar gizlidir. Bir kere herkes haddini ve hududunu bilecektir. Bu ülkenin bir sahibi vardır ve misafir misafirliğinin icaplarına mütenasip hareket eder. Ki zaten bu tür şeyler bu toprağın çocuklarına matuf şeyler değildir, zira bu toprağın çocuklarının böyle şeylere ihtiyacı yoktur. Faraza bu toprağın çocuğu olanlar böyle şeyleri dile getirsinler, onlar da şeytanın tuzağına düşmüş olamazlar mı? Çünkü gerçeklikte onun böyle bir şeye ihtiyacı yoktur, o bir kafa taşıyan ama kafası kendine ait olmayan biridir. Maksat şeytana hizmettir.  Bu türden sayıklamalar, bu yurdun, bu devletin, bu milletin, bu dinin düşmanlarının sayıklamalarıdır. İyi niyetli düşünceler değildir kesinlikle. Bu milletin gücünü kırmak, bu milleti zımnen cüzlerine tefrik etmek, varlığını ve egemenliğini sorgulatmak ve bu milleti geri plana atmak için tezgâhlanmış hainane tertiplerdir. Bu millet geri plana düştüğü vakit, mevcudiyeti de sorgulanır hale gelecektir ve o zaman öne kimin geçeceğini ve kimler eliyle bunun kotarılacağını kimse kestiremez. Bu milletin çocukları bu kirli, kanlı, karanlık tezgâhı çok iyi algılamalı, fark etmeli, ihsas etmeli, anlamalı, kavramalı ve hissetmelidirler. Bir defa tabiat boşluk kabul etmez. Bu millet geri plana itildiği vakit, mutlaka birileri ön plana geçecektir ve ön planda olan asla bu milletin ve ülkenin dostu olan olmayacaktır. Onlar Küresel Şeytani Siyonist Haçlı Emperyalizminin hedefleri için çalışan, çıkarları için bağıranlardır. Bu millet baş olmadığı zaman, hiç baş olmayacak diye bir şey yoktur, illa ki birileri baş olmaya çalışacak ve olacaktır. İmamesiz tespih, imamsız namaz olursa başsızlıkta olur. Tabiatta her varlıkta bir baş mutlaka vardır. Öyleyse başta olan, önde olan, liderlik mevkiinde bulunan niçin Türk Milletinin kendisi olmasın? Öyle ya madem bir baş, bir öncü olacak, bu niçin Türk Milletinin kendisi değilde, düşmanı olanlar ya da düşmanın maşalığını yapanlar olsun? Akıllı olmak oyuna gelmemek lazımdır. Arkadaşlar! Düşmanı tanıyoruz, tuzaklarını biliyoruz, öyleyse uyanık olmalıyız, aldanmamalıyız. Okumalıyız, düşünmeliyiz ama kendi kafamızla gerçekleştirmeliyiz bu eylemlerimizi.

 

Kim söyleyebilir, mevzubahis gerçeklikler, herkesin ortak değeri olan olgular, insanlık kavgamıza mani teşkil ediyor, adalet, ahlak, hürriyet, müsavat, vatan davamıza barikat oluyor diye? Öyleyse herkes için ortak değer olan mezkûr olguları sahiplenmekten ve savunmaktan kime ne zarar gelebilir? Hatta bu topraklarda kadim uhuvvet ve muhabbet ikliminin oluşmasının da temellerinden biridir bu yöntem. Sen davanı yine savun ama mezkûr olgulara, gerçekliklere muhalefet ve ihanet etmeden.  Bilakis tersini yaptığın zaman davanın iflas bayrağını çekmiş olursun ve kavganı itibarsızlaştırırsın. Hatta bu topraklarda ki uhuvvet ve muhabbet iklimini de tagayyürata uğratırsın. Kavgamız ne olursa olsun, kavgamızın daha sahici olması için, ayağının yere basması için, insanlar nezdinde bir hüküm ve anlam kesbetmesi için mezkûr olgulara (din-devlet-vatan-millet) sırtımızı değil yüzümüzü dönmemiz iktiza eder. Geçelim! Dünya gerçeği diye bir şey var mı? Var. İdealizm var, bir de realizm. İdeale, reel koşulların damalarından akarak gidilir. Realizmi ıskalayanın ve umursamayanın bir ideale adanması absürttür, abestir, malayani ile iştigaldir. Realizme kör ve sağır kalarak ideale yürünmez.  Amma velakin keza realizme takılıp kalmakla da ideale yürünmez. Bizler ya realizme takılıp kalıyor ve orada boğuluyoruz ya da realizmi sarf-ı nazar eyleyerek ideale yürümeye çalışıyoruz, bu da bizi ekstrem kılıyor. Dünya gerçekliğinde mükemmellik yoktur, olması da kabil değildir, oldurmaya çalışmakta alıklıktır. Dünya gerçekliğinde mutlak dostlukta yoktur. Ama mutlak düşmanlık vardır. İnsanlar arasında mutlak ya da ideal dostluk olabilir ama milletler arasında ideal ve mutlak dostluk diye bir şey olamaz, böyle bir şey kabil değildir. Milletler arasında çıkarlar vardır. Milletler arasında illaki düşmanlıklar olur ve olacaktır da. Ki nihayetinde bu dünya, tevhid ile şirkin, insan ile şeytanın ezeli ve ebedi kavgasının meydanıdır. Bu bir dünya gerçeğidir. Bu yüzden bir millet kadim değerlerini, kendisini ortaya çıkaran değerlerini yaşamalı, yaşatmalı ve değerlerine mütenasip bir nizam kurmalıdır ama bu arada milli varlığını yok edecek yanlışlara düşmemelidir. Düşmanın oyununa gelmemelidir. Değerler iki ana kolondan teşekkül ederler; din ve milliyet. Elbette bu değerler hiçbir zaman motomot icra edilmemiştir ve edilemez. Edilseydi imtihan diye bir şey olmazdı. Alıklığın lüzumu yok. Hiçbir kimse, bir değerden yola çıkarak, diğer değere düşmanlık güdemez. Her değeri ayakta tutan formlar vardır. Bu formalar elbette hayatın içinde yaşatılırlar ve yaşatılmalıdırlar da. Ve her iki değerde birbirlerinin varlık garantileridirler. Bu bilinerek hareket edilmelidir. Bir milletin, milli varlığının göstergesi ve nişanesi olan formlar, şayet dini varlığa, dini yaşama handikap teşkil etmiyorsa, halel vermiyorsa sorun yoktur. Zaten o form, dini formalara mugayir bir form değildir. Öyleyse herkes kalbini ve kafasını kullanmalıdır. Bilakis ne yaparsak kendimize yaparız. Sevgili arkadaşlar! Karmaşık olan bir şey yoktur, her şey olabildiğince nettir. Net olanı karmaşıklaştırıp, kendi lehine netleştirmeye çalışan alıklara inanacak kadar saf olmamalıyız. Bu vatana, bu millete, bu devlete, bu orduya ihanet edecek ve bu unsurları yok edecek kadar ihanet içinde olamayız. Ancak yanlış varsa onu düzeltmektir vazifemiz. Bir olguyu tümden yok etmek değil, ıslah etmek insanlıktır. Çünkü ilk çözüm yolu, ıslah etmektir. Bu insan içinde böyledir. 

 

 

 

Tarih: 21.03.2017 Okunma: 844

YORUMLAR

Yorumunuzu ekleyin.

İsim: *

E-posta Adresiniz: *

* (E-posta adresiniz paylaşılmayacaktır.)

Yorum: *

Güvenlik Sorusu:
Türkiye'nin başkenti neresidir?