Haddizatında her şey o kadar basit, o kadar yapılabilir
ki, ama gel gelelim bizim o tarakta bezimiz yok. Ya beynimiz zehirlendiği ve
mankurtlaştığımız için anlamakta zorlanıyoruz ya zaten düşünce yetimiz dumura
uğramış ve aklımız bize ait değil ya da çıkarlarımız zedelendiği için
anlamamazlıktan geliyoruz. Kendi aklımızı kullanmaya cesaret edemiyoruz bir
türlü, sorunun kaynağı bu. Okumaya ve düşünmeye o kadar uzaklaşmışız ki, adeta
yabancılaşmışız. Oysa ‘’Oku!’’ diye başlayan ve bitevi ‘’Aklet’’ diyen bir dinin
müntesipleriyiz. Maalesef bu milletin çocukları o kadar zehirlenmiş ki,
özlerini, sözlerini kaybetmişler, kendi kendilerine yabancılaşmışlar. Söyleneni
bile anlamaz hale gelmişler. Gerçekten dehşetli bir anlama kıtlığı var. Hani
eğitim camiasında mütemadiyen işittiğimiz meşhur bir şikâyettir; öğrencilerde
‘’anlama’’ sorunu var, bir türlü anlamıyorlar. Evet, onlar küçük çocuklar ama
bizlerde büyük çocuklarız ve vallahi aynı durum büyükler içinde geçerlidir hem
de güya okumuş büyükler için bile. İster kızılsın, ister kızılmasın umurumda
bile değil, vallahi, billah, tallahi anlama sorunumuz var. Anlamıyoruz! Ve
bizim mevcudiyetimizi sıkıntıya sokanda bu ‘’anlayamama’’ sorunudur. Çünkü
okumamak ve düşünmemek bir gelenek, alışkanlık haline gelmiş bizde. Okursak,
düşünürsek yoldan çıkarız sanıyoruz. Okuyorsan ve düşünüyorsan da hedef
oluyorsun. Çünkü gerçeklere dokunuyorsun bitevi ve bu rahatsız ediyor. Oysa
bizim rahatsız olmaya ihtiyacımız var zaten, zira çok rahat olduk biraz da
rahatsız olalım. Zira rahatsız olursak uyanırız, bilakis uyumaya devam ederiz.
Peygamberimizin dönemini tahattur eyleyelim lütfen. Vahiy geldiği zaman tüm
alışılagelmiş gelenekler, düzenler yerle yeksan oluyordu, ata dini tedricen
çöküyordu ve hem müminleri rahatsız ediyordu bu hem de kâfirleri. Müminler
kabul etseler de nefislerine zor geliyordu, kâfirlerin ise o zamana kadar
sürdürdükleri şeytani düzenleri yerle yeksan oluyordu. Demek ki rahatsız olmak
iyileştirici bir özelliğe malikmiş. Öyleyse bırakın rahatsız olun, olalım.
Okuyalım, düşünelim, anlayalım ve rahatsız olmaya katlanalım.
Şimdide Arthur Schopenhauer’den
iktibaslar yapmak istiyorum:
‘’Taş çamurda halka yaratmaz.’’
‘’Takırdayan nal, çivinin eksikliğini gösterir.’’
‘’Konuştuğumuz kişi, bizi, kendi düzeyine indirir. Böyle
biri karşısında, nitelikli kişi bütün niteliklerini yitirmiş gibi olur. Oysa
onun bu sırada kurban ettiği şeylerden ötekinin hiç haberi yoktur.’’
‘’Fikirsiz, düzeysiz, niteliksiz insanlarla, onlar gibi
olmadıkça konuşmanız imkânsızdır.’’
‘’Düzeysizlik elektriğe benzer. Kolayca dağılır. İşte o
zaman kendi değerini düşürmek sözünün gerçek anlamını iyice anlarız.’’
‘’Nice kişide düşünmenin yerini görme almıştır.’’
‘’Alıklara, taş kafalılara anlama yetimizi göstermenin
tek yolu onlarla konuşmamaktır.’’
İnsançocuğu, tekliği içinde çokluğu, çokluğu içinde
tekliği taşıyan akıl, irade, ihtiyar sahibi canlı bir varlıktır. Devasa
insanlık ailesini tek bir insançocuğuna sığdırabilir ve tek bir insançocuğu
içinde devasa bir insanlık ailesini bulabilirsiniz. Öyle değil mi? Bir insanda
tüm insanlığı müşahede etmiyor muyuz ve tüm insanlığa bakınca tek bir insanın
suretini görür gibi değil miyiz? Tekliği ile benzersizdir ama çokluğu ile tüm
benzerlerini kendisinde barındırır. Her bir benzeri kendisi için bir ayna
gibidir. Bu yüzden kendisini en berrak şekilde karşısında duran hemcinsinde
görür. Yapabileceklerini de, yapmaması gerekenleri de karşısında duran
hemcinsinde temaşa eyler. Gözlerinin dışarıya yönelik olmasının en büyük anlamı
da budur. Beyniyle kendi derununda seyri sefer ederken, gözleriyle dış âlemde
seyri seferdedir. Gerçekten ilginç bir varlıktır. Tam bir kaostur. Çelişik bir
varlıktır. Bulmamıştır aramaktadır. İllaki aramaktadır, arar, aramak
zorundadır. Olmamıştır ama olmak yolundadır. İlla ki olmamıştır, çiğdir,
pişmesi gerekmektedir. Cahildir ama bilmek için çalışmaktadır. İllaki cahildir,
çünkü ilmin tümü ihata edemez, bildikleri okyanusta damla mesabesindedir.
Acemidir ama tecrübeler edinmiştir. Çünkü bitevi yürümektedir, bir yol içindedir
ve yollar tecrübe doludur. Masumdur ama masumluğunun içinde zalimi
gizlemektedir. Zalimdir ama yüreğinin en dip derinliklerinde, en kötü
zamanlarında kaçıp iltica edeceği bir arınma merkezi vardır. İnsan ne şeytandır
ne de melek, ne mutlak iyidir ne de mutlak kötü, vasattır. İnsan, bitmeyen bir
yolculuktur. Tükenmeyen bir hazinedir. Kimlikle doğmuş ama bir dini seçmiştir;
ne kadarda İslam fıtratı üzerine doğmuş olsa da. Nihayetinde, insan, gerçekten
garip bir varlıktır. Çözülmesi hem kolay hem de zordur. Çözdüğünü sandığın an
haddizatında çözümsüz kaldığın andır, çözemediğini düşündüğün an da bilmezsin
ama çözdüğün andır. Zaten böyle bir varlık olduğu içindir, onu hesaba katmadan
üzerinde hesap yaptığımız için her daim hezimete ve hüsrana uğramaktayız ya. Filhakika
yazılan her şey insanla ilintilidir ve insanı tanımadığımız içindir tüm
yanılgılarımız, yanlışlarımız.
Biz niye ahlaksızız biliyor musunuz? Okumuyoruz.
Düşünmüyoruz. Anlamıyoruz. Hissetmiyoruz da ondan. Sadece okuduğumuzu,
düşündüğümüzü, anladığımızı, hissettiğimizi sanıyoruz. Sanmaklarla yaşıyoruz.
Ata dininin gönüllü kurbanlarıyız. Alışkanlıklarımızın esiriyiz. Allah’ın
dinini bilmiyoruz. Bildiğimizi sanıyoruz. Bilseydik yaşardık, bunu idrak
edemiyoruz. Şöyle bir misal vereceğim; bir camianın mensubusunuz, bir gün bir
makam elde ediyorsunuz, makamı elde etmeden önce gayet sakin, mütevazı, dürüst
bir insansınız, şeref alıp satıyorsunuz. Velakin makamı ele geçirir geçirmez
bambaşka bir insan olup çıkıyorsunuz, insanlıktan çıkıyorsunuz. Afranızdan tafranızdan
geçilmiyor, kibir kokuyorsunuz, şımarıyorsunuz. Şimdi söyleyin lütfen; aklı
olan biri, okuyan biri, düşünen biri, anlayan biri, hisseden biri hatta din
sahibi biri böyle yapar mı? Yapmaz, yapamaz, çünkü insanlık şerefine yediremez.
Zira inandığı değerler buna müsaade etmez. Ki böyle bir tavır ne de basittir,
alıkçadır, iğrençtir, sefilanedir, insanı düşürücüdür. Hatta burada şöyle bir
durum da tezahür ediyor spontane olarak, demek ki önce ki yaşam riyakarca bir
yaşammış. Ama böyle bir durumda değer de kalmıyor artık, zira menfaatler ön
plana çıkıyor, artık bir makam sahibisiniz ya, alttaki insanlardan ayrıldınız
ya, onlardan üstün hale geldiniz ya, öyleyse onlar gibi olamazsınız, onlara
üstten bakmalısınız, onlar da kim oluyorlar? İşte biz böyleyiz. Hem de bir
taraf olarak değil her taraf olarak böyleyiz. Basit, ucuz, çapsız, alık
tipleriz, ahlaktan noksanız. Keza, küçücük bir güç geçti mi elimize, hemen
diğerlerine niza vermeye tevessül ediyoruz, artık biz yegâne ölçüt oluyoruz,
herkes bize uymalı diyoruz. Bizim yanlışımız olmaz, bize yanlış yapılmaz diye
düşünüyoruz, herkes bize benzemeli gibi duygular besliyoruz. Karşımızda ki bir
düşünce beyan etti mi ve o düşünce hakikat bile olsa bize uymadı mı hemen
kızıyoruz, içimizde garip duygular depreşiyor ve karşımızdakine kin kusuyoruz,
belki bunu direkt belli etmiyoruz ama endirekt yolarla hıncımızı çıkarmaya
tevessül ediyoruz. Oysa okuyan, düşünen, anlayan, hisseden hatta din sahibi
olan biri ve hatta insan olan biri böyle yapar mı? Yapmaz, yapamaz,
yapmamalıdır. Gerçek bu kadar basittir kardeşim! İşte haddizatında uhuvvet ve
muhabbet iklimini zedeleyen en önemli sebeplerden biridir de bu. Toplu
ortamlarda ahkâm kesiyoruz ama tam eylem yapma zamanı geldi mi aslımıza
dönüveriyoruz. Oysa niye böyle yapıyoruz ki? Aksini yapamaz mıyız? Yaparız ama
nefsimize egemen olan süfli duygular ve düşçüneler bizi insanlıktan
uzaklaştırıyor. Bu dünyanın ve kendimizin fani olduğumuzu bilsek, anlasak bile
böyle davranmayız ama maalesef alığız, cahiliz, bilmiyoruz, anlamıyoruz,
hissetmiyoruz, düşünmüyoruz, okumuyoruz. Hakikat izhar edilince de ahmakça
kızıyoruz. Anlamıyoruz denildiğinde küplere biniyoruz. Anlamıyoruz kardeşim
işte anlamıyoruz, alıksın, tıpkı anlamıyorlar dediğimiz çocuklar gibiyiz.
Anlıyorsak, adam gibi davranmak, yaşamak zor değil ki!
İnsançocuğu üzerinde hayat sürdüğü tabiata bağımlıdır. Hem
de kopmaz bağlarla bağımlıdır. Tabiatla merbutiyetinizi koparabilir misiniz?
Haydi uçun! Kopun tabiattan buyurun! Tabiatta insanın emrine kendini sunmuştur.
İnsan tabiat tavassutu ile her gün kendini yeniler, yeniden yaratır. Hâkimdir
ama mahkûmdur. Tabiat bir laboratuvardır insançocukları için. İnsan emeğinin
tezahür ettiği ve emeğin tezahür ederken insanın kendisinin tezahür ettiği yerdir
tabiat. Varlığın mutlak ve değişmez yasalarına tabiidirler hem tabiat hem insan
ve bu yasalar çerçevesinde işleyiş içindedirler. Yasaya mugayir bir hal,
hallerin değişmesine yol açar ve insicam tagayyürata uğrar, işler şirazesinden
çıkar, kozmos kaosa tedvir olur. Bu da bitiştir! İnsan ve tabiat birbirleriyle
iç içedirler. Doğanın yenilenmesi için insan, insanın yenilenmesi için doğanın
sundukları gereklidir. Birbirileriyle anlamlıdırlar, anlam kesbederler.
Üzerinde yaşadığı tabiatında, kendisinin de bir tarihi vardır. Bir tarihin
sahibi olduğu kadar, sahip olduğu tarihinde ürünüdür haddizatında. Çünkü
birikmiş tarihin sonucudur. Tarihini aldınız mı, sıfırlanır. Tarih hafızadır ve
hafızasıyla yaşar insan. Hafıza gitti mi canlı cenazeye dönüşür ve yaşam
hakikatte biter zevahirde varmış gibi görünse de. Tarihsiz insan, insansız
tarih kabil değildir yani. Bulunduğu an itibariyle, bir tarihin toplamıdır.
Tarihi olmasaydı bugünü de olmazdı, bugüne sahip olmasaydı yarına ulaşamazdı.
Kim bilir belki de bir meçhul, bir yitiktir insan. Görünmek istemekte, yitiğini
bulmaya çalışmaktadır. Mücadelesinin anlamı ve büyüklüğü burada gizlidir belki
de. Bir toplum içine fırlatılmıştır. Toplumun zincirleriyle kuşatılmıştır.
Varlığının tecessümün de içinde yaşadığı toplumun da etkisi vardır. Çünkü
mutlak yalnız olması muhaldir. Belki çokluğunda yalnızlık vardır kim bilir. Ve
tekliği o çokluğunda ki yalnızlığının peşindedir. Garip bir gizem, çözülmesi
zor olan bir sır. Ama zaman aydınlıktır ve kim bilir sırrın da çözülmesinin bir
zamanı, yeri, saati vardır. Belki bu da sırdır, sır içinde sır! Kendisini
anlayamayan, tanıyamayan insan neyi anlayabilir, tanıyabilir ve tanıyamayan,
anlayamayan insan, nasıl insanca varolabilir, yaşayabilir?
İnsan, bir toplum içinde yaşar ve yaşamak zorundadır.
Dünyada bir tek siz kaldınız, nasıl olurdu? İnsan, toplum içinde yaşaması için
ve yaşayacak şekilde halkedilmiştir. Peygamber ne demişti? ‘’Eğer ki insanların
arasına karışmam emredilmeseydi, bir taşın üzerinde oturur ve öylece gökyüzüne
bakardım.’’ İnsan, topluma etkide bulunur, toplum tarafından da etkilenir.
Yaptığımız her şeyi haddizatında topluma matuf yapmıyor muyuz ve toplumda hâsıl
olan vakıalardan etkilenmiyor muyuz? Şöyle ki; bir siyasetçi toplumu etkiliyor
mu? Toplum o siyasetçiyi etkiliyor mu? Karşılıklı etkileşim vardır yani. Çünkü
toplum insanların toplamıdır, insan da toplumun bir üyesidir. Bu dünyada her
şey iki yönlüdür. İki yönlü olmayan hiçbir şey yoktur. Dünya-ahiret,
hayat-ölüm, erkek-kadın, yer-gök, insan-şeytan, ruh-beden, akıl-gönül vb. İnsan
toplumu yaratırken, toplumda insanı yaratır diyebiliriz tabir caizse. Çünkü
ikisi de birbirinin yontucusudur bir anlamda. İçinde yaşadığı toplumdan hem
bağımsızdır hem de içinde yaşadığı topluma bağımlıdır insan. Hem toplum
zindanındadır hem de bu zindandan kurtulmak için cehd içindedir. Nasıl tabiata
bağımlıdır, topluma da bağımlıdır, tıpkı mazisine bağımlı olduğu gibi. Yapıp
ettikleri toplumu etkiler ve biçimlendirir, bu geri döner ve kendisini etkiler,
biçimlendirir. İkisi birbirini karşılıklı dönüştürerek ilerlerler. Birbirlerinin
terakkilerinin müsebbipleridirler. Kaotik olduğu kadar bencil bir benliği
vardır. Bütünü özler ama yalnızlığa methiye düzer. Yalnızlığa düşer ama bütünü
gözler. Bitmeyen bir dilemmanın mahkûmdur. Hem sürgündür hem mahpus. Hem
hürdür, hem tutsak. Kendinde mahpustur, doğa da mahpustur, toplumda mahpustur,
tarihte mahpustur ama hepsinde aynı zamanda sürgündür. Fakat varoluş
mücadelesini verebilecek şekilde de hürriyet sahibidir. Ne mahpusluğu biter ne
sürgünü sona erer. Çaresizlik içinde yaşar gider. Ne acıları biter ne de
sevinçsiz kalır. Hür görünmektedir ve hürriyet peşinde koşar ama zincirlerle
kuşatıldığının da farkındadır, fakat farkında değilmiş gibi davranır. Kendine
karşı münafıktır. Bütünü özler ama yaklaşınca da sıkılır, vazgeçer bütünden ve
yine yalnızlığı seçer. Zaten varoluşunda ki farklılık, mutlak bir bütün
teşekkülüne en büyük engeldir. Varoluşunda ki farklılık, sürekli çatışmanın ve
toplu olarak bir arada sonuna kadar bulunamamanın da en büyük sebebidir. İnsan,
buraya ait değildir. İnsan yabancıdır filhakika!
İnsan akıl sahibidir ama aklı kendisine derttir, aynı
zamanda servettir. Hep servet olsun ister, çünkü bencildir. Sancıları aklından
mütevellittir. Düşünmez ölür, düşünür olur. Bu da başına beladır, öyle de,
böyle de beladır. Evet, aklıyla ayrılır diğer canlılardan ama aklıyla da
sorumluluk sahibidir. Şöyle baktığınızda aklına isyan etmektedir sanki.
Derununda nerden gelip kondun ey akıl kuşu başıma diyormuş gibidir. Çünkü aklı,
başını belaya sokmaktadır tabir caizse. Aklı olsun ister belki ama aklı
yüzünden de sorumluluk sahibi olmasın ister. Zaten bu yüzden değil midir,
aklını başkalarının cebine koyup, kendisinin kullanma cesareti gösteremeyişi? Tüm
zindanlardan aklıyla kurtulmaya çalışır. Tüm akılsızlar üzerinde egemen olmasının
biricik sebebi; akıl sahibi olmasıdır. Aklıyla, tüm akılsızlar üzerinde
egemendir ama bütün acılarının kaynağı da aklıdır. Olması ayrı bir dert,
olmaması ayrı bir derttir. Aklına çok güvenir ama aklı ona hiç güvenmez. Aklı
hem belalısıdır hem de ebedi şifası. Girdaplara aklı aracılığıyla mahkûm olur,
ama çıkışı yine onun sayesindedir. Rahatsızlığı, isyanı ve sıkıntıları aklından
dolayıdır. Ne gariptir ki, akıl verilmemişlerden tek farkı da budur. Bu
yüzdendir ki, aklı olmayanlar mutlak bir sükûnet içindedir, sessiz ve
tepkisizdir. Ama insan dediğimiz hırçındır, tepkilidir, isyan halindedir,
mütemadiyen bağırır durur. Aklıyla hem tuzak kurar hem tuzaklardan korunur hem
de tuzağa düşer. Kâfirliği, müşrikliği, münafıklığı aklının uçarılığındandır.
Aklı onu doğruya, güzele yönlendirir ama o aklının başka çağrılarına kulak
verir. Aklı bir secdeye çağırırken, o binlerce secdenin tutsaklığına
müpteladır. Hem ilahi akıl hem şeytani akıl birliktedir varlığının
derinliklerinde. Burada aklına yardımcı olacak bir ruhun sahibi olduğunu
unutur. Unutmaz da yokmuş gibi davranır. Batışının odak noktası da burasıdır.
Ruhsuz, bir çamur olduğunun idrakinde değildir. Beden denilen çamura anlam
katan, canlılık veren şeyin ruhu olduğunu algılayıp, anlayamadığı için hayat
yolunda mütemadiyen yalpalar durur. Kendini tanımaz ama tanıdığını sanır.
Kendini tanımakta istemez. Korkar çünkü. Güneşin mahiyetini bilmek ürkütücüdür.
Çünkü yakar bildiğiniz anda. Bu yüzden olduğu kadarıyla, gördüğümüz kadarıyla
biliriz, tanırız. Yaşam sebebimiz budur. İnsan, kendisini tanıyıp, bilseydi
cehaletinin de farkına varırdı. Bilmeden akıllı olduğunu sanmak alıklıktır
oysa. Kendinde ki ruhu tanımayan bütünün ruhunu ne bilsin. Gördüğünü inkâr
edene ne denir? Görür ama görmediğini sanır. Duyar ama duymadığını sanır. Bilir
ama bilmediğini sanır. Hisseder ama hissetmediğini sanır. Oysa kendinin farkına
varıyorsa, bütün insanlığında farkında olması gerekir. Ama bütün insanlığın
neyi ifade ettiğini bilemez işte. Bilmek istemez. Çünkü bilmekten korkar. Düşünmekten
de bu yüzden kaçar.
İnsan, eğitilebilir bir mahiyete haiz olarak
halkedilmiştir. Kalındır, incelmesi iktiza eder. Beşeri güdülerinden kurtulması
ve insan olmaya doğru evrilmesi zaruridir. Haddizatında eğitilmesi icap
ettiğini, eğitilmek için halk edildiğini de bilir. Velakin, kim tarafından ve
nasıl eğitileceği konusunda cahildir. Yanlış mabetlerin, yalancı kılavuzların
öğrencisi olmaya heveslenir. Pusulasını ve kılavuzunu kendi aklıyla intihap
eylemeyi arzular ama beceremez. Yanlış mabetlerin kapısından, yalancı
kılavuzların ellerinden inhiraf etmiş ve bozulmuş olarak çıkar ve topluma
günahlarını kusar. Zira işlenen her suç, bir günahın kusulmasıdır. İnsanı
bozmadan köleleştirmezsiniz. İşte yanlış mabetler ve yalancı kılavuzlar da
insanı bozarak köleleşmesinin yolunu açmışlardır. İnsan, nefsinin kölesi olduğu
için bunları algılayıp anlayamaz, ta ki düşünceye değin. Yanlış mabetler,
yalancı kılavuzlar, insanın ruhunu eğmek içindirler. Ruhu eğilmeye görsün,
artık bir ömür başı eğik olarak yaşamaya mahkûm olmaktan asla kurtulamaz. Böylece
bir secdeye eğilmesi gereken baş, binlerce secdede eğilmeye başlar. İşte insanı
bozanlar bu ters gerçeğin farkındadırlar. Bu yüzden onun ruhunu eğmeye, bükmeye
çalışmaktadırlar. Onu en mükemmel eğiticiden uzaklaştırmaktadırlar. Bilakis,
onun eğilmez başını eğmek kabil değildir. Ruhu eğen de, dünya denilen
bataklıktır. Ama bu bataklık süslenerek gösterilir aklına, yanlış mabetlerin
yalancı kılavuzları tarafından. İşte aklın şaştığı, uçurumun eşiğine geldi andır
bu. Akıl burada ruha galebe çalar. Tabi bu şeytani akıldır. Doğru yaptığını
sanır ama içinde bir yerde kalmış olan iyiliğin izi peşini bırakmaz. Yanlış
mabetlerin yalancı kılavuzları insanın vicdanını örter. Vicdanı örtülen insan
karanlığın içinden çıkamaz.
İnsanın aklı vardır evet. Var mıdır? Vardır. Yani aklı
olmasaydı, insan, insan olmazdı ki. Aklı olduğu için insandır çünkü. Ama aklını
kullanmalıdır insan, ona uymamalıdır. Aklını yüceltmemelidir. Evet, akıl yüce
bir nimettir ama yüceltilmemelidir. Aklını ilahlaştırıp aklına mutlak bir güven
içinde olduğu zaman şeytanın tuzağına düşer insan. Zira aklında bir sınırı, bir
hududu vardır. Atı her yere süremezsiniz değil mi? Buyurun sürün! Bir yerde gem
vurmak zorunda kalırsınız. Akılda aynıdır. Zira her şeyi akılla bilemez ve
bulamazsınız. Bu yüzden de insana gönül verilmiştir. Aklın yetmediği yerde
gönül, gönlün kifayetsiz kaldığı yerde akıl yardımcıdır. Yani denge! Gönül,
gölgesini aklın üzerinden çekip alırsa, akıl vartanın eşiğine sürüklenir. Akıl
da gönülden desteğini esirgerse, gönül ıstıraplar içerisinde boğulur. İnsan,
nasıl beden ve ruh birliğinden müteşekkilse, insanın ideal şekilde, tam
insanlık çizgisinin üzerinde yaşaması içinde aklın ve gönlün ortak kılavuzluğu
sayesinde kabildir. Peygamberimizi düşünün; hem gönül hem akıl Peygamberiydi. Engin
bir gönlü, derin bir aklı vardı. Bu hakikat algılanmalı, anlaşılmalı,
kavranılmalı, sezilmeli, hissedilmelidir. Çünkü mutluluğun ve başarının
anahtarı bu hakikatin fevkine varmaktadır. Terakkinin garantisi bu hakikatin
idrakidir. Gerçeklerden korkulmamalıdır, bilakis gerçekleri bilmeye cesaretimiz
olmalıdır. Ama ne hazin ki, insan, korkularının esiridir. Bu da,
bilgisizliğinden kaynaklanmaktadır. Aklını kullanmayıp, ona uymasından; akıl
atına ruh gemini vurmamasından kaynaklanmaktadır. Doğrulardan kaçıp, yalanların
tozpembe dünyasına sığınmak istemesinden kaynaklanmaktadır. Yalanlar,
gerçeklerin verdiği acıları unutturmaktadır güya. Oysa bu muvakkattir,
gerçekler bizi asla yalnız bırakmazlar, hiç ummadığımız anda çıkar gelirler ve
acılara boğarlar, tadımızı kaçırırlar. Hülasa; bilmeye cesaretli olmak gerekir!
Gerisi kendiliğinden gelir.